Selim İleri'den "Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu"
'Türk romanına sevgisiz yaklaşıldı'
"Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu", usta yazar Selim İleri'nin yılların okur birikimiyle rotasını emek emek belirlediği, 1874'ten 1980'e uzanan, ayrıca 229 romanı içine alan derin bir edebiyat yolculuğu. Bu yolculukta edebiyat tarihimizin incelikli bir portresi, dünün olduğu kadar bugünün de yaklaşımları ama hepsinden çok romanları sevgiyle kuşatmaya çalışan bir okur karşımıza çıkıyor. İleri ile dünden bugüne edebiyatımızı yeni çalışmasını konuştuk.
- ERAY AK: Okur Selim İleri'den bahsederek başlayalım mı? Çünkü bu kitap, yazmaktan çok okumak ürünü...
- SELİM İLERİ: Kesinlikle doğru. Hiçbir şekilde yazarlık iddiası taşımayan bir kitap Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu. Okur olarak tüm yaşamımda bana yardımcı olmuş, yol açmış, beni mutlu kılmış, bazen mutsuz ederek de mutlu kılmış romanlar üzerine bir okuma dökümü. Ama dediğim gibi hiçbir şekilde yazarlık iddasıyla ortaya çıkmış bir çalışma değil bu.
- TURHAN GÜNAY: Kitabınız bir döküm, evet ama okuduğnuz ve üzerine yazdığınız romanlar bu kadar değil herhalde.
- S.İ: Hayır, tabii ki değil. Bu kitaba gerçekten sevdiklerimi aldım. Mesela Kemal Tahir'in en önemli romanlarından birini almadım ama çok daha az önemsenmiş kitaplarını aldım. Bir başka örnek daha vereyim: Benim de sevdiğim bir roman ama ötekiler kadar değil, Yaşar Kemal'in Ölmez Otu. Şüphesiz ki hem Yaşar Kemal'in romancılığında hem de bizim romanımızda bir dönüm noktası. Veya kendi döneminde Murtaza. Bunlar yok kitapta ama Orhan Kemal'in İstanbul kitaplarının hemen hepsinin olmasına gayret gösterdim. Yani tamamen kişisel bir tercihi öne çıkarmaya çalıştım. Benim kafamda Orhan Kemal hiçbir zaman Anadolu ya da Adana-Çukurova romancısı olarak belirmedi. Hep İstanbul romancısı olarak belirdi. Onları, bende kaldığı izlerden yola çıkarak bir araya getirdim.
- T.G: Bütünüyle kucaklamıyor belki ama çok sevdiklerinizi kucakladığı da açık...
- S.İ: Evet, kesinlikle. Çok sevdiklerimi kucaklamaya çalıştım.
- E.A: Bütünüyle kucaklayan değil ama nitelik bir seçki diyebilir miyiz?
- S.İ: Türk romanını bütünüyle kucaklamak benim sınırımı okur olarak da aşan bir durum. Belki soracaksınız 80 sonrası olacak mı diye...
- E.A: Tabii ki soracağız...
- S.İ: Ben de söyleyeyim o zaman. 80 sonrasının olmasına imkân yok. Neden derseniz, 2000'lerde yılda beş yüzleri bulan yayımlanmış romandan söz ediliyor. Ben bunlara bütünüyle hakim değilim. Aslında bu kitabın kıstası şuydu: Okuyup yıllar geçtikten sonra bile bende derin izleri süren romanları bir araya getirmek. Belleğimde yıllarca yaşattıklarım, onlarla birlikte yatıp onlarla birlikte kalktığım romanlar ağırlıklı burada.
- T.G: Tabii burada -1874'ten 1980'e- asrı aşan bir dönemi kapsayan kitaptan bahsediyoruz. Türk edebiyatının 80'e kadar çıkarılmış bir portresini de koyuyor ortaya ister istemez.
- S.İ: İnşallah koyuyordur.
"GİDEREK DAHA KARAMSAR BİR ROMANCILIK ORTAYA ÇIKMIŞ"
- T.G: Şurdan yola çıkarak söylüyorum bunu; 80'e kadar yayımlanan romanların sayısı da 400'ü geçmiyor zaten. 1965'e kadar Türkiye'de yayımlanmış roman sayısı 316.
- S.İ: Ne kadar az değil mi?
- T.G: Evet çok az. 1965'ten 80'e kadar -sanmıyorum ama- haydi bir 80 tane daha yayımlanmış olsa 400'e ulaşıyoruz ancak. Ortalama 400 romandan 229'unu değerlendirip kitaba almak da edebiyatımızın bir anlamda portresini çıkarmak gibi geliyor bana doğrusu. Kitabı da o gözle okudum zaten...
- S.İ: Kendiliğinden oldu bu aslında ama ben de onu kitap oluştukça fark edip, dediğini gerçekleştirmek için gayret ettim. Gördüğümse şu oldu: 1800'lerin sonunda romana giren konular, yüz yıl sonra çok daha cesur şekilde işlenebilmiş. Ama daha da ilginci giderek daha karamsar bir romancılık ortaya çıkmış. Mesela Cumhuriyet yıllarında çok daha ülküleri olan bir roman var. Belki toplum o değil ama o insanların hepsinin geleceğe ait büyük umutları var. 70'lerden sonra bu umut kırpıla kırpıla bu karanlık tablo ortaya çıkıyor. Oktay Rifat'ın Bir Kadının Penceresinden romanını anabiliriz bu noktada. Geleceği çok iyi görmüş ve aynı kertede karanlık bir roman. Aynı şekilde Melih Cevdet Anday'ın Gizli Emir romanı. Belki tamamıyla kara alay açısından yaklaşmış yaşananlara ama yazıldığında 80'li yılların kehaneti diye bakılmış Şimdi 2015'te de Anday'ın yazdıklarının geçerliliği sürüyor.
- E.A: Dünden bugüne kavramların nasıl değiştiğini anlatıyorsunuz aslında bu söylediğinizle. Nâmık Kemal mesela zamanının "vatan hanini" iken bugünün "vatan şairi". Böylesi değişimlerle de ilgili yüz yıl öncesiyle yüz yıl sonrasındaki olayalara bakış farkının doğuşu değil mi?
- S.İ: O tabii Nâmık Kemal'e yaklaşım biçimimizle ilintili. Romanlar üzerinden gidersek, Nâmık Kemal'den İntibah'ı aldım kitaba. İntibah'ta Mahpeyker bir yosma olarak takdim edilir. Belki romancı onu bambaşka düşünmüştür ama devrin koşulları onu bir "kötü kadın" olarak yazdırtmıştır Nâmık Kemal'e. Aynı karakterleri zaman içinde farklı insanlar farklı biçimde değerlendirmiş. Mahpeyker'i bir melodram yosması olmaktan kurtarmış, o yosmanın neden yosma olduğunu psikolojik temellere oturtmuş. Ethem İzzet Benice mesela. Tek bir romanını aldım kitaba ki o romanın da ismi Yosma zaten. Romanda, o yosma bir anarşizan kadın. Bozuk düzene karşı bedenini satarak ama o bedeninin satışından da kurulu düzenden itikam alması üzerine yazılmış bir hikâye. Nâmık Kemal'in devrinin çeşitli toplumsal ahlak anlayışı ile yazmaktan uzak durduğunu, sonrasında gelen yazarlar daha özgür biçimde yazabilmişler.
"ORTALARI BENİ ÇOK ETKİLEMEMİŞ"
- E.A: Asrı aşan bir edebiyat yolculuğunu konuşuyoruz burada. Bu asrı aşan dönemde hangi kırılma noktalarından bahsedebiliri peki? Ya da bir başka yönüyle hangi kırılma noktaları sizi daha fazla etkiledi, bu kırılma noktalarından doğmuş hangi romanlar sizi daha çok vurdu?
- S.İ: Baştakiler çok etkilemiş beni. Eylûl mesela ya da Aşk-ı Memnû. Ama aynı şekilde Kiralık Konak da çok etkilemiş. Nur Baba da öyle. Ama, bu asrı aşan sürecin ortaları beni çok fazla etkilememiş. Cumhuriyet'in ilk yılları hariç 30'lar, 40'lar, hatta 50'ler; oralar vurmamış beni. 60'lardan sonra yine çok etkileyen romanlar var.
- E.A: Ama bir yandan baktığımızda 30'lar, 40'lar çok büyük bir değişimin de süreci. Bunların romana yansımadığını mı söylüyorsunuz?
- S.İ: Roman olarak değerlerini tartışmak istemem. Roman olarak tabii ki çok değerliler ama bir mutlu gelecek hayali var.
- E.A: Dertleri mi yok?
- S.İ: Hayır, aksine. Büyük derdi var. Mesela Samim Kocagöz'ün İzmir'in İçinde adlı 1970'lerde yazılmış romanı. Kocagöz 2000'lerde Marksizan bir rejimin geleceğini yazmış romanda. Gelecek günlerde ben görmeyeceğim ama Türkiye Marx'ın söylediği gibi olacak diyor. Yani bu tabii hüzün verici bir durum. Büyük bir şaşkınlık emaresi aynı zamanda.
- T.G: 30'lu ve 40'lı yıllar arası zaten romanın gelişmediği bir dönem de sayılabilir. 30'lu yılların ortasından itibaren çok fazla roman da yayımlanmamış ayrıca. Yanlış hatırlamıyorsam 38'de bir roman, 39'da bir roman, 40'ta hiç roman yayımlanmamış mesela.
- S.İ: Bazı yıllar var aynen dediğin gibi...
- E.A:Kısır bir yayın mı yoksa hiç mi yayımlanmamış?
- S.İ: Hiç! Bazı yıllar hiç yayımlanmamış
- T.G: Bu şundan kaynaklanıyor sanıyorum: O tarihlerde bir savaşın içine doğru gidiyor dünya. Onun kramsarlığı olabilir. Yayıncı da belki savaşın içine doğru giden dünyada parasını saklamak istemiş olabilir.
- S.İ: Bence bu daha doğru bir çıkarım. O yıllarda elbette tefrika romanlar yayımlanmıştır gazetelerde ama kitap olarak yayımlanmamış onlar.
"HEPSİ KAYBOLUP GİTMİŞLER"
- A.K: Peki nasıl bir çalışma süreciydi bu? Nasıl bir çalışma sistemi izlediniz? Muhtemel yorucu da bir süreçtir ama işin keyif kısmını da işin içine katarak dinlemek isterim sizden bunu. Dile kolay; 229 roman...
- S.İ: İki buçuk yılın üzerinde bir zaman sürdü kitabın hazırlanışı. Aylarca çalışmadığım dönemler de oldu tabii. Bazen çok yorgun hissettim. Ancak son yılları yazarken çok mutlu oldum. Bir defa onları yeniden okuma fırsatı oldu. Sevgi Soysal'ın Şafak'ını okumak mesela çok hoşuma gitti ya da Adalet Ağaoğlu'nun Yazsonu'nu. İnişli çıkışlı bir süreç oldu açıkçası. Bazen dediğim gibi mutluluk verdi bazen bitmeyecek galiba başıma bu belayı nereden çıkardım diye kaygıya kapıldığım da oldu.
En çok da bunu niye yapıyorum diye düşündüm. Düşündükçe şu acı çarpıyor insanı. Çok değerli, çok büyük bir romanımız, roman birikimimiz var bence bizim. Hepsi kaybolup gitmişler. Bir daha bunları hiç kimsenin okumayacağına eminim ben. Aralarında Sait Faik'in Havada Bulut gibi müthiş bir romanı mesela... Sait Faik uzun yazamadığı için kısa kısa hikâyelerini birleştirip roman yapmaya çalışmış. Bugün olsa yok post-modern, yok modern-post bir postunu bulup onu göklere çıkarırlar. O devirde adamcağızın yolunu tıkamışlar. Belki birkaç roman daha okuyacaktık onun kaleminden Bir de; bazı kitapların ve yazarların kaderleri ne yaparsanız yapın yol alamıyor. Mithat Cemal Kuntay ve Üç İstanbul mesela. Üzerine herkes yazdı ama yok. Buz gibi bir perde iniyor. Umarım bu kitap, o buzdan perdeleri eritmede bir nebze olsun katkı sağlar.. Bu tarz şeylerle de hesaplaşıyorsunuz. Bir de okumayan bir toplumuz zaten. Bunu görüyorsunuz. Roman falan okunduğunu düşünmüyorum ben açıkçası. İstediğimiz kadar rakamlarla okunduğu iddia edilsin genelde pek kimsenin romanla ilgilendiğini düşünmüyorum.
- E.A: Bu noktada daha çok nitelik tartışması söz konusu sanıyorum. Okuyoruz ama ne okuyoruz sorusu gündemde.
- S.İ: O niteliksiz addedilenlerin de okunduğunu düşünmüyorum. Çünkü onların içinde de her şeye rağmen sosyal endişeler var. Öncelikle siyasi çevrenin haberi yok. Yoksa bizim romanımız tehlikeyi de, gelecekte ne olup biteceğini fevkalade kaleme getirmiş. Nur içinde yatsın, Fethi Naci'nin "Ne kadar ekemek, o kadar köfte, o kadar roman" sözüne hiçbir şekilde katılmıyorum. Müthiş bir roman birikimi olmuş. Günübirlik bir değerlendirmede o romanlar beğenilmeyebilir ama aradan kırk yıl geçtikten sonra çok şaşırtan durumlar ortaya çıkıyor.
Bir başka durum da anlayışsızlıklar zihniyeti yüzünden devirlerin bazı öncü romanları anlaşılmamış. Yakup Kadri'den gelirsek Hüküm Gecesi mesela bizde ilk defa kurgusal roman kişileriyle gerçek kişileri aynı potada eritme gayreti göstermiş bir roman. Bu çok yadırganmış. Halbuki Batı'da bunu yapan yığınla yazar var. Onlardan haberleri yok. Olmak zorunda mı değil ama yine de bunun bir saçmalık olmadığını idrak edebilmeleri lazım.
- T.G: Fransızca o dönem yaygın bir dil ve izlenmiş de aslında. Ama tabii Fransızca dışındaki romanı izleyebilmemiz 60'lardan sonraya denk geliyor. Biz Fransız romanı üzerinden beslenmişiz daha çok.
- S.İ: Evet, ölçüm noktası Fransız romanı ama bunun yanı sıra bir yazarın eserine karşı bir romancı hassasiyetiyle yaklaşılmamış. Eleştiri dendi mi onu illa ki hırpalamak gerektiği fikri yaygın maalesef.
- E.A: Eleştiriyi alımlayış biçimleri mi farklı?
- S.İ: Biraz öyle. Vedat Günyol çapında çok değerli bir yazar şüphesiz ki ama Peyami Safa'yı bir çırpıda harcayıveriyor. Bu da tamamıyla saflaşma meselesinin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Vedat Bey'in hor gördüğü Peyami Safa romanları, bugün baktığımız vakit roman sanatı açısından hâlâ çok önemli bir noktadalar. Veya aynı şekilde sağ cenahın görmezden gelişleri... Objektif bakabilme eksiliğinden kaynaklanıyor bu durum. Eleştiri tabii ki özneldir. Buna inanıyorum ama öznelliğin de kendi içinde bir nesnelliği olması gerekir. Bu olmamış bizde. Bir okur gözlemiyle şunu söyleyebilirim: Türk romanına sevgisiz yaklaşılmış. Hep bir yukarıdan bakış var. Bu tabii çok zararına olmuş edebiyatımızın.
"EDEBİYAT TARİHİ YENİDEN YAZILMALI"
- E.A: Neyin getirdiği bir durum bu? Kendi içinden çıkanı hor görme anlayışı olabilir mi?
- S.İ: Bunun cevabı çok zor ama temel sebeplerden birisi bu. Sanat duyuşunun dar kalıplara oturtulmaya çalışılmasını da etkenlerden biri olarak sayabiliriz. Attilâ İlhan'dan bir örnek vereyim bu noktada. Çok ağır eleştirilmiş seksüel meselelerden dolayı. Ahlak dışı kabul edilmiş. Tecimsel bulunmuş. Ama baktığında bugün aynı duruma çok daha farklı bakılabiliyor. Buna bakarak edebiyat tarihi yeniden yazılmalı. Bütün dünyada bu yapılıyor. Dünkü ve bugünkü bakış açısı başka.
- E.A: Romancı hassasiyetinin romana bakışının bir yansıması olarak görebilir miyiz bu bağlamda sizin çalışmanızı?
- S.İ: Romanlar yazmaya çalışmış bir insan olarak yaklaşmaya çalıştım sadece.
- T.G: Belki de romancı hassasiyetinden çok eleştirmen hassasiyetsizliğinden bahsetmekte yarar var...
- S.İ: Ayıp olacak ama var.
- E.A: Geçmişe dair saptamalar yanında güne dair yeni tespitleri de eklemişsiniz yorumlara...
- S.İ: Evet, yeni yorumlara mümkün olduğunca yer vermeye çalıştım. Hep olumsuzluk örnekleri göstermemek için, geçmişte o kitabı başka türlü değerlendirmiş bir yaklaşım varsa özellikle vurguladım. Son dönemlerde tabii biraz daha esnek, daha sanatkârca bakılabiliyor. Handan İnci mesela herhalde bunun tipik örneklerinden birisi. Bige Karasu bahsinde yine aynı şekilde Cem İleri'nin bir yorumunu aldım. Aslında şöyle bir şey yapmaya uğraştım. Cevdet Kudret'in bazı yaklaşımlarına çok uzak durdum ama Cemil Süleyman Alyanakoğlu'nun Siyah Gözler romanını da Türk edebiyat tarihinde anımsatan ilk insan Cevdet Kudret. Onun, o olumlu tarafını da vurguladım. Bana ne yakınsa onları savundum.
erayak@cumhuriyet.com.tr
Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu/ Selim İleri/ Everest Yayınları/ 632 s.

Bir karasevdanın evrak-ı metrukesi
Birsen FERAHLI
Selim İleri, Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu ile Türk edebiyatına değeri ölçülemez bir halka ekledi. Her sayfada edebiyata, romana vakfedilmiş bir ömrün imbiğinden süzülen saptamalar, anılar, yazarlar, eserler, eleştirel yaklaşımlar ve hepsini kapsayan bir şefkat atmosferi… Günümüzde “karşılaştırmalı edebiyat” denilen disiplinin adeta bir roman bütünlüğünde ortaya konması… Selim İleri’nin yetkin, tevazu sahibi, içten ve değerbilir tavrı hemen önsözde kendini gösteriyor. Kılavuz, 1874 ile 1980 arasında yayımlanmış, doksan altı yazarın toplam iki yüz yirmi dokuz romanından oluşuyor. Baş döndüren bir toplam.
İlk esriklikten sıyrılınca kılavuzu oluşturan eksenleri anlamaya çalıştım: Birinci eksen, edebiyat. İkinci eksen, eserin sevilerek okunmuş, içe işlemiş, Selim İleri’nin edebiyat dünyasında yer almış olması. Üçüncü eksen, görmezden gelineni unutuluş kuyusundan çıkarmak, üzerine ışık düşürmek... Edebiyat dünyamızda “dün” sanki hiç yaşanmamış gibi; kendi yazma serüvenlerinden önce adeta yazı bile keşfedilmemiş gibi bir umursamaz tavır içinde olanlara, edebiyatın geçmişten geleceğe bir söz silsilesi, bir akış olduğunu örneklerle sergilemek. Adalet duygusu. Dördüncü eksen, yazarın doğum tarihine göre değil, romanın yayın tarihine göre düzenleme. Böylelikle yüz yedi yıl içinde edebiyatın biçim, dil, içerik değişiminin görünür kılınması. Romanlar aracılığı ile toplum, siyaset, yaşama biçimleri, ilgi alanları, duygu durum ve değer yargılarının geçirdiği aşamaların izlenebilmesi. Beşinci eksen, edebiyat hassasiyeti ve akademik titizliğin birbirinin önüne geçmeden yan yana ilerlemesi. Her bir kitap için yazılmış yazılardan, ileri sürülen görüşlerden söz edilmesi. Eleştirmen emeğinin tek tek isimleri belirtilerek ele alınması. Selim İleri bu kitap ile -elbette bilinçli olarak- Edebiyatımızda Eleştirmenler Kılavuzu denilebilecek bir sözlük de oluşturuyor. Kırk dört isim saydım. Demek ki 1980 öncesinde kitaplar tartışılıyor, konuşuluyor, üzerilerine kalem oynatılıyormuş. “Eleştirmen” olarak bilinenler dışında yazarların birbirlerinin romanları üzerine ilginç saptamaları söz konusu.
Kılavuzu okuduğumda; “Tüketmek” ve “sindirmeden hemen bir diğerine geçmek” olarak özetlenebilecek “nesne” prensibi yaşama egemen değilken edebiyatta daha derin bir insani boyut olduğunu hissettim. Aldırmazlık, vefasızlık, acıtıcı sözler, dar açıdan yapılan değerlendirmeler varmış elbette ama 1980 öncesinde insan hayatın öznesiymiş; üstelik başroldeymiş.
Edebiyatımızda Sevdiğim Kitaplar Kılavuzu’nda en ilginç noktalardan birisi, kitaplarla karşılaşma ânının özellikle vurgulanması. Sevdiklerimiz, yaşamımızda önemli yer edinen bir kişi ile ilk karşılaşma ânımız nasıl belleğe kazınırsa Selim İleri de diyelim elli yıl önce henüz bir öğrenciyken okuduğu kitapla ilk karşılaşmasını, o ânı yeniden yaşıyormuşçasına etkili anlatıyor. Semih Lütfü Kitabevi’nin vitrini, dedesinin Altıyol’daki kapanan kitabevinin kolileri, Kanaat Kitabevi, İzmir’in edebiyatsever Kovan Yayınları’nda basılan kimi kitapları bulunduran Elif Kitabevi… Bir eşya satıcısında, aranan ve ulaşılamayan bir kitabı bulma sevinci… Sonra Münif Fehim, İhap Hulûsi imzalı kitap kapakları… Kalkık bir kaş, kızıl dudaklar…
Selim İleri sevdiği kitaplara bakarken, zaman adeta somut bir küre gibi dönüyor. Zamanın geçmediğini, geçenin yalnızca biz ölümlü insanoğlu olduğunu anlıyoruz. Kendi yaşamı, kılavuza konuk olan doksan altı yazarın yaşamı, iki yüz yirmi dokuz yapıtın yaşamı, 1887 ile 1980 arasındaki yüz yedi yılın edebiyata yansıyan yaşantısı, daha nice ince ayrıntı görkemli bir uyum içinde Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nu oluşturuyor.
Selim İleri “edebiyatla yaşayan” değil, “edebiyatı yaşayan” bir yazardır. O, vazgeçmediği daktilosunun başına oturduğunda tuşlara dökülen sözcüklerin ne denli çetin bir labirentten geçtiğini bu kılavuzu okuyunca daha iyi anladım. Düşünebilir misiniz bir cümle yazacaksınız; zihninizde Ahmet Mithat Efendi bir tarafta, Reşat Nuri diğer tarafta; hemen yanında Refik Halit, köşede Salâh Birsel, birden bire Peride Celal, derken Tanpınar… İşte söz gelimi “Boğaziçi’nde bir akşam vakti” diye bir cümle yazacak olsanız, bütün o yazarların Boğaziçileri’nden geçerek basacaksınız daktilonun tuşlarına. O nedenle Selim İleri için yazmak, sırtında yüz yılı taşıyarak yazmaktır. Yetkinliği ve tevazusu bu yüzdendir.
Bu kadar da değil; işin içinde bir de aşk var, karşılıklı aşk… Yaşam boyu süren bir ilişki… Selim İleri’nin tabiriyle “hayat yoldaşlığı”… Sevdası, kırgınlığı, gayreti, emeği, sevinci, yalnızlığı, mutluluğu, çökkünlüğü ve yeniden toparlanıp çiçek açması hep edebiyatla, sanatla, yazdıkları ve okuduklarıyla… İşte Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nu benzersiz kılan temel neden bir ömürlük aşkın ürünü olması. Bu sevdanın mekânı İstanbul. Kılavuz’da Cağaloğlu yokuşu, Beyoğlu, Cihangir, Boğaziçi, Kadıköy, Adalar gibi semtler Selim İleri’nin sıkça andığı yerler. Sevdiği romanların çoğu İstanbul’da geçiyor. Her ülkenin bir kültür başkenti, fikir hayatının kök saldığı bir şehir var. Fransa’da Paris, İtalya’da Roma, Almanya’da Berlin, İngiltere’de Londra, Avusturya’da Viyana, Türkiye’de İstanbul. Onlarca yazarın İstanbul anlatımı irdeleniyor. Kim peyzaj yazmış, kim hangi mahalleleri anlatmış, kimin kaleminde konaklar, kimin kaleminde yıkılmaya yüz tutmuş ahşap evler canlanmış… Selim İleri edebiyatın İstanbul’una ele aldığı romanların can damarı ile kılavuzluk ediyor.
Yazının icat edildiği dönemden bu güne, kayıt tutan, arşivleyen, düşünce üretimlerini gelecek kuşaklara iletilebilen topluluklar uygarlığı ileri taşıdılar. Kayıt kimde ise, herkes sorusunun cevabı için onlara danışmak durumunda kaldı. Bu nedenle sözlükler önemli. Behçet Necatigil’in çok değerli çalışması Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü ve Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nün, öğrencisi Selim İleri’nin hazırladığı Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu ile ortak noktası bu üç yapıtta yer alan tüm kitapların hazırlayıcılarınca okunmuş, edebiyat terazisinde tartılmış ve hakkında bir görüş ortaya konmuş olmasıdır. Evet, kalıcı bir edebi değerlendirme; masa başında, daktilo başında, kitaplar arasında bir yaşam anlamına gelir. Kendi romanını yazmaktan öte bir sorumluluktur bu. Kaç kişi o sayfalara başvuracak, değerlendirilen eserin ve yazarın izi o sözlüklerden sürülecektir. Selim İleri, Behçet Hoca’ya gösterecekmiş gibi yazmıştır bu kılavuzu; o özenle, o derinliklerle, öylesi bir adalet duygusu ve edebiyat saygısıyla iki yüz yirmi dokuz eleştirel deneme yazmıştır.
Karşılaştırmalı edebiyat bölümü öğrencileri, hazır ödeve konmak isteyen açıkgöz liseliler, dersine hazırlanmadan gelmiş okutmanlar zor anlarında bu büyük kaynaktan yararlanabilirler. Selim İleri onlara da hoşgörü ile gülümseyecektir. Ancak asıl, kitap sevenler, edebiyat sevenler, tarih sevenler, sözcük sevenler, İstanbul’u sevenler, yazmayı sevenler, sanatta soluk alıp kötülüklere karşı direnme gücünü sanatta bulanlar, insanı anlamak isteyenler, insandan ümidini kesmemek isteyenler, mürekkebi, bir yazarın tüm ömrü olan bu kitabı okusunlar.