Altan Öymen

Avrupa’yı terk mi ediyoruz?

27 Eylül 2023 Çarşamba

Türkiye’nin dış politikası ile ilgili yayınların bölüm başlıklarından biri şudur: “Avrupa ile ilişkiler...

Avrupa”yı sadece bir kıta adı olarak alırsak bu yanlış olur. Çünkü, Türkiye, topraklarının önemli bir kısmıyla, o kıtanın dışında değil içindedir. Bunu İstanbul’la ilgili bir yazımda hatırlatmıştım. 

İstanbul, Edirne, Kırıkkale, Tekirdağ illeriyle, Çanakkale ilinin bir bölümünü alırsak onların yüzölçümünün toplamı Avrupa kıtasındaki ülkelerin birçoğunun yüzölçümlerinden daha fazladır. Hele nüfus açısından durum şudur: Sadece İstanbul’un 16 milyonluk nüfusu bile, Avrupa’daki birçok ülkenin kendi nüfuslarından daha fazladır. Komşumuz Yunanistan’ın ülke olarak toplam nüfusu 11 milyon, Avusturya’nınki 8.1 milyon, Belçika’nınki 10 milyon, Hollanda’nınki 15 milyon, Portekiz’in 10 milyon, Danimarka’nınki 5 milyon civarındadır. Baltık ülkelerinden Lüksemburg’a kadar az nüfuslu ülkeleri hiç saymıyorum. İstanbul dahil Trakya’daki nüfusumuzu geçen Avrupa ülkeleri, 81 milyon nüfuslu Almanya ile İngiltere (58 milyon), İtalya (57 milyon) ve İspanya’dan (46 milyon) ibarettir. Bu, Türkiye’nin coğrafi durumu açısından Avrupa’nın içinde olduğunun manzarası... 

***

Uluslararası ilişkiler açısından ise durum şudur: 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa ülkelerinin büyük bir kısmını içine almayı hedefleyen Avrupa Konseyi’nin ilk 12 ülkesinden biri Türkiye’dir. Konseye 1949’da kurucu üye olarak davet edilmiş, 1950’de de oradaki yerini almıştır. Zaman içinde de konseyin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkilerini kabul eden ve bunun koşullarına anayasasında yer veren bir ülke olmuştur. 

Avrupa Konseyi’nin bu özellikleri, Türkiye’nin 1950’de başlayan demokratikleşme süreciyle tam bir uyum içinde devam etmiştir. 

1957 yılında Avrupa’nın altı ülkesinin (Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) kurduğu, Ortak Pazar adıyla da anılan Avrupa Ekonomik Topluluğu ile de Türkiye, 1963 yılında “ortaklık antlaşması” imzalamıştır. O ekonomik topluluk, daha sonra, İngiltere ve İskandinav devletlerinin de katılmasıyla büyümüş ve ekonomik bir topluluk olmanın sınırlarını genişleterek aynı zamanda siyasi bir birlik haline gelmiştir. Adı da daha kapsayıcı bir deyimle “Avrupa Birliği” olmuş, ekonomik alanda “para birliği” oluşturup, “Avro”yu tedavüle sokmuştur. Avrupa Parlamentosu’nu kurmuş, siyasetin en azından bazı alanlarında üyelerinin ortak veya uzlaşmalı olarak hareket etmelerini sağlamaya başlamıştır. 

Avrupalılığını o vakte kadar Avrupa Konseyi içinde sürdüren, Avrupa Birliği ile de “ortak üyelik” konumunu anlaşmalar yoluyla geliştiren Türkiye’nin o birliğe de “tam üye” olması için müzakerelere başlaması ise 2005 yılında, Türkiye’nin bugünkü yönetimi sırasında mümkün olmuştur. 

***

Sonrası ise çok ilginç. 

2005 yılında Lüksemburg’da sonuçlanan ve Türkiye’de yönetimin düzenlediği “havai fişek”li gösterilerle kutlanan o gelişmelerden sonra şu görüldü: 

Zaman içinde, Avrupa Birliği’ne karşı o görkemli sevinç gösterilerinin yerini “Avrupa Avrupa duy sesimizi” sloganlarıyla yapılan “hasmane” gösteriler aldı. İktidardaki bir kısım politikacılarımız da altında Türkiye’nin de imzası bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkilerini yok saymaya başladı. 

Sanki, “Avrupa Konseyi” üyesi olarak o topluluğun içinde bulunduğumuz, Avrupa Birliği’yle de “müzakere” aşamasında olduğumuz durumdan, yani Avrupalı olmaktan vazgeçmeye karar vermişiz gibi. 

Sık sık örnekleri ortaya çıkıyor: İktidardaki yetkililer, Avrupa Birliği denilince, hele AİHM’nin adı anılınca, bizimle hiç ilgili olmayan bir düşmanlar topluluğu karşısındaymış gibi konuşuyorlar. 

Bu konuda yazılıp söylenenleri izlerken aklıma Necip Fazıl Kısakürek’in kurulmasını önerdiği “Başyücelik Devleti”nin “İslam Inkılabı” adı altında yayımladığı dış politika ilkeleri geliyor. Şöyle anlatmıştı dış politikasının çerçevesini Büyük Doğu dergisinde yayımladığı “Asyacılık” başlığı altındaki yazısında rahmetli Kısakürek: 

(Türkiye’nin asıl alanı Büyük Asya’dır) Büyük Asya’ya Afrika dahildir. Avustralya, dış ve düşman sahaya tabi, küçük, şahsiyetsiz ve uydurma bir sahadır. Geriye kalan Avrupa ve Amerika ise zıt ve düşman sahanın tam kendisidir.” 

Evet, Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye’de siyasetin demokratikleşmesi döneminde böyle şeyler yazmıştı. Şairdi. Hayal gücü zengindi. Ama ben üstadı biraz tanımıştım, varsayalım ki bir gün geldi öyle bir devlet kuruldu ve Kısakürek o devlete tam yetkili bir “başyüce” oldu... O yazdıklarını uygulamaya kalkmayacak kadar realistti, gerçekçiydi. Onun hayat hikâyesiyle ilgili kendi yazdığı yazıları, kitapları izleyenler de bunun farkındadır. 

Dilerim, rahmetli Kısakürek’in bugünkü hayranları da bunun farkında olsunlar. Başka birçok alanda yaptıkları gibi, ülkemizin dış politika alanındaki kazanımlarını da heba etmeyi sürdürmesinler.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Seçimler ve anketler 17 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları