Olaylar Ve Görüşler

Bir ‘azman şehir’

22 Nisan 2015 Çarşamba

Ülkedeki demokrasi krizi kentsel planlamaya ve mimarlığa da yansıyor. Tarihsel- kültürel birikimleri ve özgün kimlikleriyle bize miras kalan şehirlerimizi ne yazık ki koruyamadık.

1950’den bu yana yoğun bir şekilde süren iç göç, başıboş yerleşmeleri ve yapılaşmaları getirdi. Sanayileşme çağında iç göç normaldi, denetimsiz olunca gecekonduyu getirdi. Kötü etkilerine karşı alınabilecek önlem “planlama” olabilirdi. Planlamanın ülke, bölge ve şehirler çapında yapılmasıyla, göçün bilimsel, akılcı önlemlerle düzenlenmesi gerekirdi. Bu yapılmadı.

Nüfus patlaması ve dönüşüm
Nüfus patlaması özellikle büyük şehirlerimizi çözümü güç sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Şehirlerimiz, gecekondu ve kaçak yapılaşma furyasıyla gelişigüzel büyüdü.
Siyasetçiler, planlama yolunda gerekli adımları atmadıkları gibi, oy deposu olarak gördükleri gecekonduları yüreklendirmekten geri kalmadılar. Bu, kentsel dönüşümün birinci evresiydi.
Başlangıcı masum olarak görülebilecek gecekonduların 1980’den sonra, yine siyasal ödünlerle dört, beş katlı apartmanlara dönüşme süreci başladı. Bu da dönüşümün ikinci evresi oldu.
Gelişmeler karşısında toplumumuz “çarpık kentleşme”den yakınmakla yetindi. Yüzde 70- 75’i kaçak yapılardan oluşan ve doğal, tarihsel, kültürel değerlerini ve özgün kimliklerini büyük ölçüde yitiren şehirlerimiz, bugün daha hızlı bir dönüşüm içinde. Bu kez yaşanan, yakın tarihimizdeki kentsel dönüşümlerin üçüncü evresidir.
Dönüşüm, bir yandan eskinin biriktirdiği çarpık ve riskli yapıları ortadan kaldırma amaçlı olarak ele alınırken, bir yandan da toplumu gözetmeyen neo-li- beral anlayışla kent toprağının değerini vahşi ranta dönüştürme yolunda ilerliyor.

Disiplin ve düzen yok
Gelişmelere hâkim olması gereken plan düzeni ve disiplini yine yok. Biliyoruz ki plan, geleceği ve hedefleri belirlemek için hazırlanan en önemli stratejik belgedir; vizyon ve bilimsel yöntemle hazırlanır. Ne var ki, bölge planı, şehir planı yine göz ardı edilmekte...

Gökdelenleşme
Kentlerde, şehircilik ilkelerine uygun bütüncül planlama yerine plan değişiklikleri ve noktasal kararlar, ayrıcalıklı imar durumları ve kayırmacı emsal uyarlamalarıyla çoğu kez yoğun ve yüksek yapılaşma söz konusu. AVM’leşme ve gökdelenleşme furyası bunun sonucudur. Günümüzde sanayi çağının yerini hizmetler ve bilişim çağı aldı. Durum değişebilirdi; olmadı. Kentleşme hâlâ yoğun biçimde sürüyor.
Kentleşmeyi hiç değilse yavaşlatacak adımlar atılmazken, büyük şehirlerde nüfusu daha da artıracak türden yatırımlara yöneliniyor. Bu konuda en çarpıcı örnek İstanbul’dur. Bir “azman şehir” haline gelen İstanbul’un 2014 nüfusu 15 milyona çok yaklaştı ve 130 ülkenin nüfusunu geçti. Daha ne kadar, nereye kadar artacak? Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini toplayan İstanbul dev gibi sorunlarla, yaşanabilir bir şehir olmaktan gitgide uzaklaşıyor. Bu büyüme sürdürülebilir değildir.
2009 yılında onaylanan, sonra bir kenara itilen 1:100.000’lik Çevre Düzeni Planı, İstanbul’un 2023 nüfusunu 16 milyon olarak öngörmüştü. O rakama şimdiden yaklaşıldığı halde o planda olmayan büyük nüfuslu yeni yerleşmeler tasarlanıyor. Bir yandan da şehrin, ormanları ve su havzalarını yok edecek şekilde kuzeye yayılması kamu yatırımlarıyla teşvik ediliyor.

Özetlersek
*Vizyon ve hedeflere yönelik bölgesel ve kentsel strateji ve planlama yok gibi; olan planlar da uygulanmıyor. Kamuda, planlama yetkilerinde tam bir karmaşa var.
* Kentsel tasarım anlayışı sıfır...
* Doğal ve tarihsel çevrelerin ve mimari değerlerin korunması zayıf.
* Kentsel dönüşüm, rantsal dönüşüme dönüşmüş durumda,
* Kentler gelişigüzel dönüşüyor. Örneğin, azman kent haline getirilen İstanbul, plana göre değil, merkezi yönetim dayatmalı mega yatırımlarla yanlış ve anormal şekilde büyüyor. Ve yaşanmaz hale geliyor.
Bütün bunlar şehirciliğin çözüm bekleyen öncelikli sorunları... Ülkedeki demokrasi krizi kentsel planlamaya ve mimarlığa da yansıyor. Mimarlık alanında da ciddi sorunlar var, onlara da başka bir yazıda değiniriz.  

DOĞAN HASOL Dr. Y. Müh. - Mimar

 

-

 

Köprüsüz Istanbul Nasıl Olurdu?

 

1999 depreminden beri bir arpa boyu yol kat etmemiş devlet acaba yeni bir deprem olsa ne yapardı ne yapmazdı, bir düşünelim... Peki ya, Boğaziçi Köprüsü hiç olmasaydı...

Beklenen deprem Marmara’yı vurdu... ’99’dan bu yana ciddi hiçbir önlem almamış devlet yine çaresiz. Hazırlık yok, halk bu konuda eğitilmemiş, toplanma alanları ihaleyle satılmış, depreme hazırlık olarak ilan edilen kentsel dönüşüm yeni bir rant ekonomisi yaratmış.
Cesetler ve Japonlar, köpekler ve kader. Değişen bir şey yok. Okullar, hastaneler yine ilk sırada. Ölüler gömüldü, enkaz kaldırıldı, ağıtlar yakıldı, deprem vergisi salındı. Ancak bu ülkenin ve obez şehri İstanbul’un odaklandığı başka bir dert var. Boğaziçi Köprüsü. Yıkılmadı ama araçların geçemeyeceği ölçüde hasar aldı. Dünyadan uzmanlar geldi. Konsültasyon yapıldı, tedavi açık: Köprü üç yıl kapalı.

Alternatif çözümler
Sayılı gün geçer dedi başkan. Herkes birbirini suçladı. Gece programlarında günlerce çözüm tartışıldı. Hayat devam etmek zorunda tabii. Boğaziçi Köprüsü’nü kullanan insanlar alternatif aramaya başladı.
Erken davrananlar işini evinin olduğu tarafa taşıdı veya tersini yaptı; çocuğunun okulunu değiştirenler, işinden istifa edenler oldu. Kurs, eğitim, alışveriş için karşıya geçmeler azaldı. İnsanlar, şehri yönetenlerden çok daha hızlı davrandılar. Hayatta kalmak için bu yeni duruma uyum gösterdiler. Denizi kullandılar. Geçişler azaldı. Kıtalar İstanbul’un bu güzel köşesinde usulca kendi içine kapandı.

İstanbul iki şehir mi?
Zamanla herkes diğer kıtaya geçmek için oluşan trafiğin etkisi yok olduğunda hayatın nasıl değiştiğini fark etti. Bu felaketin aslında bir işaret olduğunu yazanlar oldu: İstanbul aslında iki şehirdir, dediler. Onu çirkinleştiren ve yaşanmaz yapan yekpare olmaya çabalamasıydı.
Hayatlar tek tarafta planlandı, karşı turistik bir gezi noktası, vapurla yapılan bir hafta sonu kaçamağıydı artık. İki taraf da sakinleşti.
İnsanlar müthiş bir hızla uyum gösterdikleri bu yeni durumun, köprüsüz bir İstanbul’un, belki de yegâne kurtuluş olduğunu anladı. Projeler ortaya atanlar oldu. E-5’e park önerenler, ikinci köprü de kapatılsın diyenler. Karşı, ulaşılmaya çalışılan bir nefret nesnesi değil, zevk alınan bir yol- culuk hedefi olacaktı. İstanbul iki şehir olacaktı. Olmadı. Olacağına inananlar şehirde yaşayanlarla şehri yönetenler, bu ülkedeki vatandaşlar ve yöneticiler arasındaki mesafeyi gözden kaçırmıştı. İnsanlar bu yeni durumla baş etmeye çalıştılar, hayatlarını yeniden düzenlediler, iki şehir olmanın tek şehir olmaya çalışmaktan daha akılcı olduğunu anladılar.

Halk dinlenmedi
Köprünün sadece yaya ve bisiklet trafiğine açılmasını istediler: İnisiyatif aldılar, dernekler kurdular, gösteriler yaptılar. Yöneticiler halkı dinlemedi.
Bu projeleri deli saçması diye nitelendirdiler. Bildikleri tek şeyi yaptılar. Hasar raporları yazıldı. Ön maliyet çalışmaları ya pıldı. Heyetler dünyadaki başka köprülere geziler yaptı. Uzmanlar çağırıldı. Projeler hazırlandı. Maliyet konusu tüm ülkeye köprü vergisi koyulmasıyla aşıldı.
İhale kanunundaki acil durum maddelerine dayanarak inşaat başkanın belirlediği şirketlerden oluşan bir konsorsiyuma verildi.
Köprü üçüncü sene 29 Ekim’de değilse de dördüncü sene 23 Nisan’da hizmete açıldı. Halk, arabalarıyla köprüden geçmeye davet edildi.
Sakinleşmiş caddelerde tekrar beliren araçların fren lambaları köprüye doğru kırmızı kuyruklar çizerken, sahilde toplanan kalabalıkların havai fişek ışıklarıyla rengârenk boyanmış yüzlerinde yeniden tek şehir olmanın hüznü okunuyordu.  

ERTUĞ UÇAR Mimar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları