Şahin Aybek

Eğitim sorunlarımızı bu millete has bir eğitim sistemiyle çözebiliriz

27 Mart 2023 Pazartesi

Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Başaran ile eğitimin millileştirilmesi meselesini, eğitimde millileşmenin ön şartlarını ve uluslararası sınavları konuştuk.

“Eğitimin, ortalama bir yurttaşımızın istediği davranışların çoğunu öğretmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Eğitimin tanımı “insanı arif hâle getirmek” olmalıdır. Arif insan, karşısına çıkan yollardan kendisi için en doğrusunu seçebilir. Sınıfta bu öğrencilere ne yapılmaktadır ki bu öğrenciler sınıftan âdeta kaçmaktadır.”

“Sorular, eğitimde vazgeçilmez araçlardır, doğru. Ancak soru sormanın hakikati, öğrencilerin ne öğrendiklerini veya hatırladıklarını test etmek değil öğrencilerimize soru sormayı ve anlamayı öğretmek olmalıdır. Öğrencilerin verdikleri cevaplara değil kendi sorularımızın öğrencide hangi düşünme biçimini geliştirdiğine odaklanmalıyız.”

Mustafa hocam sizi Türkçenin öğretimi ve eğitim sistemimizin millileştirilmesi alanındaki çalışmalarınızla tanıyoruz. Bu sebeple önce eğitimin millileştirilmesi meselesini konuşmak isteriz. Dünyanın bir köye dönüştüğü, uluslararası şirketlerin çoğaldığı ve ülkelerin yönetiminde daha fazla söz sahibi olduğu, uluslararası sınav ve standartların yaygınlaştığı, dünyanın neredeyse her tarafında insanların benzer yiyecekler tüketip benzer kıyafetler giyip aynı filmleri izleyip aynı haber ajanslarından bilgilendiği, herkesin herkese hızla benzediği bir dünyada hele de eğitimde millileşme nasıl olacak? Olmalı mı?

Şahin Öğretmenim çok teşekkür ederim. Sizi ve okurlarınızı saygıyla selamlıyorum. Bu sorunun cevabına geçmeden önce zihnimizdeki “eğitim” ve “milli” kelimelerinin aynı anlamı taşıdığından emin olmalıyız. Aksi takdirde dil dediğimiz iletişim aracı anlaşmamıza değil birbirimizle çatışmamıza neden olur. Eğitimden anladığımız nedir? “Eğitim, bireyde istendik davranış geliştirme sürecidir.” Yaptığım gözlemler ve tecrübelerimden hareketle eğitimin, ortalama bir yurttaşımızın istediği davranışların çoğunu öğretmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Eğitim, tüm dünyada ve ülkemizde “yönetilebilir insan yetiştirme süreci” olarak tanımlansa yeridir. Buradaki “istendik” muğlak bir kelimedir. Kim tarafından istenen? Bu belli değildir. “Devletin istediği” demek kolaycılık olur. Devletin istedikleri kanunlarda ifadesini bulur. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda, devletin eğitim sisteminden istedikleri yazılmıştır. Yapılan uygulamalara ve çıkan ürüne baktığımızda, devletin istediği davranışların öğretildiği de söylenemez. Bu noktada yetiştirme kelimesine de bakmalıyız. Ne demektir insan yetiştirmek? İnsan bitki midir? “Yetiştirme”nin içinde insanları birbirine benzetme amacı gizlidir. Diğer taraftan, öğrencileri birbirine benzeme oranlarına göre sınıflandırmak da söz konusudur. Zira sistemin ölçme değerlendirmesinin temelinde öğrencileri “başarılılar ve başarısızlar” olarak ayırmak yer almaktadır. Yetişmiş/başarılı olmanın kriteri nedir? Başarıların özelliği, sorulara doğru cevap vermeleri değil soruyu soranın doğrusunu doğru cevap kabul etmeleridir. Eğitim kelimesi yerleşmiştir kullanılabilir ancak taşıdığı anlamın mutlaka değişmesi gerekir. Eğitimin tanımı “insanı arif hâle getirmek” olmalıdır. Arif insan, karşısına çıkan yollardan kendisi için en doğrusunu seçebilir. “Arife tarif gerekmez”. Başkalarının doğrularının ne olduğuna odaklanan insanlara eğitimli; kendi yolunu bulabilene ise arif denir.

Milli kelimesi ise maalesef siyasi çağrışımları olan bir kelime hâline gelmiştir. Mesele öylesine mantıktan uzaklaşmıştır ki siyasi yelpazede birbirlerinden en uzakta olanlardan bir grup kendini ulusal olarak nitelendirirken; diğer gruptakiler kendilerini ulusal kelimesinin anlamdaşı milli kelimesiyle nitelendirir olmuştur. İnanın, ulusal eğitim veya milli eğitimin taşıdıkları anlam açısından bir farkı yoktur. “Milli eğitimi”, daha yaygın bir kullanımı olduğu için tercih etmekteyim. Milli yahut ulusal ne demektir? Bir millete has; millete özgü. Öyleyse “milli eğitimden” ne anlıyoruz? Bize özgü bize uygun eğitim.

Şimdi sorunuza dönebiliriz. Birinci sorunuz, eğitimde millileşme gerekli midir? Evet gereklidir.

Bakınız Şahin Öğretmenim, milli bir problemine çözüm arayıp da bulamayan tek bir millet yoktur ancak milli bir problemini başka bir milletin çözdüğü gibi çözebilen bir millet de yoktur.

Eğitim sistemleri; milletin tipik özelliklerini dikkate alarak tarihi ve coğrafi şartlara göre gelecek nesillere, gelecekte ihtiyaç duyacakları “düşünme biçimlerini”, bilgi ve becerileri kazandırmak amacıyla inşa edilmelidir. Şu an Türkiye’mizde geçerli olan eğitim sisteminin bu tanımın ne kadarını karşıladığını tartışmak bile abestir. Eğitim sistemimizin “milli” olmadığı; bize has olmadığı konusunda anlaştıysak, sorunuzun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Eğitim sistemimiz, başarısızdır. Bunun sebebi, sistemin bize has olmamasıdır. Sistem, bizim çocuklarımızın özelliklerine göre tasarlanmamıştır. Sistemin temel amacı, çocuklarımızı bize daha az benzetmektir. Sistemin hedeflerinin gerekliliği/faydası uzmanlar, öğretmenler, öğrenciler ve veliler tarafından sürekli sorgulanmaktadır. Başka ülkelerdeki eğitim sistemlerini denemekten sıkıldığımızda; ben sıkıldığımızda diyeyim, siz “başka ülkelerden sistem ithal ederek zenginleşenler doyduğunda” olarak anlayın, sistemi tasarlarken çocuklarımızın özelliklerini, ülkemizin sunduğu fırsatları, gereklilikleri, tarihi ve coğrafi misyonumuzu dikkate alarak ilerde bir “milli eğitim sistemi” inşa edip başarıya ulaştığımızda, bugün milli bir eğitim sistemine ne kadar ihtiyaç duyduğumuz anlaşılacaktır.

Bu hususla ilgili iki örnek vermek istiyorum:

İlkokullarımız Finlandiya; liselerimiz Fransa; yükseköğretim kurumlarımız ABD sistemlerinin benzeridir. İlkokullarda öğrencilerimizin teneffüse çıkışını hatırlayalım. Bağırarak ve koşarak. Neden? Sınıfta bu öğrencilere ne yapılmaktadır ki bu öğrenciler sınıftan âdeta kaçmaktadır. 2022 yılında bir yüksek lisans öğrencimle yaptığımız çalışmada ilkokul öğrencilerin tamamının teneffüs sürelerinin yetersizliğinden ve derslerin süresinin uzunluğundan mustarip olduğunu gördük. Sistem çok iyi olabilir ama bize uygun değil. İlkokul öğrencilerimizin özellikleri, sınıflarımızın okullarımızın fiziki durumu, ülkemizin coğrafi şartları dikkate alınmadan (Finlandiya modeline dayalı olarak) kurulan sistem, milli değildir.

Liseyi Türkiye’de bitirmiş, Türkçe konuşan, ulusal sınavlarda yüksek puanlar alan bir gencimize, üniversite hayatına başladığında oryantasyon eğitimine ihtiyaç duyması hangi mantıkla açıklanır? Bu öğrenci kendi ülkesinde liseyi bitirip kendi ülkesindeki bir üniversiteye başlamaktadır. Lisenin temel amaçlarından biri de öğrenciyi üniversite eğitimine hazırlamak değil midir? Evet bir oryantasyon gereklidir. Ama niçin oryantasyona ihtiyaç duyulmaktadır? Çünkü eğitim sistemimiz bir sistem değildir. Parçaları arasında uyumsuzluk söz konusudur. Oysa milli bir eğitim sistemi anaokulunun ilk gününden doktora eğitiminin sonuna kadar birbiriyle ilintili, birbirini destekleyen kademelerden oluşur. Yeri gelmişken söyleyeyim, eğitim sisteminin farklı kademelerindeki öğretmenler bir önceki kademedeki öğretmenlerin yaptıklarına hayretle bakmakta; bu öğrencinin nasıl olup da bir önceki kademedeki okuldan mezun edildiğini anlayamamaktadır. Bir yükseköğretim kurumundan mezun olan bir bireyin yaptıklarına ve yapamadıklarına bakan milletimiz de eğitim sisteminde bu öğrencinin 16-18 yıl boyunca nasıl eğitildiğini anlamamaktadır. Bir ülkedeki eğitim sistemin parçaları uyum içinde çalışmalıdır. Aksi takdirde, ülkenin geleceği de tehlikeye düşmüş demektir.

Bakınız, taklit sistemler bireye ve ülkeye nasıl zararlar veriyor: Ülkemizde üniversiteye öğrenci seçerken kullandığımız sistem, “iyi” bölümlere girmek için matematik ve fen bilimleri sorularında başarılı olmayı zorunlu kılmaktadır. Gençlerimiz de ister istemez fen ve matematiğe gereğinden çok odaklanmaktadır. Oysa tüm gençlerimizi ama özellikle kritik meslekleri yapacak olanları en başta tarih, özellikle yakın tarihimiz ve coğrafya bilgisine; sonra Türkçe (özellikle dil becerileri demedim) bilgisine bakarak seçmeliyiz.

Örnekleri, herhangi bir öğrencinin bir davranışına, bir sınıfın tefrişatına, hatta herhangi bir ders kitabına bakarak çoğaltmak mümkündür. Ancak maksadın hasıl olduğu söylenebilir. Özetle bir ülkede başka ülkelerin denenmiş ve hatta başarılı olmuş sistemleri değil ancak milli eğitim sistemleri başarılı olur. Başka bir ülkenin başarılı olmuş milli eğitim sisteminin, modelinin vb. ülkemizde başarılı olmasını beklemek, en hafif tabirle saflıktır.

İkinci sorunuz, Eğitimde millileşme nasıl olacak? Bunun iki ön şartı vardır:

Birincisi, yola yanlışa ikna edildiğini kabul etmenin ağır psikolojik bedelini ödemeyi göze alanlarla çıkmaktır. Yanlış yolda ilerlemiş olmak, doğru yolun başına gelip tekrar başlamayı zorlaştırır. Bu bedeli, “Yolumuzu buluyoruz, onca yıl uğraştım boşuna mıydı? Bana ne derler? Şimdi öbürleri gibi mi olayım”… diyenler ödeyemez. Yanıldığını, aldatıldığını bilip huzurunun kaçmasına müsaade etmek de herkesin harcı değildir.

İkincisi, eğitimde millileşmeyi ülkemizin basit siyasi düzleminde tartışmamaktır. Çünkü bir fikir, bir siyasi kişiliğin ağzından çıktığında artık o hususta fikir belirtmek bilim insanının yapabileceği iş değildir. Aksi hâlde söylediğiniz her şey, sizi taraftar veya muhalif yapar. Ayrıca siyasiler soruları genelde yanlış sorar. Bunu açmamız gerek; bir örnek vereyim: Bir siyasi kişilik “Hocam, çocuklar beş yaşında okuma yazma öğrenebilir mi” diye sorduğunda (ki bu soru soruldu), doğru cevap “Evet, kolaylıkla öğrenebilir”dir. Ancak bir bilim insanı veya ahlaklı bir eğitimci susmalıdır. Akabinde çocuklarımızın beş yaşında ilkokula başladığını görürüz. Sorunun doğrusu şudur: “Hocam, ilkokula başlama yaşı ne olmalıdır?”. Yanlış soruya doğru cevap verilmez.

Bu iki temel şartı sağladığımızda eğitimde millileşme için cevapları nerede arayacağız ve bulduğumuzda nasıl tanıyacağız sorularının cevaplarını arayabiliriz.

Cevapları tarihimizdeki uygulamalarda buluruz. Bazen geriye dönüş ilerlemedir.

İnsan ihtiyaçları değişmez, değişen bu ihtiyaçların nasıl karşılandığıdır. A noktasından B noktasına gitme ihtiyacı hiç değişmemiştir. İlk kez ayakkabı gören insanın şaşkınlığıyla ilk kez uçak gören insanın şaşkınlığı aynıdır. İlk ayakkabıyı icat etmekle uçağı icat etmek ulaşım açısından aynı öneme sahiptir. Belki ileride ışınlanarak seyahat edeceğiz. O gün uçaklarla ayakkabıların çok da bir farkı kalmayacaktır. Toplumların sonraki nesilleri eğitmesi, ilk insan için de günümüzde yaşayan bir insan için de aynı şekilde bir ihtiyaçtır. İhtiyaç aynıdır, günümüzde sadece mağara duvarlarına çizilen resimlerin yerini kitaplar; tecrübeli avcıların yerini öğretmenler, talimin yerini alıştırmalar almıştır. Şimdi soru şu: Çöllerle kaplı bir ülkede ilk kez ayakkabı gören bir kişi elbette bu büyük icadı kendi ülkesine götürmek isteyecektir. Ancak çöl insanlarının ulaşım ihtiyacını karşılayan ayakkabılar, bataklıklarla dolu ülkedeki insanlar için faydalı mıdır zararlı mıdır? Günümüzde de durum aynıdır. Nüfusu bir İstanbul kadar bile olmayan, terör sorunu olmayan, sınırları çok daha güvenli, geçmiş 200-300 yıldır dünyayı sömüren tarafta kalmış bir ülkeye gidip orada gördüklerine hayran olup kendinden geçen; ülkemize döndüğü zaman “efendim Fin eğitim sistemi mükemmel” çığlıklarıyla Finlandiya’da gördüğü uygulamaları öneren ve maalesef bunu “yutturan” bir eğitimcinin, çöl ülkesinin ayakkabılarına hayran olup bataklık ülkesindeki yurttaşlarına öve öve bunları giydiren kişiden farkı yoktur. Durumu somutlaştırmak için şu örneği vereyim: “Fransızlar, Almanlar, Hintliler, Araplar çok güzel İngilizce konuşuyor; biz neredeyse on yıl öğretmemize rağmen çocuklarımız niçin İngilizce öğrenemiyor/niçin İngilizce öğretemiyoruz?” sorusuyla karşılaşıyoruz. Cevap evet, zorlanıyoruz çünkü ana dilimizle İngilizcenin işleyişi çok farklı; ortak veya benzer kelimemiz çok az. Bu zorluğa rağmen bir de Fransızların, kendi çocuklarına İngilizce öğrettiği gibi kendi çocuklarımıza İngilizce öğretmeye çalıştığımızda bu sonuç gayet doğal. Yabancılara Türkçe öğretiminde de kendi çocuklarımıza İngilizce öğrettiğimiz gibi öğrettiğimizden dolayı başarısızız.

Hocam uluslararası derecelendirme kurumları, uluslararası sınavlar, uluslararası standartlar indeksleme kurumları var. Biliyorsunuz ülkemizdeki üniversiteler ve Milli Eğitim Bakanlığı bu kurumların sıralamalarında üstlere çıkmak için yoğun çaba harcıyorlar. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Şahin öğretmenim, bazı yarışlarda sonuncu olmak değil yarışlara katılmak kaybetmektir. Teşbihte hata olmasın, söyleyeceklerim daha anlaşılır olsun diye söylüyorum: Kim daha çok odun taşıyacak yarışmasına katılan bir at birinci gelse ne olur sonuncu gelse ne olur? Uluslararası sınavlarda (PISA, TIMSS vb.) öğrencilerimizin gerilerde olmasını hiç önemsemiyorum. Bir açıklama yapmak zorundaysam, sonuçları doğal karşılıyorum. Çocuklarımız eğitimsiz veya daha az zeki değiller; bu sınavlarda çıkan sorulara yönelik olarak eğitilmediler. Ayrıca bu sınavlarda başarılı olmak, bir sistemin başarılı olduğunu göstermez. Doğal olmayan, öğrencilerimizin böyle bir uluslararası sınava sokulması yoluyla, potansiyelimize, üstün ve zayıf yönlerimize ilişkin verinin yurtdışına çıkmasına müsaade etmektir.

Uluslararasılaşmaya kesinlikle karşı değilim ve uluslararasılaşmayı destekliyorum. Yabancı uyruklu öğrencilerin ülkemiz üniversitelerinde eğitim alması veya gençlerimizin yabancı ülkelerde üniversite eğitimi alması son derece önemlidir. Dünyaya entegre olmak, son derece önemlidir. Üniversiteler, dünyaya entegre olmamızda en önemli kurumlardır. Akademisyenlerimizin kendi alanlarıyla ilgili gelişmeleri takip etmesi; bu konularla ilgili araştırma ve yayın yapması da son derece önemlidir. Ancak, üniversitelerimizin girdiği sırala(n)ma yarışını anlamakta zorlanıyorum. Üniversitenin hele de devlet üniversitelerinin misyonu, vatandaşlarımızın ihtiyaç duyduğu bilimsel bilgiyi üretmek; devletimizin ve milletimizin gelecekte ihtiyaç duyacağı donanımda insanı eğitmektir. Üniversiteleri sıralayan hemen hepsi ticari faaliyet için açılmış şirketlerin nasıl uydurdukları kimse tarafından bilinmeyen kriterlerini karşılamaya çalışmanın bu misyona zarar verdiğini değerlendiriyorum. Ayrıca bu kriterlerin hemen tamamı oranla ilgilidir. Akademik personel sayısının öğrenci sayısına oranı, yayın sayısının akademik personel sayısına oranı, fiziksel mekânın metrekaresinin öğrenci sayısına oranı, yüksek lisans yapan öğrenci sayısının lisans öğrencisi sayısına oranı… Bu oranlarla değerlendirme yapmanın, yemekteki mercimeğin soğana oranı ne kadar yüksekse yemek o kadar iyidir demekten farkı yoktur. Mercimeğin oranını yükseltmek için mercimeği artırdığınızda veya soğanı azalttığınızda iyi bir yemek yapmış olmazsınız. Ha, yemeğinizi uluslararası derecelendirme kuruluşları üst sıralara taşırlar o ayrı.

Bakın bu kriter konusunu biraz daha açmalıyız. Kriterler, bir göz boyama, bir cambaza bak öyküsüdür. En mutlu ülkeler sıralamasına baktığımızda Finlandiya en üsttedir. İntihar oranının en yüksek olduğu (öğrenci intiharı da dâhil) gelişmiş batı ülkelerinden ikincisi de Finlandiya’dır. Şimdi size soruyorum, mutluluktan mı intihar ediyorlar. Mutluluğun tanımı ve mutluluğu yordamak için kullanılan kriterler, yanlıştır. Şimdi eğitimde Fin modelini dayatanlara, çocuklarımızı intihara mı sürüklemek istiyorsunuz desem. Bu, ithalci eğitimcilerin yıllardır yaptığı şey olur: Verileri keyfimin istediği gibi yorumlamak…

Yeri gelmişken Güney Kore’nin de intihar oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri olduğunu; öğrenci mutsuzluğunda ise bir numara olduğunu da söyleyelim ki PISA veya TIMMS’te başarılı olmak için bu iki ülkeyi model almaya çalışanları izana davet etmiş olalım.

Bir muhtemel yanlış anlamayı önleyelim diye söylüyorum çünkü eskiden, sosyal medyayı kullandığım zamanlarda, düşüncelerime itiraz eden insanlar düşünceleriyle değil genellikle nasıl bir bilim insanı böyle düşünür diye itiraz ediyorlardı. Aklın yolu birdir diye bir söz vardır. Aklın yolu asla bir değildir. Neredeyse insan sayısı kadar akıl vardır ve görüleceği üzere herkes kendi aklının doğru olduğunu düşünüyor. Bilim (bilimsel yöntem) ve özellikle matematik ise akıllar arasında hakemlik yapması için vardır. Kişisel doğruların bilimsel gerçeklermiş gibi sunulması hariç, hakikate ulaşmada çoğu zaman bilimsel yöntemin kişisel akıl yürütmelerden daha etkili olduğunu; matematiğin ise bizi kesinliğe en çok yaklaştıran enstrüman olduğunu değerlendiriyorum.

Mustafa hocam, bu bağlamda ülkemizde eğitim sistemi içerisindeki doğruların ve hakikatlerin birbirinden farklı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, doğru söylediniz. Şahin öğretmenim bu noktada doğru ve hakikat kelimeleri üzerinde duralım ki söyleyeceklerimiz doğru şekilde anlaşılabilsin. Akıl sayısı kadar doğru vardır. Doğru; kişiye, yere, zamana göre değişebilir; hakikat ise değişmeyen gerçeklerdir. Doğruları kabul ederseniz doğru; etmezseniz yanlış olur. Ancak hakikatin onaya ihtiyacı yoktur.

Evet, insanlar bütüncül anlarlar, evet okumada temel amaç anlamaktır, evet bütünü anlamak parçayı anlamaktan önemlidir. Bunlar doğrudur ama Türkiye’de fiş yöntemiyle ilkokuma yazma öğretimi yanlıştır. İngiltere eğitim sisteminin doğrusu, Türkiye için yanlıştır. Evet, Türkçe ses temelli bir dildir, evet ses harf ilişkisini kavramak önemlidir ama ses temelli ilkokuma yazma öğretimi yanlıştır. Seçilen yazı biçemine (ki artık dik temel harfler kullanılmaktadır) uygun bir yöntem olabilir ama sınıflarda öğrencilerimiz ve öğretmenlerimiz bomboş etkinliklerle boş yere aylar kaybetmektedir. Sınıflardan duyulan eeeee, lllllll, kkkkkk, sesleri içimi acıtmaktadır. Hakikat nedir? Hakikat, yöntem, yazı biçemi, dilin özellikleri, kullandığınız harflerin özellikleri ve alfabenin özelliklerini beraberce düşünüp bir ilkokuma yazma modeli geliştirmektir. Daha fazla açıklama ile vaktinizi almak istemem ama eninde sonunda geleceğimiz modeli de açıklamakta fayda görüyorum: Harf yöntemi. Bir aydan kısa sürede ve kolayca okumaya yazmaya geçilecektir. Efendim yapılan araştırmalara göre… Dediğim gibi. Bir yöntemin başka bir ülkede başarılı olması, ülkemizde başarısız olacağının habercisidir.

Diğer bir örnek ise değer öğretimidir. Bu, tıpkı çoklu zekâ gibi moda bir kavramdır. İyice posası çıkana kadar satılacaktır. Hakikatte hiçbir önemi ve faydası yoktur. Okulda değer eğitimi olmaz. Haydi, çocuklar dostluk kabini boyayalım, Ahmet’i sabır balonuna ulaştıralım dediğimizde bir değer öğretmiş olmuyoruz. Okul merdivenlerine yazılan değerlerle değer öğretimi yapılmaz. Hakikatte toplumda ve ailede hangi “hâkim ruh hâlinin şekillendirdiği davranış örüntüsü” yaşanılırsa bir sonraki nesle de o aktarılır. İsim verilen değer, artık toplumsal bir olgu olmaktan çıkar; o ismi verenin, öğrencilerin karakterinde görmek istediği davranışa dönüşür. Diğer taraftan değer kelimesi bir değeri çağrıştırıyor. Oysa dostluk, sabır, çalışkanlık, ölçülebilir, sıralanabilir, değiş tokuş için kullanılabilir bir değere sahip değildir. “Değerler öğretimi”nin İngiltere’de ortaya çıktığını hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum.

Sorular, eğitimde vazgeçilmez araçlardır, doğru. Ancak soru sormanın hakikati, öğrencilerin ne öğrendiklerini veya hatırladıklarını test etmek değil öğrencilerimize soru sormayı ve anlamayı öğretmek olmalıdır. Öğrencilerin verdikleri cevaplara değil kendi sorularımızın öğrencide hangi düşünme biçimini geliştirdiğine odaklanmalıyız. Örneğin metinde açıkça geçen ve öğrencinin metni anlamasa bile gözleriyle cevabı bulabileceği (yüzeysel anlam kurma) sorular sorduğumuzda aslında öğrenciye “duyduğunu, gördüğünü doğru kabul et, başın ağrımaz” düşünme biçimini öğrettiğimizin farkında olmalıyız. Öyle sorular sormalıyız ki alt metinleri veya ima edilen bilgileri çıkarmayı (derinlemesine anlam kurma) öğretebilelim.

Şahin Öğretmenim, öğretmenlerimize ulaşabilmem için bana bu imkânı sağladığınız için çok teşekkür ederim. Umarım öğretmenlerimiz söylediklerimi kabul etmek veya reddetmek yerine burada kısaca anlatılan düşünceler üzerinde düşünür, kendileri ve öğrencileri için kazanca dönüştürürler.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları