Kayıp tuzlu bastoncuk! Özdemir İnce’nin yazısı...

Adana’da Salkım adlı dergide 1954’te şiir yayınlamışım. Nihat (Ziyalan) ve Yılmaz (Güney) da o tarihlerde yayın dünyasına dergilerde girmiş olmalılar. Nihat, akıl almaz bir şey, Türkiye’de yayınlanan şiirlere benzemeyen şiirler yazıyordu o sırada. Ankara’nın, İstanbul’un İkinci Yenilerine benzemeyen şiirler. Tuzlu Bastoncuk (Baton Salé) adlı müthiş bir şiir yayınlamıştı. Nihat’ın yeni kitabı Sevdakeş’teki (Yapı Kredi Yayınları) bir şiirinde (Maya Çaldım Toprağa, s. 64) şu dizelere rastlıyorum: “Yeşilçam’da at koşturur/ Kolu kırık dığıdık/ Zorlamayın/ Soyunamam”. Yıl 1968 ya da 69. Yılmaz, Nihat’la görüşüp bir film işi ayarlamış. Nihat’ın film çekilirken attan düşüp kolunu kırdığını söylediler. Yukarıdaki şiirin ilk iki dizesi, o attan düşmeye gönderme yapıyor. İzleyen iki dizede ise sinemayı bırakmasının ipucu var.

Özdemir İnce

ÖZDEMİR, NİHAT, YILMAZ! ÜÇ EN YAKIN ARKADAŞ...

Masal bu ya, mevki Adana, yıl 1954, üç arkadaş kılıç yerine şarap bardağı tokuşturarak “On yıl sonra bizi bütün Türkiye, yirmi yıl sonra bütün dünya tanıyacak!” demişlerdi. Şimdi biri Paris’in Père Lachaise Mezarlığı’nda yatıyor, ikincisi adı Sidney olan bir memlekette kırk yıldır gurbette, üçüncüsü bu yazıyı yazıyor.

Benim tanıdıklarım, arkadaşlarım vardır. En yakın: Nihat ve Yılmaz. Çok daha sonra Aziz Çalışlar. Nihat’la nasıl tanıştığımızı anımsamıyorum.

Yılmaz’ı Mersin’e Nihat getirdi. Lise ikide olmalıyım. Akkahve’de okurmuş, pipo tüttürürken kitap okuyordum. Nihat şiir yazıyordu. Yılmaz öykücüydü.

O gün öğrendim. Nihat, şimdikilerin deyişiyle çok “sosyal” bir insandı. İstanbul’la, Ankara’yla ilişkisi vardı. Bize sanki ağabeylik yapıyordu. Adana’da bir sayı yayınlanan Yağmur dergisinde şiirimi yayınlattı. Yayınlanan ilk şiirimdi.

O yıllarda Mersin, Tarsus, Adana; İstanbul ve Ankara’dan bağımsız bir edebiyat ve sanat merkeziydiler. Şiir günleri yapılırdı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın kitabevi vardı Adana’da. Kitap da satan gazete dükkanları vardı.

Adını unuttum, Adana’da yazlık kahve-gazino işleten bir kabadayı vardı. Şiir okuma günleri düzenler, kazananlara, tenekesiyle zeytinyağı, kutusuyla makarna ve don-gömlek armağanı verirdi.

Adana’da solcu bilgin Kolanyacı Şükrü, Mersin’de folklor bilgini, edebiyat öğretmeni Cahit Öztelli, Paris’ten gelen resim öğretmeni Haşmet Akal vardı. Ve asıl önemlisi Akkahve vardı.

Nihat, İstanbul’la, Ankara’yla mektuplaşıyordu. Yılmaz’la beni Vedat Günyol’a (Yeni Ufuklar) tanıtan Nihat’tır. O yıllarda Yeni Ufuklar’da bir şey yayınlamak çok önemliydi, öteki dergiler kapılarını açardı. Birkaç kez üçümüz aynı sayıda olduk. Ankara’da yayınlanan ve İkinci Yeni’yi icat eden Pazar Postası’nı da o haber verdi bize.

Varlık, Yücel (1954’te şiirim yayınlanmış, ilk telif ücretimi almışım), Kaynak (1 Mayıs 1952, 54’üncü sayıdan itibaren abone olmuşum. Eylül 1954 sayısında şiirim yayınlanmış), Yeni Ufuklar (1954’te şiirim yayınlanmış), Pazar Postası (1955’te şiir yayınlamışım), Yeditepe (1956’da şiir yayınlamışım) gibi dergileri okuyorduk.

Adana’da Salkım adlı dergide 1954’te şiir yayınlamışım. Buna göre Nihat ve Yılmaz da o tarihlerde yayın dünyasına dergilerde girmiş olmalılar.

Nihat, akıl almaz bir şey, Türkiye’de yayınlanan şiirlere benzemeyen şiirler yazıyordu o sırada. Ankara’nın, İstanbul’un İkinci Yenilerine benzemeyen şiirler. Tuzlu Bastoncuk (Baton Salé) adlı müthiş bir şiir yayınlamıştı. Kitaplarına almadı bu şiiri. Bir gün kızarak sordum. Meğer yitirmiş ve bulamıyormuş.

Nihat kimseye benzemeyen şiirler yazıyordu. Türkiye’de kimseye benzemeyen şiir yazarsan yandın. Piç ya da yetim muamelesi görürsün. İlle de emmin, dayın, enişten, kirven, horantan olacak. Yoksa yandın! Geçenlerde hödüklerden biri, Nihat’a, “Türkiye’de böyle şiirler yazılmıyor” diye yazmış. Olumsuz anlamda.

Nihat Ziyalan, Yılmaz Güney

‘TÜRKİYE’DE NİHAT ZİYALAN’IN YAZDIĞI GİBİ ŞİİR YAZILAMIYOR!’

Dergileri, gönderilen şiir kitaplarını, antolojileri ben de okuyorum. Okuduklarım, Nihat’ın 1950’lerde yayınladığı şiirlerin düzeyinde bile değil. Gerçekten de Türkiye’de Nihat Ziyalan’ın yazdığı şiir gibi şiir yazılamıyor.

Yılmaz’ın (Yılmaz, Yılmaz dediğim Yılmaz Pütün yani Yılmaz Güney’dir!) ilk öykülerini, hele benim önsözümle yayımlanan baskıyı, mutlaka okuyun.

Yılmaz o sıralar yazdığı öyküleri “Sosyal Romantizm” diye tanımlıyordu. Okuyun, Üstgerçekçiliğe bal gibi bulaşmış öykülerdir.

Demem o ki taşrada taşralı gibi değildik. “Dağdan indim şehre” durumu herhangi bir konuda asla olmadı.

Liseyi bitirdik. Nihat bitirmedi. Yılmaz 1955’te Ankara Hukuk Fakültesi’ne yazıldı. Adana’da Dar Film’de dağıtıcı olarak çalışıyordu. Ben 1956’da Ankara’ya gittim, Hukuk Fakültesi’ne yazıldım.

Nihat, Adana’da kaldı ama 1957’de askere gitti ve evlendi, bana “Kızma!” diye yazdı. Yılmaz, 1957’de İstanbul’a gitti. Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki kaydını ben sildirdim, İstanbul’da İktisat Fakültesi’ne yazıldı.

Aynı yıl, bir gün, çalıştığım GEE Kütüphanesi’ne telefon etti. Kızılay’da Piknik’in önünde buluştuk. Oradan Ulus’a doğru yürüdük. Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin önüne geldiğimiz zaman “Ben sinemaya başlıyorum. Benden sonra Nihat ve sen geleceksiniz.” dedi.

Şaşırmıştım. Gide gide Herhele Meydanı’nda bir otele vardık. Atıf Yılmaz ve Nurhan Nur’la, film ekibiyle tanıştım. İş ciddi ve gerçekti. Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik’i çekmek için Kapadokya’ya gidiyorlardı. Yılmaz başrol oynayacaktı, ayrıca asistanlık da yapacaktı.

YEŞİLÇAM...

Yemekte Nurhan Nur, Atıf Yılmaz’a “Atıf, Özdemir de bizimle gelsin ona da rol var” dedi. Ben de “Ülker’e sormadan olmaz!” dedim. Orada kaldı.

Nihat bu arada askerliğini bitirmiş, Adana’ya dönmüş, Şehir Tiyatrosu’na girmiş... Ben bu arada 1965 yılında Fransa’ya ek öğrenime gittim. Ben Paris’teyken Yılmaz sinemada ilk ödülünü aldı.

Nihat, Adana Şehir Tiyatrosu’ndan Asaf Çiğiltepe’nin yönettiği Ankara Sanat Tiyatrosu’na (AST) transfer oldu, o zaman “Bizim uzun oğlan demek ki iyi bir oyuncu olmuş” diye düşündüm, “İyi oyuncu olmasaydı Asaf ve Güner Sümer bizimkini AST’ın kapısından içeri sokmazdı.”

YEŞİLÇAM’DA AT KOŞTURAN ŞAİR!

Yıl 1968 ya da 69. Yılmaz, Nebahat Çehre ile evli. Taksim’de Nebahat Çehre’nin evinde oturuyorlar. Yılmaz’la beleşine tavla oynuyoruz. Nihat’ın da heveslendiğini bildiğim için Yılmaz’a “Hani senden sonra biz de sinemaya geçecektik. Beni geç, ben tekrar Fransa’ya gidip doktora moktora yapacağım, hevesim üniversiteye hoca olmak; sen Nihat için bir şeyler yap” dedim.

Yılmaz, Nihat’la görüşüp bir film işi ayarlamış. O sırada ben de İstanbul’dayım. Nihat’ın film çekilirken attan düşüp kolunu kırdığını söylediler. Ülker’le hastaneye gittik. Bizimki iyileşmiş ama hastaneye ödeyecek para olmadığı için çıkamıyor. Yılmaz’dan para bekleniyor.

Şu sıralar Nihat’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlanan yeni şiir kitabı Sevdakeş’i okumaktayım. Bu yazı da zaten bu kitap üzerine, öyle olacak. Bir şiirinde (Maya Çaldım Toprağa, s.64) şu dizelere rastlıyorum: “Yeşilçam’da at koşturur/ Kolu kırık/ dığıdık/ Zorlamayı/ Soyunamam”.

İlk iki dize, sözünü ettiğim attan düşmeye gönderme yapıyor. İzleyen iki dizede ise sinemayı bırakmasının ipucu var. Bu ipucu Yeşiçam’ı terk etmesinin nedenini açıklıyor. Ben olayı ve Nihat’ın hayatını bildiğim için böyle anlıyorum. Ama bu olguyu bilmeyenlerle birlikte şiire dönüyorum ve bir başka anlama (anlamlara) varıyorum.

SKANDALSIZ JÖN!

Nihat çok yakışıklı bir erkektir. “İdi” demiyorum “dir” diyorum dikkat ederseniz. O yıllarda Yeşilçam’da epeyce çok sayıda yakışıklı erkek (jön) vardı. Bu nedenle onların arasında yer bulmak çok zordu.

Kötü adamlar genellikle yakışıklı olmayan kavruk, alaturka erkekler tarafından oynanıyordu. Bu nedenle Nihat’ı yakışıklı, batılı tipli bir kötü adam olarak tipleştirmek istediler. Çirkin Kral Yılmaz’ın antipotu (karşı ucu) olarak. Ama olmadı, 150 kadar filmde rol almasına karşın iş tutmadı.

Bu arada Yeşilçam’da pornomsu filmler akımı başladı. Erkekler de soyunuyordu, Nihat soyunmadı. Bu nedenle ıskartaya çıktı. Nihat aslında sakin ve saf bir çocuktur. Racona uyup aşk-meşk, hovardalık ayaklarına yatmadı.

Skandaldan uzak durdu ki bu hiç olmaz. Böylece gazetelerin magazin sayfalarına giremedi. (Şiir ve edebiyatta da aynı sorun.) O sıralar, tuhaf bir kadınla üçüncü evliliği başlamıştı.

Şimdi 28. sayfada yer alan Reklam adlı şiirin bir bölümünü okuyalım: “evliyken hiç bakmadım başka kadınlara/ hep aynı yüz/ bıkmadan kahvaltı/ kışkırtsın diye yemeğe acı katmalar”.

Okudunuz mu? Okudunuz! Birinci dize itiraf, ama “hep aynı yüz” ne demek, “bıkmadan kahvaltı” ne demek? “Evlilik” hakkındaki düşünceleri değil mi? Nihat hayatta saftır lakin şiir yazarken korkunç zekidir ama saf ayaklarına yatar.

Bana sorarsanız, ama sormayın, sonuncusu dışında kalan kadınlarla asla evlenmemeliydi. Ve asla sinemaya girmemeliydi. Bu yanlışın içinde benim de payım büyüktür. R.T. Erdoğan’ın dediği gibi, bu noktada, Nihat’tan “helallik” isterim.

ŞİİR NE MİDİR? NİHAT’IN YAZDIKLARIDIR!

“Şiir nedir?” sorusuna, “Ben ne bileyim!” diyecek yaşı bile geçtim. Ben de size aynı soruyu sorarım: “Şiir nedir?” Çok sıkıştırırsanız, “Nihat’ın yazdıklarıdır!” derim. Aksini kimse kanıtlayamaz.

Nihat, öğrenmek zorunda olduklarını tamamını öğrendi ve sonra usul ve töre gereği tamamını unuttu. Sonra, unuttuklarını anımsayarak yazma burcuna geldi. Bu burçta, ilkin gördüklerini, duyduklarını, beş duyu ile algıladıklarını yazdı.

Derken, şiirleri hayatın hızına uydurarak yazdı. Şimdi boşluğun fotoğrafını çekip, o boşluğu eliyle dolduruyor. Buna görüntü sanatlarında bindirme (superposé) sanatı denir.

Derrida’yı pek sevmem ama o da bazen hoşuma gidecek şeyler söyler. Ona göre, şiire ne olduğunu sorarsanız “Je suis une dictée” der. “Ben bir dikteyim.”

Açıklamak gerekir “la dictée” Fransızcada son derece önemlidir: Öğretmen sınıfta bir metni sesli okur, öğrenciler yazar. Dil düzeyini ölçmede son derece önemli bir sınavdır. Sesi yazıya geçirmektir.

‘NİHAT, BEŞ DUYUNUN SÖYLEDİKLERİNİ YAZAR VE TERCÜME EDER’

Elime böyle bir fırsat geçince, hemen Nihat’ın şiirini tanımlamakta kullanırım: Nihat beş duyunun söylediklerini yazar ve tercüme eder (transkripsiyonunu yapar). Nasıl mı? Şöyle:

“televizyonda/ yaşını almış/ bir çift yatağı/ tutuşturmuş/ odun atıp duruyorlar

İngilizce alt yazı geçiyor/ “bu kadınla adam evli/ Ama birbiriyle değil/ yaşam çok kısa/ siz de deneyin”.

Şiir devam ediyor, saydam, arkasını ve derin dibini görüyorsunuz. Şiir devam ediyor:

“tüketim toplumunun gönülsüz/ bir üyesi olarak/ reklam bitene kadar izlerken/ çevirmeye başladım sayfalarını/ yaşamım dediğim kitabın”.

Fotoğraf: DİLVİN YASA

ŞİİRDE KENDİ PATİKASINI AÇTI!

Yannis Ritsos şiirin okura “bunu ben de yazarım” duygusu vermesi gerektiğini söylerdi. Basit değil yalın şiirler, ustura ağzı kadar yalın. Sözcüklerin, seslerin, renk ve kokuların birbirini kirletmediği şiirler.

Günümüzün İkinci Yeni sonrası şiirler, bunun tam tersine, ressamın paletine benziyor: Renk karmaşası ve kirliliği var ama ortada resim yok.

Egemen zihniyete göre, Cemal-Edip-Turgut şiirinin öncesinde ve sonrasında bir Türk şiiri yok. Ama var: Utandırmamak için öncekileri yazmıyorum. Nihat bu üçlünün şiir yolunu beğenmemiş, kendi patikasını açmış…

Üçlü mitosunu bir yana bırakalım, açtıkları yolda bir kakafoni kalabalığı var. Nihat Ziyalan tek başına, kendisiyle konuşarak, yürüdüğü çölde çekirge ve balla besleniyor. Evet onun yazdığı şiir bu ülkede yazıl(a)mıyor.

TÜRK ŞİİRİNDE HİÇ AKRABASI OLMADI!

Nihat Ziyalan’ın Türk şiirinde hiçbir zaman bir akrabası olmadı. Bu çok iyi! Ev adresini bulmak için hiçbir yardımcı nirengi yoktur: “Caminin karşısındaki çeşmenin yanındaki mavi pancurlu ev” gibi. Türk şiirinin postacıları (eleştirmencileri) bu türden adresleri bulacak kadar zeki değildir.

Şiir açları artık Nihat Ziyalan’ın sofrasında çatlayıncaya kadar doyabilirler. Ancak kuru fasulye ile muz likörü içenlere, balığın yanında viski isteyenlere göre değildir bu sofra.

Şairler, şiirin Olympos’una biletle ya da torpille giremez. Oturacakları sandalye dükkanlarda satılmaz. Girmek için, orada oturacak sandalyesini şairin kendisi yapmalı. Nihat Ziyalan sandalyesini Sevdakeş’le tamamladı.