Sözümüzle Direneceğiz

13 Eylül 2014 Cumartesi

Rus şair Mayakovski, şiir üzerine bir yazısında, “tek şiir yazma yönteminin de şairin esinle kafasını geriye atarak, kutsal şiir perisinin kabak kafasına kumru, tavuskuşu ya da devekuşu biçiminde konmasını beklemek olduğunu sanmanın” saçmalığından söz açar.
Aslında Mayakovski yalnızca şiirin değil de, aslında yazmanın, bir yazın yapıtını yaratmanın temel ölçütlerini de sıralar:
“Ambarı (buradaki ambardan kasıt anlaşılacağı üzere akıldır, bilinçtir - I.K.) hiç durmadan doldurmak, kafalardaki siloları gerekli, dışavurumcu, az rastlanır, uydurulmuş, yenileştirilmiş ve üretilmiş her türlü sözcükle doldurmak.”
Ambarlarını oldum olası dolduramamışların yönettiği bir ülkede yazmak, okumak, bilinçle iş yapmak, uygarlıktan yana olmak, sıra dışı güzel duyuyu yakalayabilmek zor, zor olduğu kadar engellenen bir çaba.
İsveçli şair Tomas Tranströmer’in dizelerini okuduğumuzda örneğin, ortasında debelendiğimiz çamurlu bataklığı anlatıyor sanki:
“Çocuk olmak gibi ve büyük bir hakaret gibi / geçiriliyor insanın başına bir çuval gibi / çuvalın düğümlerinden güneş gözüküyor / ve vişne ağaçlarının sesini duyuyor insan.”
Tranströmer’in dizeleri arasında saklı imgeleri, bugün yaşadıklarımızla özdeşleştirebiliyorsak eğer, gökyüzünden pırıl pırıl bir yıldız gibi bizi izlediğine inandığım değerli dostum Gürhan Uçkan’ın çevirisine borçluyuz.
Gürhan Uçkan da bize ödünç bıraktığı dizeleri ile gökçe uzaklıklardan dillendiremediğimiz bir gerçekliği gönderiyor günümüze:
“siz geç kaldınız aslında / biliyor musunuz / hem de çok geç kaldınız / nereden bakarsanız bakın / yanlış şafaklarda uyandınız.”
Yanlış şafaklarda olduğumuz kesin. Uyanık mıyız, işte orası karışık. Ama, Gürhan Uçkan’ın “yanlış şafaklarda uyandınız” dizesiyle; yanılgılarımız, pişmanlıklarımız, özlemlerimiz, ömür boyu kaçırdıklarımız ve çaresizliklerimiz toptan üzerimize üzerimize geliyor.
Şair Gülten Akın’ın “sözler direnerek, karşı çıkarak, uyumla sürerek, görünürde özel, ama gerçekte genel, insani bir özü, anlam alanına taşırlar” diyerek anlatmak istediği tam da budur işte.
Sözümüz var ve olmalı. Direnmeliyiz!

Gazeteciler, Gazetecilikten Vazgeçiyor
Fikret İlkiz hukukçudur, ama gazetecidir de. Hem de “Gazeteciyim” diyen birçoğumuzdan daha ilkeli bir gazeteci.
İlkiz, basın özgürlüğüne sahip olması gerekenlerin başında gelen gazetecilerin korunmasından yana. “Çünkü” diyor, “ifade ve basın özgürlüğünün, sadece olumlu karşılanan veya zararsız görülen fikirleri değil, aynı zamanda devleti veya toplumun herhangi bir bölümünü kırıcı, şoke edici veya rahatsız edici fikirleri de kapsar.”
Bizde de iki tür gazeteci var: Biri rahatsız eden, diğeri de rahatsız edenden rahatsızlık duyan...
O yüzden de İlkiz’in, “Önce ‘basın’ kendi görevinin ne olduğunu sorgulamalı, anlamalı ve basın özgürlüğü konusundaki anlayışını gözden geçirmelidir” değerlendirmesine gönülden katılıyoruz. Ve ardından sıraladıklarına da:
“Demokrasilerde ‘dördüncü güç’ olarak bilinen basının, günümüz kapitalist sistemi içinde ‘devlet-sermaye-medya’ üçgeninde nasıl bir yeri olduğunu yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Kapitalizmin gereğine uygun olarak medya patronu ile gazeteciler arasında bir ‘ara sınıf’ oluşmuştur. Bu ara sınıftakilerin meslekleri gazeteciliktir, ama medya patronu adına gazeteyi ya da çalışan gazetecileri idare etmekte, iş ve çalışma koşullarını sermayenin isteklerine göre her gün yeniden tasarlamaktadırlar. Sanki işleri budur. Gazetecilerin işten atılmasında olsun, sermaye-iktidar ilişkilerinin düzenlenmesinde olsun ‘yönetici sınıf’ görevini üstlenmişlerdir. Tıpkı tarihteki ‘kapolar’ gibidirler. İşten atıldıkları zaman gazetecilerin meslek ilkelerini ve doğru davranış kurallarını hatırlamaktadırlar. Dışında, hafızasızdırlar.
Küreselleşen dünyada, yeniden tasarlanan ‘devlet-sermaye-medya’ ilişkilerine göre basının toplumla olan ilişkisi, devletin ve büyük sermayenin halkla ilişkilerini yürüten güce dönüşmüştür.”
İlkiz’in “Gazeteciler, gazetecilikten vazgeçiyorlar. Gazetecilere sermayenin veya ‘güçlerin medyası’ olmaktan vazgeçmek çok daha zor gözüküyor” saptaması ise çok çarpıcı. Böyle bir tutumun sonu belli çünkü:
“Basın özgürlüğünden vazgeçme sürecini yaşayan basın, bir gün gelecek sahibi olduğu hak ve özgürlüklerinin ve kendi kaleminin gücünü de çoktan yitirmiş olacak.”

Karışık Turşu
Öcalan’ın en yakınlarından Aysel Tuğluk, son yapılan Demokratik Toplum Kongresi’nde “Ayrılma, bölünme değil, kendimizi yönetmek istiyoruz. Devlet değil, demokrasi istiyoruz. Kendimizi yönetmek istiyoruz ama ayrılarak değil. Özgürleşerek ve özerkleşerek bunu yapacağız” diyor.
Hemen ardından aynı Kongre, PKK’nin terör örgütleri listesinden çıkarılarak “uluslararası mekanizmalar tarafından halk savunma gücü olarak tanınması” kararı alıyor.
Oh ne âlâ Muallâ... Devlet olmak istemiyorlar, ama silahlı kuvvetleri olacak!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Şamar örnekleri 6 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları