Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü’nün sahibi olan Engin Ayça’yla konuştuk: 'Kafamdaki soruları filmlerimde sordum'

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) düzenlediği 43. İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödüllerinden birinin sahibi Engin Ayça oldu. Ayça, iki yıl önceki açılış töreninde eşi Gülsen Tuncer’e Onur Ödülü’nü sunmuştu, bu yıl kendi ödülünü görüntü yönetmeni Çetin Tunca’nın elinden alırken Gülsen Tuncer eşini yine yalnız bırakmadı.

Orhun Atmış
Engin Ayça, Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra İtalya’da sinema yönetmenliği eğitimi gördü. Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminde asistanlığını yaptı. 1973-1975 yılları arasında Atilla Dorsay ve Nezih Coş ile çıkardığı 7. Sanat dergisi, o dönemler büyük bir boşluğu doldurdu. Yönettiği ilk uzun metraj filmi 1988'de Bez Bebek oldu; bu film Ankara Film Festivali'nde En İyi Senaryo, Amiens'de En İyi Kadın Oyuncu (Hülya Koçyiğit) ödüllerini kazandı. 1990'da Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu filmini yönetti. 2007'de yönettiği Suna, Sadri Alışık Ödülleri'nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü'nü (Gülsen Tuncer) kazandı. Toplumsal meseleler ve gelenekler üzerine belgesel filmler yönetti: Türkülü Hikâyeler, Bergama Der ki: Ölüler Altın Takmaz (1999), Penceremde Sardunyalar (2004), Kilim: Köklere Yolculuk (2010) ve Birleştik Tekel Olduk (2010) bunlara örnekler... Atatürk’le ilgili anılar anlatısı televizyon programı Beni Hatırlayınız'ı yönetti.

Çeşitli dergi ve gazetelerde sinema yazıları yazdı, çeviriler yaptı; yazıları Şu Sinema Dedikleri: Sinema Yazıları Elli Yıllık Birikim (2016) adlı kitapta derlendi. Sinema üzerine iki kitabı Türkçeye kazandırdı: Ayzenştayn'ın Ders Notları ve Sinemanın 100 Yılı. 1994'te İstanbul Film Festivali'nde Ulusal Yarışma jürisinde yer aldı.

Galata sakinlerinden Engin Ayça’yla bu Onur Ödülü’nü ve sinemayı konuşmak için buluştuk.

* İki yıl önce eşinize verdiğiniz Onur Ödülü’nü bu yıl da siz aldınız, ikisini birlikte düşününce ne hissediyorsunuz?

Bu tür ödüller tabii ki insanı sevindiriyor. Daha önce de eşim Gülsen Tuncer’i hatırlamışlardı. Türk sinemasında hem eşi hem kendisi sinemacı olan az kişi var. Peş peşe almış olduk, teşekkür ederiz. Darısı diğer festivallerin başına diyoruz!

* Sizin İstanbul Film Festivali’yle ilgili nasıl anılarınız var?

Biz başından beri festivalin yanındayız, içindeyiz. Hatta zaman zaman ilk yıllarda konukları da sunuyorduk. Seyirciyle söyleşileri hem ben hem Gülsen Hanım yapıyorduk. Hiç kopmadık. O yıllarda günde 2-3 film izliyorduk festivalde.

‘7. SANAT’LA İYİ İŞ YAPMIŞIZ’ 

* Biraz 1973-75 yıllarında çıkardığınız 7. Sanat sinema dergisinden söz edelim. O yıllarda nasıl bir boşluğu dolduruyordu?

Dergiyi çıkardığımız zamanlarda Sinematek yaşıyordu. Benim kafamda dergi düşüncesi vardı. Sinematek’te de o sıralarda Nezih Coş vardı, görüşüyorduk. Bir dergi çıkaralım dedik, ayrıntıları konuşurken Atilla Dorsay geçiyordu, duydu, “Ben de ne zamandır aynı şeyi düşünüyordum” dedi. O şekilde üç kişi dergi çıkartmak üzere koşturmaya başladık, 72’nin sonları.

* İlgi nasıldı, dergiyi nasıl ve nerelere dağıtıyordunuz?

Çok geniş bir dağıtım yapamıyorduk tabii ki, dağıtımcıya verecek sayıda basamıyorduk, finansmanımız yoktu. 2 bin civarında basıyorduk, onu da İstanbul’da elden dağıtıyorduk, Ankara’da birilerine gönderiyorduk, o dağıtıyordu. İzmir’e de benzer şekilde. Onun dışında talep gelirse belli sayıda postayla gönderiyorduk. Asıl İstanbul ağırlıklı dağıtıyorduk, Beyoğlu, Beyazıt, Kadıköy...

* Ne tür sinema yazıları yer alıyordu dergide?

O zaman Yeşilçam birçok insanı sinema olarak tatmin etmiyordu. Bizim de tavrımız Yeşilçam’dan başka bir sinemanın oluşması için katkıda bulunmak gerektiği üzerineydi. Alternatif sinema üretimi yoktu, olsa onları destekleyecektik. İleride bunun olacağını öngörmüştük. Bunun altyapısını, birikimini bu dergiyle oluşturalım diye düşündük. Bütün dünyadan elimize geçen yayınlardan, Fransa, İtalya, Amerika’dan söyleşileri ya da yararlı olacak yazıları çevirerek dergide yayımlıyorduk. Sistematik olmasa bile bir bütün olarak birinin dağarcığında yer edecek bilgi olsun istiyorduk. Yeşilçam’dan da söz etmek zorundaydık. Çünkü Türk sineması neticede. Türk filmlerine de gitmeye başladık, onları yazmaya ve yazdırmaya başladık. Yeşilçam’ın önemli isimleriyle söyleşiler yaptık. Yeşilçam’ı anlattırıyorduk onlara. Geriye dönüp baktığımızda iyi iş yapmışız, yararlı işler ortaya çıkmış kaynak olarak diyebilirim. 

‘1 MAYIS KATLİAMININ ÇEKİMLERİ KAYBOLDU’


Ben Roma’da sinema okulunda okudum. Roma’dan itibaren çekimlerin içine girdim. Türkiye’ye döndükten sonra, askere gitmeden önce birtakım çekimler yaptım. Bir kısa film çektim “Tuh Sana” isimli, bir öyküden uyarlama. Ayrıca İşçi Partisi’ne girmiştim, Maden-İş’le bağlantılarımız vardı. O sırada Devrim İçin Hareket isimli bir sokak tiyatrosu vardı, onun içinde ben de vardım. Ali Özgentürk ve Mehmet Ulusoy birlikte toparlarmışlardı, 20’ye yakın arkadaş işin içindeydik. Grev, sokak gösterileri çekmeye çalıştık. Hatta 1 Mayıs Katliamı’nda (1977) benim de çekimlerim vardı ama o çekimler kayboldu. Onları ben Maden-İş için çekmiştim. Başka arkadaşların çektikleri gösteriliyor ama benimkiler hiç yok. Bir gün umarım ortaya çıkar. Çünkü ben Beyazıt’tan yürüyüşü çekmeye başlamıştım. Taksim’e ben önceden gelmiştim, bir apartmana girdim, beşinci kattan çekim yapmaya başladım. Öteki arkadaşlar aşağıdaydı, ben bütün meydanı kapsamlı görüyordum. Ben tepeden kuş bakışı çekebilmiştim. Ben devamlı film çektim. Askerliğimi bitirdikten sonra da nasıl film çekebileceğimi araştırmaya başladım...

YILMAZ GÜNEY SİNEMASI... 

* Yılmaz Güney’e asistanlık yapma süreciniz nasıl gelişti?

İstanbul Üniversitesi’nin foto film merkezine başvurdum. Orada belgesel, tanıtım filmleri yapılıyordu. O sırada dergiyi çıkartmaya başlamıştım. Yılmaz Güney’le de o zamanlarda bağlantım oldu. Yılmaz Güney’in de kafasında farklı bir sinema yapısı oluşturmak vardı. Hükümlüyken düşünüp kararını vermişti, çıktığında buna dair çalışmaya başladı. Çok fazla kimseye bahsetmemişti bundan. Bize çok az bir kısmından söz etmişti. Kendisine ait bir finansmanı olan, kendi araştırmacıları, senaryocuları, dramaturgları olacak bir yapı oluşturmak istiyordu. Yeşilçam’ın alternatifi olacaktı bu. Onun ilk örneği olarak da “Arkadaş” (1975) filmini düşünmüş, o filmde benim de olmamı istedi. Şerif Gören vardı “kıdemli asistan” olarak. Ben orada “stajyer” gibiydim (gülüyor). Yılmaz Güney, “Bu ilk filmlerde kafamızdaki sinemayı uygulayamayız, en az 10 filmden sonra belki olabilir” diyordu. Seyirciyi dönüştürmeyi de düşünüyordu. Arkası çok fazla gelemedi. Onun için ben Yılmaz Güney yarım kalmış bir projedir derim. O kafasındaki sinema oluşsaydı ne olurdu, önü açık bir tartışma. Bir şeytan tüyü, karizması vardı Yılmaz Güney’in.

* Siz en başından beri sinemanın politik olması gerektiğini savunuyorsunuz...

Sinemaya politik olarak baktık. Politik görüşümüze göre filmleri değerlendirmeye çalıştık. Kafamızdaki sorular ister istemez yaptığımız filmlerde olacaktı. Yeşilçam dışında bir sinema olacaksa politik temelli filmlerin olması gerektiğini düşünüyorduk. Dünyanın her yerinde buna bağlı neler yapılıyorsa, onların bilgisini buraya taşımaya çalıştık. Yapabildiğimiz kadar yaptık.

UZUN PLAN ÇEKİMLERİ... 

* Filmlerinizde uzun, tek plan çekimleriniz dikkat çekiyor, bu tercihin nedeni ne?

O dönem var olan ticari sinema çok kesme, çok planlı çalışma yapıyor. Bu seyirciyi etkilemek üzerine bir güç. Ben seyirciyi bir şekilde yönlendirmeyi, baskı altına almayı düşünmüyorum. Seyircinin film karşısında belli bir mesafede değerlendirmesini, kendi kararını kendisinin vermesini istiyordum. Bunu yapabilmesi için seyirciye olanak sağlamam gerekiyordu. Bunu da uzun planlarla yapabilirdim, seyircinin görüntüde yaşanan ilişkilerle baş başa kalmasını, paylaşmasını ve bir parçası olmasını istiyordum. Bunu yaparken Theo Angelopoulos’tan yararlandım. Onu izlerken düşünüyordum neden bu kadar uzun yaptığını... kamerayla olayları izlerdi. Seyirci de ne anlatacak diye sorgulamaya başlardı bir süre sonra.

* Bugünlerde neler izliyorsunuz?

Son yıllarda filmlere gitmiyorum. Televizyona bakıyorum. TRT2’deki filmlere bakıyorum. TRT Avaz’da gösterilen Sovyet döneminden kalma Kırgız filmlerine denk geldim, onları izliyorum son zamanlarda.

* En son sinemada hangi filmi izlediniz?

Oppenheimer’ı seyrettim.

* Nasıl buldunuz?

Bu tür filmler bir olay anlatıyor. Sinema tarzı olarak baktığımda benim onayladığım bir anlatım tarzı değil. Seyirciyi baskı altına alan bir anlatım var. Ben Oppenheimer’ı nasıl anlattığına baktım; nasıl yaklaşmış, hangi boyutlara gitmiş, nerelere kadar gitmemiş... Bunun bir de politik yönü var çünkü. İşte politik işlenir “gibi” yapılmış.

* Tekrar tekrar izlediğiniz filmler var mı?

İran yapımı, Cafer Panahi’nin Taksi Tahran filmini ne zaman TRT2’de denk gelsem izlerim. Benim filmlerimin de tekrar tekrar izlenilmesini izlerim. Çünkü alt okumalar koymayı seviyorum, insanlar onları keşfetmenin tadına varsınlar istiyorum.

‘GALATA KEDİLERİNİ BESLEDİK’

* Kedileriniz nasıl? Siz Galata civarında sokak kedilerini beslerken de görülebilirsiniz sık sık ayrıca, değil mi?

Artık çoğalmıyorlar... Önlemimizi aldık. Kedilerini getirenler de oluyordu, onların da önünü kestik. 30 civarında kedimiz var. İlk buraya taşındığımızda bu kulenin etrafındaki kedileri besliyorduk. Biz beslerken daha kimseler besleme yapmıyordu. Son zamanlarda başka insanlara devrettik. Yine de haftada bir gün mama bırakıyorum onlara. Son zamanlarda kapının önüne mama, su bırakanların sayısı çoğaldı, duyarlılık arttı.