Uzayın Küçük Bir Noktasında…

04 Ocak 2015 Pazar

Hava çok soğuk ve yeni yılın ilk günü. Heybeliada’da kaloriferleri sonuna kadar yanan sıcacık bir evde, dostlarla tam bir şımarıklık içindeyiz. Buzdolabımız ağzına kadar dolu, fındık, fıstık tabaklardan taşıyor ve kapının önünde eve girmek isteyen titreyen kediler gözümüzün içine bakıyor. Tabii kapı açılıyor ve hop kediler evde.
Dostlarım, “Işıl, bugünü sen tasarla” diyorlar, öyle mi, bir çığlık atıp işe başlıyorum, yan odada oldukça seçkin bir DVD arşivi var. Hemen başına damlıyorum. Ama önce dostlarıma, bu yıl ilk kez biz dünyalılara ulaşan uzay seslerini dinletmem gerek. Başlıyoruz, uzayın sesleri tuhaf bir ayin gibi. “Hop” diyoruz kendimize, “kendini bu kadar beğenme, şu seslerin yankılandığı müthiş boşlukta küçücük bir noktasın!” Kabul mu kabul, öyleyse bir belgeselle başlayabiliriz. “Mucize Kutup Ayıları” kimse itiraz etmiyor, çünkü dostlarım bilir ben onlara hayranım. Egoya dikkat!
Buzlarla kaplı bir beyaz boşlukta, bir delik açılıyor ve dişi bir ayı uzun kış uykusundan uyanıyor, yanında dünyalar şekeri iki küçük kutup ayısı. O uzun zamanda doğum yapmış, yavrularını emzirmiş ve ilk kez onlara gökyüzünü gösteriyor. Bizde müthiş bir heyecan ve ardından anne ayının yavrularını erkek ayılardan korumasına tanık oluyoruz. Yüreğimiz ağzımızda, neyse erkek ayı uzaklaşıyor, dişi ayı daha iki yıl yavrularıyla birlikte yaşayacak, onları emzirecek ve hayatta kalmalarını sağlayacak. Böyle bir mucizeyi yakından görmek için çok şeyi feda edebilirim. Biraz daha geç dünyaya gelseydim, bu belgesellerle büyüseydim hiç kuşkum yok, şimdilerde kendimi çoktan Kuzey Kutbu’na atmıştım; tabii turist olarak değil, araştırmacı olarak. Kader utansın!
Seçtiğim ikinci film “Buena Vista Social Club”. Yaşasın Küba! Küba’ya hayran Alman yönetmen Wim Wenders’in çektiği bu belgesel, deli bir şeydir. Altı yıl önce dostlarım ve ben Küba’da sokaklarda dans etmiştik. İşte şimdi, Küba’nın ve dansın zamanı! Ve eşitliğin, neşenin ülkesindeyiz. İşte dünyanın üçüncü caz piyanisti olarak kabullenilen Ruben, küçücük, dünya şirini Kübalı çocuklar dans ederken, piyanosuyla eşlik ediyor. Ağlayacağım, bu filmi üçüncü kez izliyorum ve bu orkestraya, şarkılara vurgunum. Her şarkıdan sonra alkış ve sıcacık evimiz birden Küba sokakları oluyor.
Üçüncü film, sinemada bir devrim olarak kabul edilen dogmanın (yani belli çekim kurallarının yol sayılması) yaratıcısı, tartışmalı yönetmen Lars von Trier’in Cannes ödüllü filmi “Karanlıkta Dans”! Tuhaf hikâyeleriyle ünlü yönetmen, gene ünlü bir şarkıcıyı -Björk- oynattığı bu filmde müzik ve hayatı birleştirerek, neredeyse eski bir Yeşilçam melodramı anlatıyor. Konu, Amerika’ya göç eden Çekoslovakyalı bir kadının kendi gibi genetik nedenlerle kör olacak çocuğunu kurtarma hikâyesi. O kadar mı, film, şu çok abartılan Amerikan rüyasının sefaletini anlatmak için bir araç! Ve dehşet sert bir film, şarkılarla yumuşatılmaya çalışılsa da!
Dostlarım bana kötü kötü bakmaya başladı, çünkü içimiz karardı, hele de kadın idama götürülürken, çevresindeki ayak seslerinin ritminden bir müzik duygusu yaratıp, hayatın güzelliklerinden söz etmez mi? Of, ayakta seyrediyoruz ve idam sehpası (o eyalette idamlar o zamanlar böyle gerçekleşiyormuş) kurulurken ben odadan fırlıyorum ve dehşet içinde, Deniz’lerin idamını izlemek zorunda kalan büyük yurtsever, büyük adalet savaşçısı Halit Çelenk’i anımsıyorum. Ve anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Film bitti, dostlarımın hepsi bir yerlere dağıldı, belli ki filmin etkisini uzaklaştırmak için herkes kendi başına bir yol deniyor.
Yeni bir film koymalıyım, yaşam aşkını, direnci, sevgiyi kutsayan bir film. Ancak öyle yeniden dünyalı olabiliriz, tamam kocaman bir boşlukta küçücük bir noktayız ama binlerce anı bizim sonsuz belleğimizde. Bunu da kimseler elimizden alamaz. Öyle mi? “Frida” filminin düğmesine basıyorum.
Ressam Frida’nın yaşamını bilmeyen yoktur. Genç yaşta geçirdiği bir trafik kazasından sonra büyük bir azimle yeniden yürüdüğünü, resimlerinde hep kendinin ve ülkesinin acısını son derece özgün bir biçimde anlattığını... İşte bu azmin ve aşkın filmi Frida!
Film en çok, ünlü sokak ressamı komünist Diego Rivera ile Frida’nın aşkı üzerine yoğunlaşıyor. Bu aşkta ihanet de var, insanı acıtacak kadar şefkat de! İki büyük sanatçının birbirlerine duydukları sonsuz saygı da, sonsuz hayranlık da!
Bu hepimize iyi geliyor. Sessizlik içinde izliyoruz ve Frida yakılırken ben yeniden uzay seslerini dinletiyorum. Bu sonsuz evrende, biz de varız! 2015 hoş geldin, sefalar getirdin…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alay ettiler... 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları