Şahin Aybek

Eğitim için yorulmayanlar

21 Aralık 2022 Çarşamba

Eğitimci Ali Murat KARABAĞ ile eğitimimizi konuştuk.

“Çocuğunuz doğmadan ve sonrasında onun eğitimi için göstereceğiniz uğraş ve hassasiyet; ileride onun da size karşı oluşturacağı sevgi, saygı ve minneti var edecektir. Biz devlet olarak çocuklarımızın aynı idealde ve ortak yaşam dilinde buluşup kenetlenmesini istiyorsak aradaki uçurumların azaltılması için gerekli çalışmanın yapılmasını sağlamalıyız.”

Ali hocam biraz kendinizden bahseder misiniz?

Disleksi bir çocuk olarak eğitimde güçlü bir rol alma hayalim asla olmamıştı. Olamazdı da ancak bugün geriye dönüp baktığımda okumak için verdiğim mücadelenin iyikilerini görmek ve “Mesleki Onur Ödülü” gibi farklı takdirlerle karşılaşmak benim için çok büyük bir gurur. 20 yıllık eğitim yöneticiliğimin her anı bilgi ile yapılandırılmış iyiliğin geleceği aydınlatacağını anlatmakla geçti. Tabii sadece anlatmakla kalmadık bugüne kadar ulusal sınavlara hazırlık kitapları editörlüğü ve kültür kitapları yazarlığı ile toplam 45 kitap yazdık, kurduğumuz iyilik hareketiyle köy okullarına 30 binin üzerinde kitap, binlerce kıyafet hediye ettik, ülkemizin en gözde ve başarılı özel okullarında önemli projelere imza attık. Şu anda özel okullara danışmanlık hizmeti sunmanın yanı sıra üniversite ve derneklerde aldığımız görevler ile ülkemizin dört bir yanında öğretmen-öğrenci seminerleri vermekteyiz. 

Okulöncesi eğitimle başlayalım. Okulöncesi eğitimde ülkemizde yapılan en büyük hata nedir? Okulöncesi eğitim ile ilgili anne ve babanın yapması gerekenler nelerdir?

Eğitim-öğretim süreçleri genelinde düştüğümüz en büyük yanılgı, eğitimin okul yaşantısıyla başladığını “anlamaktır.” Dikkat ederseniz “Eğitim yaşamının okulla başladığına inanmaktır.” demiyorum. Ülke olarak zaten ona inanıldığı için “Anlama evresi” okula başlama anına denk geliyor ve eğitim için eyleme ancak o zaman geçiyoruz. Onun öncesinde yani okul öncesindeki eylemlerimiz “Büyüyünce ne olacaksın?”, “Özel okula mı, hangi özel okula?” ya da “Bizim oğlanın öğretmeni hâlâ okulda mı? Komşunun öğretmeni iyiydi. Bir soralım mı?” sorularının sığlığında kalmaktadır. Okulun başlamasıyla da eylemlerimiz “Ödevini yap. Kitabını oku. Ders çalış. Tableti bırak. Sen bize ne bakıyorsun, kendi işine bak. Arkadaşlarından geri kalacaksın…” cümlelerinin acizliğinde ve yine sadece sözel ifadelerde kalmaktadır. Oysa eylem bir hareket hâlidir. Konuşur, harekete geçer, örnek olur ve birlikte başarırsın. Empatiden uzak cümleler, kendine sadece iyonosferde yer bulur.

Peki, ne yapmalıyız?

MEB, 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programında, 5 yaşın zorunlu eğitim kapsamına alınması yer almaktadır. Bu kararın gerekçeleri ve uygulama yöntemleri toplumun tüm ekonomik kesimleri göz önüne alınarak, idealize edilerek mi uygulanacak? Neler olacak göreceğiz ancak bizim daha da öncesine gitmemiz gerekiyor. Bebekler, anne karnında 6. ay itibariyle dünyayı duymaya başlarlar. Bunu bilen toplumun küçük bir kısmı, çocuklarının eğitim faaliyetlerine doğum öncesinde başlamakta ve doğumla birlikte bu yapıyı sağlamlaştırmak için özenle bir uğraş içerisine girmektedirler. Bebeğe okunacak masal, dinletilecek müzik... Anne ve babanın birlikte geçirecekleri zamanlar, yürüyüş, spor, ev işlerini birlikte yapma, film izleme, şarkı söyleme gibi iletişimi güçlendiren faaliyetlerle annenin huzur ve mutluluğunun çocuğa geçmesi en büyük amaçtır. Ancak bu bilince sahip olmayanları bilinçlendirmek ve çocuk yetiştirme süreçleriyle ilgili bilgi vermek adına, hamilelik tespit edildiği an itibariyle ücretsiz ve zorunlu anne-baba eğitimi verilmelidir. Bu eğitime katılanlara, doğum masrafları için destek olunacağı taahhüttü verilebilir. Bu eğitim sayesinde bebeğin hastalık süreçleri, yemek alışkanlıkları, eğitim süreçleri ile ilgili verilen bilgiler ilerleyen zamanlarda ülke adına müthiş bir katma değer olacaktır.

Doğumla birlikte ise yılmadan her akşam okunup anlatılacak masallar, birlikte oynanacak oyunlar, etkinlik ve iletişimi güçlendirecek sohbetler çok hayatîdir. Diyelim ki çok yoğun çalışıyorsunuz ve faaliyetleri yapmaya gücünüz yok. O zaman kilit cümleyi söyleme zamanı: “Zamanı iyi kullanmak.” Kendisine ait, sorumluluklarına ait, ailesine ait, sağlığına ve ekran takibine ait zaman dilimleri olmalı. Bu zaman aralıklarının hem onun için hem de sizler için olduğunu anlayabilmesi ve bunu içselleştirebilmesi için bu cümle, sihirli bir cümledir. O, bireysel oyun oynarken siz dinlenebilirsiniz. Sağlığı için müzik açıp, dans ederken siz de kendi müziğinizi dinleyebilir veya spor yapabilirsiniz. Ödevini yaparken yarınki sunumunuza çalışabilirsiniz. Liste, bu şekilde sağlıklı ve kırgınlıklar olmadan devam eder. Tabii ki onunla geçireceğiniz zamanı asla kısaltmamak ve hatta biraz uzatmak kaydıyla.  Zaman ve etkinlik planlaması hem sizi rahatlatacak hem de çocuğun yaşamında öz disiplini oturtacaktır.

Çocuk okuldan geldikten sonra; önce tablet, sonra yemek, sonra ödev, sonra okuma, sonra televizyon. Bakın, ilkokuldaki bir çocuk yarım saatlik bölümlerle her şeyini eksiksiz yapmış oldu ve zamanında uyudu. Peki, çocuğun buradaki motivasyonu nedir? Hem her gün tablet oynadı hem televizyon izledi hem de tüm görevlerini yaptı. Süreli ve sınırlı kullanımı öğrenerek ileride yaşanacak teknoloji bağımlılığının da önüne geçildi. Belki de arkadaşları içinde en fazla televizyon izleyen o ama başarılı olan da o.

İletişimsiz, paylaşımsız ve programsız büyüyen çocuğun zihinsel şablonu şu şekildedir: Yemek yenir, herkes kendi işine (telefonuna) bakar, televizyon izlenir, yatılır. Çocuk, 6-7 yaşına kadar bu şablonla büyümüştür. Bir gün, birdenbire ortaya çıkan “ödev sorumluluğu” için veli artık iletişime geçmek zorunda kalacaktır. Veli, çocukla iletişim zeminini oluşturmadığı ve hatta iletişim yolunu bilmediği için de çocuğa gün doğacaktır. Anne-baba, ödev için çocukla konuşmak ve zaman geçirmek zorunda kalacak. Çocuk da yılların intikamını ödevi yapmayarak, sündürerek, uzatarak alacaktır. Anne-baba, bağırarak da olsa onunla artık iletişime geçmiş, zaman geçirmeye başlamıştır. Bir başka husus ise yıllardır o saatte televizyon izleyen ailenin alışkanlığını devam ettirirken çocuktan ödev yapmasını istemesi, çocuğun hırçınlaşmasına ve iletişimin gerilmesine neden olacaktır.

Doğum öncesi kurulan aile içi iletişimdeki güven, doğum sonrası sohbetlerle güçlenen aile içi iletişimin sağlanmadığı ailede “ödevini yap” cümlesi, çocuğa hep üst perdeden gelecektir. Bunu duyan çocuk ödev yapmamak için direnecek, zaman kaybedecek ve pek çok şey üst üste bindiği için her şey yarım yamalak yapılacaktır. Mutsuzluk katlanacak ve etkin bir gün geçirilemeyecektir. 

Unutmayın! Güçlü ve güven veren iletişim ile zamanı iyi ve etkin kullanmak, sizi başarıya götürür.

Çocuğunuz doğmadan ve sonrasında onun eğitimi için göstereceğiniz uğraş ve hassasiyet; ileride onun da size karşı oluşturacağı sevgi, saygı ve minneti var edecektir.

Bildiğimiz üzere bahsettiğiniz dönemler çocuğun dil gelişimi için de çok önemlidir. Ancak biz ne günlük konuşma dilimizi ne de yabancı dili etkin ve nitelikli kullanmasını öğretebiliyoruz. Bunun nedenleri ve çözümü nedir?

Çocuklar gözlerini dünyaya açmadan ve konuşmaya başlamadan önce duymaya başlar. Anne karnındaki çocuk, bir şey anlatmak istediğinde hareket eder. Dünyayı bilmez, görmez ancak 6. ay itibariyle dünyayı duymaya başlar. Yaptığınız sohbetler, dinlediğiniz müzikler onları etkiler. Bu sebeple biz günlük konuşma dil eğitimine yine doğum öncesi başlamalıyız. Zira çocuk, dünyayı öğreneceği dil ile mantık kuracak, iletişim kuracak, okuyacak ve anlamlandıracaktır. Matematikte de başarı için dili etkin ve nitelikli kullanması şarttır. Konuyu/soruyu analiz, sentez ve değerlendirme yapabilmesi için ön koşul anlaması ve anlamlandırmasıdır. Peki, neler yapmalıyız? Öncelikle anne ve baba iletişimi, yakın çevreyle olan iletişim, kurulan dil, dinlenen şarkılar, okunan kitaplar ve okurken yapılan tonlamalar çok önemli. Hamileliğin 6. ayından itibaren okula başlayana kadar, çocuğumuza her akşam 10 dakika da olsa kitap okumak bu anlamda en basit ve en etkili yoldur.

Siz dili ne derecede etkili kullanırsanız akademik ve sosyal başarı da çocuğunuza o derecede yakın olacaktır.

Okul süreci başladığında çocukların günlük dil ile kendisini ifade etmesine olanak sağlayacak aktivitelere sıklıkla yer verilmelidir. Kermes, fuar, tartışma, sunum, yarışma, bilim şenliği, drama, tiyatro… Ne yazık ki devlet okulları bu etkinliklere çok yer vermezken özel okullar ise bu etkinlikleri ağırlıkla yabancı dil eğitimi için kullanmaktadır. Yabancı dil öğretimine ayrılan zaman ve önem günlük dile olan merakın ve önemin azalmasına neden olmaktadır. Özel okullarda 20 saati bulan hatta geçen yabancı dil eğitim programlarının sonucuna bakıldığında ise yabancı dili tam öğrenememiş, günlük dili özümseyememiş, dijital dünya dilinin de etkisiyle “karma-karışık” dil ile anlaşamayan bir toplum türemiş.

10- 20 saat ya da üzeri yabancı dil eğitimi acaba gerekli midir?

Bu konuya aslında birkaç açıdan bakmak gerekir. Öncelikle günlük konuşma dilini ailesinde nitelikli bir şekilde dinlemiş ve iletişim dilinin önemini, etkisini, üslubunu öğrenmiş bir öğrenci iletişim sorun yaşamayacak; dil ediniminde daha aktif ve başarılı olacaktır. Burada, günlük konuşma dili ya da yabancı dil karmaşasını sona erdirecek durum ise sınıf öğretmeni ve yabancı dil öğretmenlerinin yeterliliği/hassasiyeti, yabancı dil eğitimi için yapılan programın ana dil programıyla olan örüntüsü ve konuşma çalışmalarına verilen önemdir. İlkokuldaki bir çocuk için devletin öngördüğü 2 saatlik yabancı dil eğitimi yetersiz gözükebilir ancak esas sorun, bu 2 saate karşın özel okuldaki öğrencinin 20 saat yabancı dil dersi alarak eğitimde fırsat ve imkan eşitsizliğini doğurmasıdır.

Biz devlet olarak çocuklarımızın aynı idealde ve ortak yaşam dilinde buluşup kenetlenmesini istiyorsak aradaki uçurumların azaltılması için gerekli çalışmanın yapılmasını sağlamalıyız.

Burada o zaman akla şu soru geliyor?  Devlet okulu mu, Özel okul mu?

Sosyal devlet, demokratik devlet; eşit şartlar altında güçlü bir gelecek fırsatı verirse insanlar arası ayrım, ötekileşme sona erer. Bunun için devlet olarak eğitimi belli standartlara çekmeniz gerekir. Eğer mahallenin her bir köşesine özel okul açılıyorsa ve bunlar tercih edilmek zorunda kalınıyorsa o zaman dönüp sorarlar, “A kişisi devletten daha mı güçlü?” diye. Devletin karar mekanizmasını elinde bulunduran hükümet, yıllar önce “eğitim desteği” adı altında bir çalışma başlattı. Aslında devletin yükünü alarak özel okulların gelişmesi için yapılan iyi niyetli ancak sürekliliği ve katma değeri olmayacak bir çalışmaydı. Zira öyle de oldu. Desteğin sona ermesiyle ekonomik sorun yaşayan okulların kapanmasıyla, devretmesiyle ve eğitim kalitesinde sorun yaşayan vatan evlatlarıyla birlikte sonuç karşımızda belirdi. Peki, ne yapılmalıydı ya da ne yapılmalı? Hızla değişen dünyada çocuğunun her şeyi bilmesini ve her şeye hazırlıklı olmasını isteyen anne ve babalar, (Çocuk her şeyi yapmak ve bilmek zorunda değil. Bunu ayrıca konuşacağız.) çocuklarını özel okula yollamak için canlarını dişlerine takarak çalışmalı mı? Bu yorgunlukla eve gelip çocuğuna “Seni en iyi okullarda okutuyorum, yorgunum.” demeli mi? Çocuğunun kendisinden uzaklaşmasına neden olmalı mı?

Makul koşullarda iyi eğitime nasıl ulaşılabilir? Az önce bahsettiğimiz özel okullara verilen öğrenci başı eğitim desteğinin total rakamı, ülke genelindeki okullara her yıl belli kademe okullarına bölünerek verilmeliydi. Böylece her şey çok daha farklı olabilirdi. Ödenek bile almadan nereden nereye gelen devlet okulları çoğumuzun malumudur. İdealist bir müdür ya da öğretmenle okullarımızın hangi aşamalara geldiğini görmekteyiz. İşte buna destek olunsaydı inanıyorum ki birçok veli devlet okulunu tercih edecekti. Çünkü üzülerek söylüyorum, sadece daha güvenli olacağını düşünerek çocuğunu özel okula yollamaya çalışan veliler var. Devlet okulunun eğitiminden, güvenliğinden, vizyonundan ve verebileceklerinden emin olmayıp şahsa güvenerek şahıs okullarına emanet edilen çocukların, ileride devletin değil de kişilerin daha güçlü olduğuna inanacaklarını ve bu doğrultuda biat kültürünün yaygınlaşacağını düşünmek çok da ütopik olmaz sanırım.

Özel okullara ayrılan teşvikler ya da öğrenci eğitim destekleri devlet okullarına verilseydi ticari kaygılarla ve alt yapısız, öngörüsüz açılan özel okulların önüne geçilebilecekti. Güçlü devlet okulları ile yarışamayacak köşebaşı okullar yerine; yenilikçi programları ve özel faaliyetleri ile devlet okullarına örnek olacak okullar, eğitimde hep daha ileriye gitmeye rehberlik edecektir.

Sistem demişken eğitim sisteminin sürekli değiştiği iddiası ya da tespitiyle ilgili görüşleriniz nelerdir?

Aslına bakarsanız eğitim sistemimizde sürekli bir değişim söz konusu değil. Sistem ile ilgili köklü değişimleri, 4+4+4’e geçiş ve bitişik eğik el yazısı ile eğitime geçiş olarak sayabiliriz. Değişimler daha çok sınav türü ile ilgili olmuştur. Bu da kamuoyu tarafından, yeniden ve çokça değişen eğitim sistemi algısını yaratmaktadır. Oluşan algının doğruluğundan ziyade biz işin özüne yönelelim. Sistemler değişmek, güncellenmek zorundadır. Kendini yenilemeyen hiçbir sistem yaşayamaz ancak bir değişim gerçekleştirecekseniz en basitinden buzlu bardağa sıcak su koyacağınız zaman bile bardağın ortalama bir sıcaklığa ulaşmasını beklemelisiniz. Yoksa bardak tuzla buz olur. Ülkenin bugününü ve geleceğini şekillendiren “MİLLİ” eğitim sisteminizde yapılacak köklü değişimleri ya da birim bazlı değişimleri de makul zamanlamayla ve illa ki ortak akıl ve kabulle uygulamaya koymalısınız. Örneğin, ergenlik döneminin buhranlarıyla en iyi liseye yerleşme hayali kuran bir çocuğa sınava 3-4 ay kala “Soru tipini değiştiriyoruz.” demek yanlıştır.

Eğitim bir sistem işidir ve amacı istendik nesiller yetiştirmektir. “Bizim istediğimiz nesil nasıl olmalı?” asıl sorulması gereken soru bu. Biz, sadece günlük değişimlere ayak uydurarak ayakta kalabilecek, günü kurtaran bir nesil mi istiyoruz? Biz güçlü bir gelecek için el ele vermiş, hedefler doğrultusunda sistemli çalışmaya alışmış nesiller mi istiyoruz? “Eğitim sistemi zaten devamlı değişiyor. Bizim zamanımızda bakalım ne olacak? Yaptık yaptık; yapamadık, bakarız yolumuza.” anlayışı, gençler arasında hızla yayılmakta ve çocukların emanet edildikleri eğitim sistemine karşı ön yargıları olumsuz yönde gelişmektedir. Kuruluş amacı “(…) çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır.” olan Milli Eğitim Sistemi’nin sadece çocukları birbirinden elemek adına yaptıkları değişiklikler maalesef çocuklarımızın eğitime yabancılaşmasına neden olmaktadır.

Ölçme değerlendirme yöntem ve tekniklerinin amacı veri toplamak, işlemek, değerlendirmek ve öngörüde bulunmaktır. Genç nüfusu çok fazla olan bir ülkede elbette eleme kaçınılmazdır ancak bunun tek yolu sınav, daha doğrusu ulusal çapta yapılan tek bir sınav değildir.  Devletin ulusal çapta tek bir sınav üzerine sistemi şekillendirmesinin tek bir nedeni vardır: Eksik, yanlı ve yetersiz veri kaynakları. 

Malum şehir efsanelerinden birini hepimiz biliriz. Okullarda notlar şişiriliyor; sınavlar, öğrenciler geçsin diye basit hazırlanıyor. Bunlar tabii ki doğru olamaz ancak sürece dair öznel ve nesnel verilerin analiz edilerek sonraki yıllara aktarımında sıkıntılar söz konusu. Sınıf öğretmeni, bir çocuğun her şeyini bilir ancak gelecek sene gelen yeni öğretmen karneye dönüp bakmayacağı gibi önceki senenin ŞÖK raporlarını da arayıp bakmayacaktır. Okul içi ve okul dışı faaliyetler, sınavlar, haftalık-aylık-yıllık gelişim raporları, başarılar, aile takibi, çocukların sene başı ve sene sonu öz değerlendirmeleri… Bunlar sınıf öğretmenleri gözetiminde rehber öğretmenlerle yapılmalıdır ancak yeni nesil koçluk çalışmaları şeklinde organize edilmelidir. Bir rehber öğretmen, 100 ve katlarına tekabül eden öğrenci sayısıyla istihdam edilmemelidir. Maksimum 30 çocuğa bir rehber öğretmen ya da mentör verilerek tüm veriler sonraki senelere aktarılmalıdır. Bu kadar öğretmeni nereden bulacağız? Cevap: Atanamayan öğretmenler. Maliyeti nasıl karşılayacağız? Bununla ilgili ödenek önerisinde bulunmuştuk ancak daha net bir cevap verelim: Zayi olan bir gençliğin maliyeti, tahminlerin çok daha ötesinde olacaktır.

Anlattıklarınızdan şunu çıkarıyorum; gençlerin emanetçisi olan yetişkinler, gençlerin emanet edildiği öğretmenler onları tanımalı, önemsemeli, güven vermeli, hedef göstermeli, zaman ayırmalı… Çok zahmetli ve zor bir yolculuk değil mi?

Şu ana kadar konuştuklarımızı başlık halinde sıralayalım: Anne-baba-halk eğitimi, eğitimde dilin önemi, eğitimde fırsat eşitliği, eğitimde birlik ve dirlik, her çocuğun kazanılması gerektiğine olan inanç.

Çünkü tek bir kişi, tek bir idealle, kadınıyla-erkeğiyle-yaşlısıyla-genciyle velhasıl her bir ferdiyle kenetlenerek sistemli ve planlı bir şekilde adım adım savaş kazanmış; Cumhuriyet’i ilan etmişti. Düşünün ki savaştan çıkmış bir ülke. Açlık ve sefalet var. Traktör yok, biçerdöver yok. Bit salgınıyla başa çıkılamıyor. Bebek ölümleri %40’ın üzerinde. Binin üzerinde köy kül olmuşken Atatürk; 4000 kitabı altını çize çize okumuş, kitaplar yazmış. Bir ülkeyi inşa ederken kara tahta başına geçip halkına bizzat öğretmenlik yapmış, yurtdışına eğitim için burslu öğrenciler yollamış; yorulmamış, bıkmamış ve vazgeçmemiş.

Atatürk için okumak, eğitim-öğretim, öğretmen ve çocuklar çok kıymetliydi. Bugünü mühendisler, mimarlar, doktorlar inşa edecek; gelecek ise öğretmenlerin eseri olacaktı. İşte bu yüzden, yurt dışına burslu yollanan ilk kafilenin içinde öğretmenlere yer vermişti. Doğacak çocuklara liderlik etsinler diye öğretmen yetiştiriyordu. Konuşma dilinin, dünyayı anlamlandırmanın ve birliğin temeli olduğunu bildiği için dili değiştiriyordu. Dil devrimi yapıyordu. Yeni dili halkına ve anne-babalara tahta başında bizzat kendi anlatıyordu. Çünkü iletişim, insanları birbirine bağlar ve bağlar ne kadar sağlamsa ülke o kadar güçlü olurdu.

Sakarya Muharebesi öncesinde Birinci Maarif Kongresini topluyor, eğitimin birleştirilmesi ve eğitim-öğretim programları üzerinde duruyordu. Eğitimi devletin himayesinde birleştiriyordu. Tek ideal için, eşitlik için, birliktelik için okullaşmaya büyük önem veriyor; zorunlu ve ücretsiz eğitim için, koşulları iyileştirmek için mücadele ediyordu. Bırakın yetişmiş öğretmeni, o yoklukta öğrenim alsınlar diye öğretmen adaylarını da yurt dışına yolluyordu. Öğretmenlere öyle önem veriyordu ki verilen dersi sessizce sırada oturup dinliyordu ve ülkenin geleceğini onlara emanet ediyordu. Bir kahraman, Başkomutan, Cumhurbaşkanı olmasına rağmen oturup geometri kitabı yazıyordu. Türkçeleştirmeye verdiği önem için, eğitime verdiği önem için ve eğitimin tüm süreçlerine hâkim olunması gerektiğini hissettirmek için.

Sözün özü, söyleşi boyunca ifade etmek istediklerimiz aslında başöğretmenimizin verdiği mücadelenin günümüze yansımalarını görünür kılmaktı.

Başöğretmenimize saygıyla…

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin... 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları