Hikmet Çetinkaya

Olmadı Mehmet Olmadı...

11 Ekim 2009 Pazar

İçimde bir can sıkıntısı vardı dün sabah uyandığımda...

Oysa hava çok güzeldi İstanbulda.

Masmavi bir gökyüzü ve yazdan kalma bir sonbahar...

Hep yazarım, sonbahar hüzün verir bana...

Sonsuzlaşacak zamanın o ölçüsüz hüznünü yaşarım.

Yaşamın ince mavi suyunu düşünür, uyuyan adaların öyküsünü, güzle gelen mucizeyi anlamaya çalışırım.

Ağırlığı olan her şey söz konusudur benim için.

Dostluklar ve arkadaşlıklar. Saçlarında renk renk çiçekler koşuşturan çocuklar.

Öğle saatlerinde gazeteye geldiğimde, pencereden dışarıyı seyrederken acı haberi öğrendim:

Haberin var mı?”

Karşı komşum Celâl Üster girmişti odama...

Gözlerinin içine bakıp sordum:

Ne oldu?

Celâl:

Mehmet Sucuyu yitirdik!

O anda saatime baktım.. 13.20yi gösteriyordu...

Masamın başına geçtim...

Bu kez Aykut Küçükkaya gelmişti odama...

Haberin var mı ağabey?

Başımı salladım...

Bir an eşi Cananı, üniversite öğrencisi oğlu Fıratı, annesini düşündüm...

Yaklaşık bir yıldır kanserle savaşım veriyordu...

Tedavisi sırasında sürekli gazetede oluyor, yazıişleri müdürü olarak görevini yapıyordu.

49 yaşındaydı!..

Daha çok gençti...

Gazetenin dördüncü katına her çıkışımda onu tüm yorgunluğuna karşın Güray Özle birlikte sayfa yapım merkezinde görürdüm...

Saat 18.00’de beşinci katta İbrahim Yıldızın odasına taşra sayfalarını getirirdi Gürayla birlikte.

Çalışkandı, dürüsttü!

Cağaloğlundaki eski binamızda odasını işgal eder, kedimiz Bekirle birlikte masasını kullanırdım.

Yıllarca Mehmet Sucunun odasında yazdım yazılarımı.

Gazetede en çok takıldığım arkadaşlardan biriydi...

Dost canlısıydı, sevecendi.

***

Yazı masamın başındayım yine...

Gazetede bir sessizlik var...

Gunnar Ekelöfün bir şiiri geliyor aklıma.

Yaşamın hiçbir çekici yönü kalmadığı gün / İçimizde özsuyun ve asidin yükselişi durduğu gün / Durgun bir yaşantıya vardığım gün / Kısacası, kendi kendime benzediğim gün, / Bırakın beni gideyim.

Bırakıp gittin Mehmet Sucu bizi... Bırakıp gittin Cananı, Fıratı ve çok sevdiğin anneni geride bırakarak.

Bak bu olmadı Mehmet!

Ben şimdi kime takılacağım?

İnternet konusunda yazdığın haftalık yazılarını okuyamayacağım...

Ellerim ceplerimde dördüncü katta yazıişlerinde dolaşırken, odanın camını tıklatıp seni kızdıramayacağım.

Hepimizin kahrını çeken Fatoş ve Vehbi...

Yazıişlerindeki öteki arkadaşlarımız.

Bu oyunu oynamayacaktın bize Sucu!

Olmadı işte olmadı.

İçimde bir tuhaf duygu.

Boğazım düğümlenmiş, sesim kısık.

Öyle zor yazıyorum ki senin ardından bu yazıyı...

Ne denli alıştık genç ölümlere. Acılara, hüzünlere, iç çekişlere...

Bu gerçeğin nereden geldiğini düşünmek istemiyorum bugün.

Yarının önemini, sessizliği, gürültüyü...

O düşlerin ağırlaşmış dünyasında, odamın kapısında görünmeni...

O amansız hastalığa karşı direnmeni, gazeteciliğe olan tutkunu.

Tüm suların çiçeğinde, yorgun bedenin titreyişinde...

Böyle çekip gitmek yakışmadı sana kardeşim, arkadaşım, yakışmadı.

Direnme gücüne tüm gazete çalışanları tanık oldu!

Yaşama bağlılığın, yaşam sevincin...

Özlemelerin, Fıratın geleceği.

Sessizliğin yanındaki gülümsemenle eyvallahdemeden kaçman!

Hani birlikte çekecektik o Akdeniz havasını, hani birlikte çıkacaktık Kaz Dağlarına, Toroslara, Kaçkarlara!

***

Ölümün yüzü son düzlükte bir durak gibidir.

T. Roethkenin dizelerinde anlattığı gibi... Ya da Nâzımın, Ahmed Arifin, Hasan Hüseyinin şiirleri gibi...

Ben şimdi bütün suların çiçeğini görüyorum.

Seni tüm arkadaşlarla birlikte yüreğimize gömüyoruz.

Seni çok sevmiştik Mehmet!

Sen mücadelenin adamıydın.

Sen o amansız hastalığa meydan okuyordun...

Bunu bize yapmayacaktın Sucu!

Bizi gece yarısı çığlıklarına tutsak kılmayacaktın.

Ağlatmayacaktın!

Aşk olsun Mehmet, aşk olsun!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları