Yüksel Pazarkaya

Enkaz Kadınları ve Tiyatro

07 Mayıs 2012 Pazartesi

İkinci Dünya Savaşı sona erdiği gün, başta Berlin, Almanya’nın hemen hemen bütün kentleri birer enkaz yığınıydı. Çoğunluk kadın, hayatta kalanlar için ama bu enkaz yığınları arasında yaşam devam ediyordu. Kadınlar, hemen elden ele uzatarak enkazı kaldırmaya başladı.

Enkaz içinde girilebilecek bodrum katları, ayakta kalan tek tük binalar ise elbette karda kışta başı bir çatı altına sokmanın yanında iki işte kullanıldı: Tiyatro ve okul. Karın doyuracak ekmeği henüz bulamayan Almanlar, savaş sonrası ilk iş olarak oda ve bodrum tiyatrolarını gerçekleştirdiler. Aynı mekânlarda çocuklara okul, yetişkinlere halk okulu (Volkshochschule) kurdular.

Çünkü Alman halkı, 60 milyondan fazla insanı yok eden İkinci Dünya Savaşı felaketinden sonra, yaşamı ve varlığını sürdürmek istiyordu. Ama iki ayaklı ot olarak değil, us ve zekâ yetenekli çağdaş bir insan olarak.

Okul ve tiyatro çağdaşlığın beşiğidir. Elbette okul ve tiyatroya, çağdaşlığı yok etmek için siyasi ve çıkarcı mihraklar el atıp yozlaştırmazlarsa. Tiyatro, bunun eğitimini almış ve meslek sürecinde kendini süreğen yetiştirmeyi boşlamamış insanların işidir yani sanatçıların. Ancak onlar bu işi, toplumun bütünü için en üstün nitelikte yapma çabası içindedirler. Onların sanat ve toplum, insan ve insancıl değerler dışında bir tasaları olamaz.

İnsanlık tarihine baktığımız zaman, nerede uygarlık yeşermişse, orada tiyatro vardır. Köy seyirliği de uygarlık göstergesidir, Anadolu’nun her yanında kalıntılarına kalıtçı olduğumuz on bin, on beş, yirmi bin kişilik amfitiyatrolar da. O büyük uygarlıkların tanıklarıdır bu tiyatrolar ve o büyük uygarlıklar bu tiyatrolar sayesinde boy atmıştır. Eski çağlarda kent nüfusunu düşündüğümüz zaman, on beş, yirmi bin kişilik amfitiyatrolara çoluk çocuk bütün halkın doluştuğunu, orada yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak tiyatroyla bütünleştiğini anlamak kolay. Bizim meddah, orta oyunu ve Karagöz de ileri uygarlık demektir.

Bu geleneksel seyirliklerimizin yanı sıra Batı anlamında tiyatro ile antik tiyatroların anavatanı olarak tanışmamız ne yazık ancak 19. yüzyılın ortalarında Tanzimat ile başlamış, Ahmet Vefik Paşa gibi tutkunlar sayesinde yol almıştır. Ama tiyatronun bir uygarlık okulu, uygarlık yuvası olduğunu ancak Cumhuriyet ile anlamaya başladık. Büyük kurucu ve kurtarıcı Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk kuşak sanatçıları için sözleri belleklerimize kazınmıştır.

Tiyatromuzun bugüne gelmesi, büyük ve yüce gönüllü sanatçıların çabalarıyla olanak bulmuştur. Anısı önünde sevgi ve saygı ile eğildiğim Muhsin Ertuğrul, 1927 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki ilk Hamlet temsiline yalnızca dokuz seyircinin geldiğini yazmış ve anlatmıştı. O sanatçı kuşaklar yalnız tiyatromuzu geliştirmek için büyük ceht ve cefaya katlanmamışlar, aynı zamanda, daha da önemlisi, seyirci yetiştiren birer okul olmuşlardır.

Sözü uzatmayayım, özerk, özgür ve özgün sanatın olmadığı toplum ilkel kalmaya yargılıdır. Okul eğitimi düzeyi dört yılla sınırlanan ve tiyatrosuna baltayla girilen bir toplum uygar olamaz, çağdaş uygar hiç olamaz.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kaygan Mantık 7 Şubat 2014
Yargı ve Demokrasi 30 Ocak 2014

Günün Köşe Yazıları