Araftakiler

09 Ekim 2022 Pazar

Türkiye, bir güzel ülkeydi, sevgili okurlarım. 

Şimdiki zaman değil, di’li geçmişte. 

Sanki kutsal bir “maestro”nun elinden çıkmış; görkemli, göz kamaştırıcı, dev bir sanat eseri gibiydi. Havası güzeldi, suyu güzeldi, dağı, taşı, nehirleri, gölleri, denizleri, boğazlarıyla özene bezene yaratılmış bir cennet tablosuydu. Yaratanın imzası yoktu, ama olağanüstü güzellikteki bir resim gibi, tarih boyunca elden ele gezdi, son kiracılarına gelinceye kadar onunla, onun sayesinde, onun içinde, onun için yaşayanlar; doğal dengelerini ve güzelliğini bozmaya kıyamadılar. 

Derken bu cennet tabloyu en çok kendilerinin sevdiğini, uğrunda öldüğünü ve öleceğini ileri süren son kiracılar çıktı sahneye.

MÜLKÜ MAL DİYE SATAN KİRACILAR

Güzellik peşinde değildiler; tablonun daha çok para etmesi için imzalanması gerektiğini düşünüyorlardı. Zaten mülke çöker çökmez, sahibi gibi davranmaya başlamışlardı. 

Fırçayı her eline geçiren, bir yerini imzaladı Türkiye tablosunun. Denizleri imzaladı, ormanları imzaladı, dağları, nehirleri, boğazları imzaladı. 

Tüm imzalar birleşti, bitişti, tablo artık yalnızca kapkara imzaların koskoca lekesinden ibaret...

Üstelik imzacılar, “yaratıcı” bile değildiler. Her şey para içindi, soygun, talan ve yağma içindi; “ekonomi için” dediler. 

Ama tablo kapkara bir lekeye dönüşünce, ekonomi de battı, beş para etmiyor artık eser...

ARAFTA BİTMEYEN BEKLEYİŞ

Yolsuzlara ve uğursuzlara hâlâ cennet, diğerlerine cehennem ülkemiz Türkiye; aslında bir “araf”. Ne yana savrulacağını bilemeyenlerin durağında, tıkış tıkış olgunluk trendini bekliyoruz milletçe. Ama bekleyiş uzadıkça uzuyor, kimin yüzü ak, kimin yüzü kara bir türlü netleşmiyor ve geçici konum araf, kalıcı konuta dönüştü epeydir. 

Çünkü eskilerin “kemale ermek” dedikleri olgunluk trendine bir türlü girilemiyor. Ya da binilemiyor. Oysa her gün geçiyor söz konusu trend, ama dolu geliyor, dar geliyor, birkaç kişi ite kaka binebiliyor içine, eriyor kemale. Zaten her gün artan toplumsal çoğunluk ise hep açıkta kalıyor. O çoğunluk demek olan Türkiye de sürekli cennet ile cehennem olmak arasında kararsız. 

Araf mı Türkiye, Türkiye mi araf, ayırt edilemiyor artık. 

Niçin büyükçe bir olgunluk seferi konulmuyor bu arafa? Niçin toplumsal çoğunluğu içine alacak bir olgunluk trendi uğramıyor bizim tarafa?

Anlamaya çalışıyorum.

KENDİNDEN MENKUL DÜNYALAR

Şaka bir yana: Niçin olgunlaşamıyor Türk toplumu? Anlamak için kuşkusuz soruna dönmek ve olgunluğun tanımını yapmak gerek. Zihinsel ve duygusal yetkinlik kazanımına, bilgi ve görgü gelişmişliğine, deneyim zenginliğine, olgunluk deniliyor. Zaten burada durmak gerekiyor, çünkü yalnızca tanımı bile, en azından benim gözlediğim kadarıyla, Türk toplumunun niçin olgunlaşamadığını gösteriyor.

Araf ülkemizde dünyaya gelen insanların çoğu, toplumsal tarihin kendileriyle başladığını düşünüyorlar. Sade vatandaştan politikacısına, en fazla, kendi bildiği geçmişi yaşanmış sayıyor ve deneyim olarak ancak kendi bildiğini ölçü alıyor. Her kuşak, bilineni yeniden keşfediyor. Kuşaktan kuşağa birikimi bir türlü bitiştiremeyen Türkiye’nin toplumsal fikir birikimi de yerinde sayıyor. 

DAR CEHALETİN ZİNCİRLERİNDE

Çok az kimsede, kişisel anlamda yaşanmamışın daha önce başkaları tarafından denenmiş olacağına ilişkin bir araştırma merakı var. Çok az insan, kendisinden önce neler yaşandığını okuyarak, öğrenerek kişisel bilgi alanını genişletmek ve başkalarının deneyiminden yararlanmak peşinde. 

O kadar çok insan, üstelik okuryazar, kendi bildiğinin dışında bir bilginin varlığını, hatta varlık olasılığını reddediyor ki bazen bu cehaletten bile öte, kendi bilmediğini yok sayan zihin darlığı karşısında dehşete kapılıyorum. 

Oysa bilmediğini yok saymak; kendi yakın çevresi dışındaki insanların, hayvanların, bitkilerin, kısaca toplumsal yaşamın ve doğanın da varlığını, hatta varlık hakkını yok saymayı birlikte getiriyor. Herkesin kendini öncelediği bir dünyada; ötekinin sırasına, hakkına, toplumsal ve ulusal çıkara, giderek de ortak yurdun tüm varlıklarına saygısızlık, hatta tecavüz bile “olağan” sayılıyor. 

Halk dediğimiz toplum tabanı, tam da bu yüzden ortak çıkarlar çerçevesinde örgütlenemiyor; tam da bu yüzden hep araftayız; “hak etmediğimiz cennet” vatan, elimizden kayıp gidiyor...


Sümerlerin son dili 

yılancaydı

Kağıt üzerindeydi

Rabbın

Onlara sabır vermesi için dilenmişti

Tanrı onları

önsüz ve arkasız bıraktı

O vakitler din yoktu

Ama tanrı

onlara su vermedi

Yağ rabbim dediler

Türklerin ilk yağmur duası budur

Saptanmıştır

Sümerleri su basmıştır.


Salih Ecer*

*İhtimalen/Pazartesi Kitapları, 1992



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kızgın Boğa 21 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları