Olaylar Ve Görüşler

Başarı, atalet ve felç

06 Kasım 2015 Cuma

Türkiye-Irak Kürdistan Bölgesi ilişkilerinde “bize muhtaçsınız, haddinizi bilin” zihniyeti bırakılmalı, dışarıda karşılıklı bağımlılığa dayalı ilişkiler, içeride de kalıcı barışa hizmet edilmelidir.

Türkiye-Irak Kürdistan ilişkilerinde işbirliğini derinleştirmeye yönelik adımların önce çatışmasızlık, ardından kalıcı barış ortamının kurulmasına yönelik adımlarla anlam kazanacağı unutulmamalıdır.

Türkiye, Sayın Başbakan Erdoğan’ın Kasım 2009’da Bağdat’ı ziyaretinde yaptığı açıklamanın ardından ve büyük ölçüde onun kişisel takibi sayesinde, Mart 2010’da Irak Kürdistan Bölgesi’nin başkenti Erbil’de başkonsolosluk açtı ve IKB hükümetiyle ilişkilerini karşılıklı ekonomik ve enerji bağımlılığı temelinde geliştirerek son dönemdeki ender akılcı dış politika başarı süreçlerinden birini başlattı. Daha sonra Sayın Erdoğan, Erbil’i ziyaret eden ilk başbakanımız da oldu.
Aradan geçen zamanda, IKB ile ilişkilerin saydamlıktan uzak seyri, Erbil-Süleymaniye ve Erbil- Bağdat dengelerini gözetmeyişimiz, Dışişleri-ETKB-MİT-TSK gibi başat aktörler arasındaki eşgüdüm eksikliği (“silolaşma”), petrol ve doğalgazda zamanlı hamleleri yapamayışımız, Türkiye- Irak-Suriye Kürtlerine yaklaşımlarımızdaki tutarsızlık ve giderek yapısallaşan siyasi çelişkilerimiz nedenleriyle açılışın devamı olması gerektiği denli iyi gelmedi, içi doldurulamadı. Üzerine IŞİD’in ortaya çıkışından sonra Kerkük’teki gelişmeler ve IKB içinde baş gösteren siyasal/ekonomik kriz, bu açmazlarımızla birleşince Ankara’nın IKB siyasetini mevcut durumda adeta felç etti. Ancak önümüzde duran meseleler arasında belki en çabuk yol alınabilecek olan yine IKB ile ilişkiler; yeter ki “bize muhtaçsınız, haddinizi bilin” zihniyetini kenara bırakalım.

Siyasi gerilim tırmandı
Irak, anayasası uyarınca bir federasyon ve Irak Kürdistanı onun federe bir bölgesi. Bu federe bölgenin bir başkenti, başkanı, hükümeti, meclisi, siyasi partileri ve vilayetleri var adı da: Kür-distan IKB, 2003’ten bu yana Erbil-Süleymaniye ikiliğini gidermek yönünde hiçbir adım atamadı. Bağdat IKB’nin bütçe payını aksattı, IŞİD Erbil’e saldırdı, petrol fiyatları sert düştü. Ekonomik güçlükler, siyasi gerilimi artırdı, makyaj döküldü, altından eski KDP-KYB/ Goran çatışması çıktı. Çekişme, PKK/PYD’nin Rojava deneyimine yaklaşıma, oradan Türkiye ile ilişkilere de yansıdı, çelişkileşti. İran’ın IKB sınırının Türkiye’yle olanın iki katından uzun olduğu, Kürtçenin Farsçaya yakınlığı, Iraklı Kürt liderlerin büyük bölümünün İran deneyimi bir türlü anlaşılamadı. Erbil ve KDP, “dindarlık/ gelenekselcilik” gerekçesiyle göze girerken, Süleymaniye ve KYB/Goran ötekileştirildi. Coğrafi komşuluk, diğer etmenlerin önüne geçti.
IŞİD’in ortaya çıkışı, IKB hükümetine tek kurşun atmadan Kerkük petrol sahasını elde etme olasılığı sundu. Irak’a ABD askeri müdahalesi öncesinde bugünlerde PYD lideri Salih Müslim’e yapılan “aklınızı başınıza alın” uyarısını anımsatan biçimde söylenen “Kerkük’ü kimse size yedirmez” yaklaşımı böylece kendiliğinden ortadan kayboldu. Türkmen vurgusu da o arada silindi.

Kâğıt üzerinde kaldı
KDP, Kerkük petrol sahasının sadece en kuzey kubbesi Hurmala’yı işletirken sahanın Avana ve BabaGürgür kubbelerini de alarak üretimi yeni inşa ettikleri bölgesel boru hattı üzerinden Ceyhan’a bağladı. Irak-Türkiye Boru hattı (ITB) fiilen IT- (Kürdistan)-B’ye dönüştü. Ankara, TEC adıyla off-shore bir şirket kurup, IKB petrol sahalarına Exxon’la ortaklaşa girildi. Ancak AKP döneminin en gerçekçi hamlelerinden olan TEC kâğıt üzerinde kaldı, Erbil’de bir ofis dahi açamadı. TEC’in, devlete bir hukuksal incir yaprağı teşkil etmesi ve kol bükerek Kerkük’ün yanı sıra IKB’nin iki büyük sahası TakTak ve Tawke’nin üzerine oturması için tasarlanmış bir kabuk olduğu izlenimi yerleşti. Oysa yapılması gereken basitti: TEC bağımsız kurumsal yapıya kavuşturulmalıydı. IKB’nin değerli iki petrol sahasının şirket satın almaları yoluyla işletilmesi sağlanmalıydı. Eşzamanlı biçimde Bağdat’la bilistişare Kerkük sahalarının ıslahatına da girişilmeliydi.

Peki, ya iç siyaset?
IKB iç siyasetindeyse, KDP-KYB ayrışmasına ve KDP’nin “ailesel demokrasi” tarafları arasındaki iktidar mücadelesine oynamaktan vazgeçilmeli, aksine IKB’nin idari kurumsallaşmasına çalışılmalıydı. Habur’da altyapı iyileştirmeleri yapılmalı, Derecik gibi fiili geçiş noktaları resmileştirilmeliydi. Kerkük ve Süleymaniye’de Kültür Merkezleri açılmalıydı. ÖKKKDP/ KYB peşmergesi, MİT-KDP/ Parestin ve KYB/Zenyari istihbarat örgütleri arasında zaten var olan irtibat temellendirilmeliydi.
Ama bağımsız adaylarla girdikleri seçimlerde aldıkları oya bakarak, HDP ve öncüllerinin destek kitlesinin IKB nüfusuna eşit olduğu; dolayısıyla IKB ile işbirliğini derinleştirmeye yönelik adımların, PKK’yi yok saymak veya sıkıştırmak amaçlı değil, önce çatışmasızlık sonra kalıcı barış ortamının kurulmasına yönelik olanlarla koşut biçimde atıldığında anlam kazanacağı da hatırda tutulmalıydı. Olmadı. 

AYDIN SELCEN
Eski Erbil Başkonsolosu

 

Sansürlü demokrasi mi?

18. yüzyılda sarayını genişletmek için, arazisini zorla alacağını söyleyen kral 2. Friedrich’e, değirmencinin; “Evet alırdınız, eğer Berlin’de yargıçlar olmasaydı” yanıtı, günümüz Türkiye’sinde yargının içine düştüğü vahameti daha iyi anlayabilmemiz için son derece manidardır. Peki, bugün geldiğimiz noktada ülkemizdeki yargının durumu nedir? Diyebilir miyiz ki yargı her ne koşulda olursa olsun, en doğru şekilde işler ya da yine diyebilir miyiz ki 2010 anayasa değişikliği ile Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısı daha da güçlenmiş, iktidarın güdümünden tamamen kurtulmuş ve gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız bir yargı oluşturulmuştur.

Tarafsız yargı
Şayet tüm bunlara evet diyebiliyor olsaydık, şu anda devletin her kademesinde tek adam yönetiminin hâkim olduğu, baskı ve yasakların kol gezdiği, her türlü özgürlüğün rafa kaldırıldığı, karanlık ve tehlikeli bir geleceğe doğru kontrolsüzce sürükleniyor olmazdık. Çünkü devlet denilen dev gücü sınırlamanın yegâne yolu, sadece ve sadece bağımsız ve tarafsız bir yargıdan geçmektedir.
Oysa kişiye özel düzenlemelerin ayyuka çıktığı, Anayasa Mahkemesi kararlarının hiçe sayıldığı, yargı kararlarının arkasından dolanıldığı, yasaların sadece iktidarın elini güçlendirmek için çıkarıldığı, evrensel hukuk ilkelerinin ve anayasanın ciddiye alınmadığı günümüz Türkiye’sinde, bağımsız ve tarafsız bir yargıdan söz etmek, ne yazık ki imkânsızdır.

Yayın yasakları
Son olarak 10 Ekim Ankara katliamı ile ilgili olarak Ankara 6. Sulh Ceza Mahkemesi’nce verilen; “soruşturma kapsamı hakkında yazılı, görsel ve sosyal medya ile internet ortamında her türlü haber, röportaj, eleştiri vb. gibi yayınların yapılmasının yasaklanması” kararı ise her ne kadar şeklen yasal olsa da, özü itibarıyla sansür ve halkın haber alma özgürlüğünün açıkça ihlalidir. Gerçek demokratik rejimlerde de yayın yasağı, delillerin yok edilmesini engellemek, bir yerde soruşturmanın selametini sağlamak için sınırlı da olsa getirilebilmektedir. Ancak olan bitenin eleştirisini yasaklamaktaki hukuki amacın ne olduğunu anlamak ise gerçekten mümkün değildir. Dolayısıyla bu karar, eleştirinin yasaklandığı tek mahkeme kararı olarak hukuk tarihimizdeki yerini alacaktır.

İktidar zora gelince...
Aslında bu tarz yayın yasaklarına son dönemlerde oldukça sık rastlanılmaktadır. Öyle ki ne zaman iktidarı zor durumda bırakacak, ya da ucu görev ihmaline, istifa et taleplerine, eleştirilmeye varan büyük bir olay yaşanmışsa hemen ardından yayın yasağı getirilmiştir. Bu yasaklarla adeta sorumlular kamuoyunun önünden kaçırılarak koruma altına alınmış, bir yerde olayın toplum vicdanında küllenmesi sağlanmaya çalışılmıştır.
Reyhanlı saldırısı, Musul Konsolosluk baskını, Uludere faciası, 17-25 Aralık soruşturmaları, MİT TIRları, Soma maden kazası, KPSS skandalı ve son olarak Ankara katliamı gibi yayın yasağı getirilen daha pek çok olayda, aynı şekilde halkın hafızasından medet umulmuştur.

Haber alma hakkı
Ancak kamuoyuna yansıyan olay ne kadar vahim olursa olsun, halkın haber alma hakkı hiç bir şekilde zedelenmemelidir. Aksi halde basın, kamuoyunun gözü kulağı olma görevini yerine getiremez. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre, “sadece lehte zararsız ve ilgilenmeye değmez haber ve düşünceler için değil, devletin veya nüfusun bir bölümünün aleyhinde olan, onları rahatsız eden haber ve düşünceler içinde ifade ve basın özgürlüğü esastır.” Özellikle siyasetçiler söz konusu olduğunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, (AİHM) eleştirinin sınırlarını fevkalade genişletmiş, bu eleştirilerin“abartılı, hatta tahrik edici içeriği bile sahip olabileceğini” kararlarında açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla yasaklar ve baskılarla, gerçekler konuşulmaz ya da konuşturulmaz, hukuk çalıştırılmaz, siyasi ya da bürokratik sorumlular yargı önünde hesap vermezse, ne iktidara olan güven sorununun aşılması mümkün olabilir ne de millet olarak yaşadığımız bu travma ve paranoyadan çıkmamız

SİBEL KIZILKAYA İTKÜ
Avukat



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları