Aptalı oynamanın dayanılmaz cazibesi!

01 Ekim 2019 Salı

“Elit” ve kimi düşünür çevreleri ile medyamızda Türkiye’deki gelişmeler değerlendirilirken çoğunlukla, “sanki İsveç’te ya da Hollanda’da yaşıyormuş gibi” yapılan eleştirilere gülmemek elde değil.
Nasıl olur, bu da yapılır mı” diyenler, nasıl bir ortama sürüklendiğimizi bir türlü görmek istemiyorlar: vicdan temizlercesine, aptalı oynamanın cazibesine kapılıyorlar! Bu tür yakınmalarla, “statükoyu kabullenmiş oluyorlar”. Normal bir rejimdeymişiz gibi, anormallikleri eleştiriyorlar.
Sürüklendiğimiz rejimin anormallik düzeyinin, bu tür süper anormallikleri üretmesinin, “çok doğal olduğunu” anlamak istemiyorlar. Sürüklendiğimiz rejim, “ancak bu tür anormallikler sayesinde ayakta kalabiliyor”: çıtayı sürekli yükseltmek zorunda: her olumsuzluk, daha büyük olumsuzluklar kullanarak yürüyor. “Sürdürülebilir üstünlükler kuramımda”, 16 yıldır anlatmaya çalıştığım gibi.
- Tek kişilik rejim sınırları içinde hukuk reformu ne anlam taşır ki? Metin Feyzioğlu herhalde “imkânsızı başarmaya” soyunmuş olmalı! Kimi hukukçularımız da, sanki Danimarka’daymışız gibi, televizyonlarda teknik ayrıntılara giriyorlar! Ne anlam taşıyabilir ki...
- Sürücülerin bile bile, kuraldışı araba kullanmaları “trafik bilgisi” ile ilgili değildir: özellikle bile bile yapmalarının arkasındaki nedenler başkadır: kuraldışılığa (ve hukuk dışılığa) özenmenin, ilkelliğin ve anarşinin sonucudur. İşi, kimi dincilere kadar götürebiliriz.
- Büyük deprem felaketini 20 yıl konuştuk, peki ne yaptık? İstanbul’un yeşil alanlarını işgal edip İstanbul’u gökdelenlere boğduk, kenti bir yandan beton ile boğarken üniversitede “inşaat teknikleri öğretmenin” ne anlamı olur?
- Adaletin işletilemediği ve kuvvetler ayrılığının siyaseten ve yasal olarak geçersiz kılındığı bir rejimde hâkim, savcı ve avukat “yetiştirmek” bir sonuç verir mi?
Rejimin ürettiği olumsuz sonuçların düzeltilmesi için önce, “rejimin kuvvetler ayrılığına dayalı ve TBMM’nin halkın egemenliğini güçlü olarak elinde bulundurduğu bir rejime dönülmesi gerekir”. Katılımcı demokrasinin işlemesi zorunludur. Bütün önceliklerin ve çabanın bu doğrultuda yoğunlaşması kaçınılmazdır. Esas “çarklar, dişliler” bunlardır.
Yoksa mevcut statüko içinde eleştiri yapmak hiçbir demokratik sonuç getirmez. Demokratik, çağdaş ve uygar toplumsal yaşam tarzına dönmenin önündeki engel, içine sürüklendiğimiz “topal rejim”dir.
Siyasal İslam odaklı yeni rejim hem içeride hem de dış ilişkilerde ülkeyi bunalımın içine sürüklemiştir:
- Önce kamu kuruluşlarımızın ve doğal varlıklarımızın özelleştirilmeleri ve “yabancılaştırılmaları” ile Türkiye’nin içi boşaltılmaya başlandı. Sanayi ve tarım hızla geriledi.
- Sonra rejim kademe kademe demokrasiden ve “halkın katılımcı egemenliğinden” uzaklaşıldı.
- Kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması ve siyasal İslam önceliğine dayalı uygulamalar ülkeyi Suriye bataklığına ve Şam ile kavgaya sürükledi. Ankara, iç savaşın bir tarafı yapıldı. Bu ortamda, YPG ile ABD Kürdistan projesinin Suriye ayağını da, ülkeyi bölerek sağladı.
Ankara ise hâlâ, ABD sözünü tutmuyor” diyor: atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş, kendimizi aldatmayı hâlâ sürdürüyoruz...
Aptalı oynamanın cazibesine kapılanlar ancak, son İstanbul seçimleri ile uyanmaya başladılar. “Statükoyu” ve rejimi çok fazla ciddiye almadan “kuru eleştiri (!)” yapanlar biraz kendilerine geldiler ve esas sorunun “rejim ve siyasal İslam odaklı uygulamalar” olduğunu anladılar. Hatta bunun, “düzeltilebileceğini” de fark ettiler, umutlar yaygınlaştı, arttı. Bu bakımdan, “İmamoğlu faktörü” tarihteki yerini almıştır dersek, abartmış olmayız. Aptalı oynayanlar bile bu sayede kendilerine gelmeye başladılar...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları