Yakın geleceği öngörebilmek... Türkiye...

04 Ağustos 2017 Cuma

Bulut 20 yaşında. Danimarka’da yaşıyor ve her yaz 3 haftalığına Türkiye’ye geliyor. Geldiğinde de hem İstanbul’un bir yıl içinde değişimi hem de siyasi ve toplumsal olup biteni daha iyi anlamak için sorular soruyor. Cumhuriyet’in süregelen davası, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü, nikâhların müftüler tarafından kıyılması, Nuriye ve Semih’in 5 aydır sürdürdükleri açlık grevi, evrim üzerine yürütülen tartışma, yargının hali, Almanya ile gerginleşen ilişkiler, RTE’nin başkanlık ısrarı, inşaat ablukası altında sürdürülmeye çalışılan yaşamlar... Biz de bir şekilde anlatmaya çalışıyoruz. Geçen gün dinledi ve ardından tek bir soru yöneltti: 10 yıl sonrasının Türkiye’sini öngörebiliyor musunuz? ‘Hayır’ diye yanıtladım. Babası da (Orhan Bursalı) aynı şekilde cevap verdi.
Bulut ısrarlıydı. “Peki ya 5 yıl sonrasını” diye sordu bu kez.
Hayır, dedik ikimiz de.
Sustuk... Konu bitmişti...
Bırakın 10 yılı 5 yılı, 2 yıl sonrasını bile öngöremediğimiz bir ülkede yaşıyor olmamızın acı gerçeği ile yaşıyoruz. Siyaset, ekonomi, kültür, eğitim, spor, güvenlik, sağlık... Her alan birbirinden sorunlu. Hiçbirinde gurur duyacağımız doğru dürüst bir başarı örneğimiz yok... Uluslararası tüm karşılaştırmalı verilerde son sıralardayız. Kadın-erkek eşitliğinden tutun, küresel rekabet endeksine, eğitimin ölçüldüğü Pisa verilerine kadar... Dünyanın en pahalı benzinini tüketen ülkeler arasındayız. Kentsel altyapıdaki halimizi en ufak bir yağmur ortaya koyuyor zaten... Son ithal kararı ile tarım ve hayvancılığın ölüm fermanı imzalandı. Kavgalı olmadığımız, didişmediğimiz ülke kalmadı, Katar’dan başka...
Televizyonlarda her gece bir sürü kanalda gerçekleştirilen tartışma programlarında yitip giden enerji iç sızlatır durumda. Bu ülkenin masaya yatırılması gereken öncelikli sorunlarının hiçbiri yıllardır ülke gündeminde yer alamıyor. Onun yerine müftü nikâhı gibi hiç gereği olmadan ortaya atılan yasa tasarıları günler ve geceler boyunca tartışılıyor. Kutuplaşmalar ve gerginlikler bu tarz suni yaratılan gündemlerle daha da artırılıyor. Bakıyoruz, AKP iktidarının neredeyse tek işi siyasal İslamı toplumun her noktasına nüfuz ettirebilmek. Ve tabii kendi hayat tarzını topluma dayatmak. Finansal çarklar, bağlantılar, çıkar ilişkileri hepsi bu eksen üzerinde şekilleniyor. Bu ülkenin Diyanet İşleri Başkanı “Babanın öz kızına şehvet duyması haram değil” diye fetva verebiliyor. Yine son örneklerden biri, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ensar Vakfı ile imzaladığı protokol. Çiğdem Toker peş peşe yazıyor: Ensar, MEB’i arkasına alarak milyonlarca yetişkin insana, üniversiteye giriş kursundan din adamlığı kursuna kadar değişen çeşitlikte programlar verebilecek.
Devletin tüm kurumlarını ve gücünü arkasına alarak dörtnala bu ülkeyi kendi istediği doğrultuda şekillendiren bu devasa yapı ile mücadele kolay değil. Yıpratıcı, enerji tüketici... Bir deliği tıkamaya çalışıyorsunuz, iki delik birden daha açılıyor. Tıpkı bir okurumun müftü nikâhı ile ilgili yorumu gibi: “Eğer Türkiye, anayasasında yer aldığı gibi ‘laik’ bir devletse, müftüye verdiğiniz nikâh kıyma yetkisini, papaza, hahama ve diğer dinlerin din adamlarına da vermeniz gerekir. Vermezseniz, Anayasa Mahkemesi’nin bu kanunu bozması gerekir. Ya da anayasadan ‘laik’ sözünü çıkarmak.”
Sizce hangisini yapacak?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları