Cumhuriyeti anlamak: Atatürk ve Adalet

Cumhuriyeti anlamak: Atatürk ve Adalet

27.10.2025 12:49:00
Güncellenme:
Cumhuriyeti anlamak: Atatürk ve Adalet

KONUK YAZAR | Atatürk Araştırmacısı Ahmet Gürel, Cumhuriyet Ege için yazdı...

Cumhurbaşkanı dahi olsa, Atatürk’ün yargıya nasıl saygı gösterdiğini biliyoruz. O, genç Cumhuriyet’in hukuk sisteminin sağlıklı yürümesi için, çok özen gösterir, Hukuk fakültelerini sık sık ziyaret ederdi. Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında, şu konuşmayı yapmıştır:

“Cumhuriyetin en güzel eseri olan bu ilmi kurumun açılışında duyduğum manevi duyguyu hiçbir girişimimde yaşamadım...” Bir akşam yemeği toplantısındaydı. Kendisinin bu sözleriyle, Napolyon’un Saint-Helene’de sürgünde söylediği sözlerle karşılaştırmak istedim. 

“Paşam, Napolyon; ‘Hakiki zaferim, şimdiye kadar kazandığım 40’tan fazla meydan savaşı değildir. Çünkü bir zaferim var ki, onu hiçbir kuvvet silemeyecektir. O da benim eserim olan ve ebediyen yaşayacağına inandığım medeni kanundur’ demiş ve hukuk anlayışını dünyaya ilan etmiştir. Ama bir fark var; siz hukuki düşüncenizi, bir askeri zaferden sonra ilan ediyorsunuz; Napolyon ise bu sözleri esirlikte söylemiştir. Bu nedenle, onun samimiyeti beni şüpheye düşürüyor.” Paşa: 

“Çocuk” dedi. “Tutuklu olmasına rağmen belki Napolyon da bu sözlerinde samimiydi. Hukuk prensiplerini ihmal ve ihlal eden ve buna kıymet vermeyen liderler, kurdukları rejimi yaşatamazlar.” 

Günümüzde hukukun geldiği noktayı esefle izliyoruz. Biz böyle mi devraldık devrimleri, kuruculardan? O hukuk sistemine nasıl sahip çıktığını bir başka anıdan izleyelim. 

Atatürk bir Balıkesir gezisinde kendisine Ulusal Mücadele’de yakın hizmetler etmiş bir kimsenin başvurusuyla karşılaştı. Bir konuda haksız olarak mahkûm olduğunu söyleyerek yakındı. Atatürk, “haklısın, konuyu ben de biliyorum” dedikten sonra eşliğinde seyahat etmekte olan genç bir adliye müfettişini çağırdı. Konuyu anlattıktan sonra kararın düzeltilmesini istedi. Denetmen anlatılanı dinledikten sonra;     

“Efendimiz, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra olgunlaşmış. Hükmün uygulanmasından başka yapılacak yasal yol yoktur” dedi. Bunun üzerine Atatürk:

“Ancak ben söylüyorum, bu iş haksızdır. Çünkü ben işin içini biliyorum” dedi. Genç adliye denetmeni diretti: 

“Efendimizin bu bildirimi yasa bakımından bir değişiklik yapamaz. Adalet Bakanı’nın da bir şey yapmasına olanak yoktur.” Ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtına kopacağına sanılıyordu. Ancak Atatürk sakince sordu:

“Peki, bir adli yanılgı olursa yasa bunun düzeltilmesini öngörmez mi?” Bu soruya denetmen:

“Yeni delille mahkemenin yinelenmesi istenebilir” diye karşılık verince, Atatürk, başvuran kişiye dönerek:

“Beni tanık olarak göster. Onda yeni deliller olduğunu haber aldım” diye öne sür. “Ben mahkemeye gidip tanıklık ederim.” Sonra Atatürk adliye müfettişine teşekkür etti. Kendisine başvuran kişiye de:   

“Niçin bana zamanında başvurmadın? Zamanında gelir tanıklık ederdim. Boş yere mahkemeleri de uğraştırmazdın. Bütün yurttaşlar, üstelik Cumhurbaşkanı dahi olsa yargıya saygı göstermekle sorumludur” dedi.  

 

Atatürk’ün, Milli Eğitime bakış açısı

Tevfik Noyan’ın aşağıdaki anısını dikkatli okuyalım. Anıda, Atatürk’ün, Cumhuriyet eseri olan “Milli Eğitim”e nasıl baktığını, dini eğitimin nasıl olması gerektiğini göreceğiz. 

“Okullarımızda ve bütün kültür kurumlarımızda ‘Milli Eğitim’ esas kabul edilmiştir.

Tuttuğumuz yol budur; çocuk dini eğitimini ailesinde alacaktır. Bu arada İlahiyat Fakültesi gibi, dini eğitimi takviye edecek kurumlar da kurmak üzereyiz. Fakat bu zaman meselesidir.

Hâlbuki devrimimizin tam dönüm anında topraklarımıza göz dikerek saldırmak isteyen düşmanın, dini ele alarak birçok fitne ve fesatla halkı kandırmaya kalkıp türlü entrikalar çevirmekten çekinmeyeceği de muhakkaktır. Biliyor musunuz ki, Mussolini, peşindekilerle buraya gelirse nasıl gelecektir? Önünde dervişler, hacılar, hocalarla gelecektir. Din adamlarını, elinde silah olarak kullanacaktır.’

Tam burada, üye arkadaşlardan biri, heyecanla atıldı:

‘Paşam, rahat olun… Bu devrim yerleşmiştir. Millet bunu anlamıştır, benimsemiştir. Devrimlerimizin, halk tabakalarına kadar her tarafta kökleşmiş olduğu kesin. Bundan emin ol Paşam.’ Mustafa Kemal bir an durdu. Sonra, hepimize teker teker sordu:

‘Arkadaşınızın bu fikrine ne dersiniz?’

Verilen cevaplar içinde, bu fikre tam olarak katılan yok gibiydi. Bunun üzerine Paşa:

‘Arkadaşlar… Devrimlerimiz henüz, yenidir. Dedikleri gibi; kökleşip, benimsendiği hakkındaki kanaatimiz ancak ileride karşılaşacağımız olaylarla doğru çıkacak ve gerçekleşecektir. Fakat şimdi buna emin olmalısınız ki, bugün başına şapka giyen sakalını bıyığını traş eden, smokin ve frakla cemiyet hayatında yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içindeki zihniyet hala sarıklı ve sakallıdır…’

Büyük Atatürk’ün olaylarla gerçekleşen bu sözü, hala kulaklarımdadır.”

Dolmabahçe Sarayı’ndaki 1931’in Ağustos’undaki yemekte Dr. Reşit Galip, huzursuz, kabına sığmıyordu. O gece ve devamında yaşanan olaylar, Atatürk’ün ne kadar demokrat olduğunu, arkadaşlarının da onun hatasını ne kadar rahat yüzüne söyleyebildiğini göreceğiz.

O gece Millî Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey, kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, bu nedenle daha kapalı giyinmelerini bir genelge ile okullara duyuracağını söyler. Bunun üzerine, Dr. Reşit Galip:

“Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi. Bu bir gericiliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. Devrimlerden en önemlisi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz. Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez” demesi üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kaşları çatılır: 

“Sözlerinizde hoşgörülü ve ölçülü olunuz” uyarısına karşın, Dr. Reşit Galip: 

“Devrimci devrimcidir. Devrimci olmayan da devrimci değildir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis’te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır” diye devam edince, Gazi’nin kaşları iyice çatılır. Yaşlı ve deneyimli Millî Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey, geçmişte Gazi’nin öğretmenidir. Gazi’nin:

“Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması, sence bir değer taşımıyor mu?” Sorusuna, Dr. Reşit Galip:

“Kusura bakma Paşam, taşımıyor. Okuttukları içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır” cevabını verir. Gazi:

“Bu masada hocama ve bir Millî Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize izin veremem” diye çıkışır.

“Bunun üzerine, herhalde Dr. Reşit Galip özür dileyerek susmuştur” diye düşünüyorsunuz, öyle mi? Ama yanıldınız. Aksine:

“Devrimleri korumak için sizden izin istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Roz Nuvar’a verdiğiniz 15.000 liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz” diye devam eder. Hayda! Paşa değil, bakan değil, meclis başkanı değil. Sade bir milletvekili, herkesin içinde Cumhurbaşkanı’nın yüzüne karşı söylüyor bunları. Olacak şey mi? Gazi: 

“Yoruldunuz, biraz dinlenseniz iyi olacak. Buyurun, biraz dinlenin” diyerek, Dr. Reşit Galip’in nazikçe sofrayı terk etmesini ister. Herkes bu saygısız milletvekilinin hemen kalkıp gideceğini beklerken, O: 

“Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak, sizin kadar benim de hakkımdır” demesin mi? Böyle bir durumda, siz Gazi’nin yerinde olsaydınız, ne yapardınız, bilemeyeceğim, ama o büyük insan:

“Öyleyse, biz kalkalım” diyerek gerçekten sofrayı arkadaşlarıyla birlikte terk eder. Gerçek ‘büyük insan’ odur ki, güçlüyken, güçsüzler karşısında sinirlerine hâkim olmayı bilir. 30’lu yılların ünlü liderlerinden ne Hitler yapabilmiştir bunu ne Stalin ne de Mussolini… 

“Boş ver onları sen muhterem de bu öykünün sonu nasıl bitmiş, onu söyle sen bize” diyorsunuz, öyle mi?  

Doğal olarak, Gazi gibi bir lider, Dr. Reşit Galip gibi bir milletvekilinin kendisini küçük düşürmesini kabul edemez. Kim bilir, bunun acısını ondan nasıl çıkarmıştır? Diye düşünüyorsunuz, değil mi? Bakalım…

Gazi, sabah uyandığında, Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu’ndan Dr. Reşit Galip’i sorar. Bıyıkoğlu, Ankara’ya gidecek kadar borç para istediğini, bunun üzerine 25 lira verdiğini söyler. Gazi: 

“Bu durumda olan bir arkadaşa 25 lira mı verilir? Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydin… Adamın parası yokmuş, baksana. Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var...” der.

Dolmabahçe Sarayı’ndaki o gecenin üzerinden dört ay geçmiş. Gazi, Çankaya’daki eski köşkte dostlarıyla beraberken, bir ara Dr. Reşit Galip’ten de söz açıldı. Gazi:

“O nerelerde? Hiç görmüyorum” diyecek ve biraz sonra da yaverine, Çankaya yakınlarında bir yerde oturan doktoru çağırmalarını söyleyecektir. O Çankaya gecesinin tanıklarından biri de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ydu, o günü ondan dinleyelim:

“Reşit Galip, yemek salonuna girdiği vakit, hepimiz zorlu bir imtihan devresi geçirecek sanıyorduk. Fakat her şey hafif bir şaka içinde geçti. Reşit Galip’e sofrada yer gösterip oturttuktan beş on dakika sonra, dışarıdan iki nöbetçi eri çağrıldı. Gazi Mustafa Kemal Paşa:

‘Şu efendiyi oturduğu yerden kaldırınız’ dedi ve iki kuvvetli Anadolu çocuğu, bir hamlede Reşit Galip’i kucaklayıp havaya kaldırdılar. Mustafa Kemal gülerek:

‘Biz adamı böyle kaldırmasını da biliriz’ dedi. Ve bu sahne, bu söz, Reşit Galip’in üç dört ay evvel Dolmabahçe Sarayı’ndaki sofrada:

‘Sen beni buradan kaldıramazsın. Çünkü bu saray ve bu sofra milletindir’ sözüne bir cevaptı.” 

Dr. Reşit Galip Milli Eğitim Bakanı Oluyor

Gazi, birkaç ay sonra, Dr. Reşit Galip’in Ankara Radyosu’ndan bir konferans vereceğini duyunca, o akşam hiç kimseyi yanına çağırmaz ve sofra kurdurmaz. Radyoyu açarak konferansı bekler. Konu: ‘Halkevleri ve devrimlerdir.’ Dr. Reşit Galip, radyodaki konuşmasında: 

“Devrimlerimiz, Türk Milleti’nin çektiği uzun çileler sonucu elde edilen denemelerimizin fikir haline gelmiş kesin inancıdır. Her yerde, herkese ve her şeye karşı onları savunacağız. Gerekirse babalarımıza, çocuklarımıza karşı bile…” Bu sözleri duyan Mustafa Kemal, rahatlamış olarak kalkar radyonun başından. 

Düşmanlarını bile bağışlayan Gazi, bir devrimciyi mi bağışlamayacaktı. 19 Eylül 1932 günü Dr. Reşit Galip, eleştirdiği Esat Bey’in yerine Millî Eğitim Bakanı olacaktır. Gazi, bu haberi yine kendi yöntemiyle verir. Gazi, sofrasına çağırdığı Dr. Reşit Galip’i sağına, Millî Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey’i de soluna oturtur. Bir ara Doktor’un kulağına eğilip:

“Yarın, Millî Eğitim Bakanısın” diye fısıldar. Gazi’nin yüzüne karşı: 

“Devrimleri korumak için sizden izin istemiyorum. Hatayı yapan siz olsanız, sizi de eleştiririm” diyebilen, 1933 Üniversite Reformu’nu gerçekleştirecek olan, “Andımız” yazarı olan işte bu insandır. 

Bugün liderine karşı çıkıp, partisinde kalabilen bakan veya milletvekili var mı? Onu ve onun eserlerini anlasak ve de sahip çıksak, acaba ülkemiz nasıl olur?

Dünyada örnek bir “Cumhuriyet” idaresine sahip olurduk.

Demokrasinin ve adaletin beşiği olurduk.

İlimde ve fende dünya lideri olurduk.

“Yurtta Barış, Dünya’da Barış” ilkesi ile dünyanın en saygın bir ülkesi olurduk.

CUMHURİYETİN İLANI SONRASI, İLK 15 YILDA TÜRKİYE BÖYLE BİR ÜLKE İDİ.

Işıklar onunla.

27 Ekim 2025

Ahmet Gürel

ADD Genel Başkan Başdanışmanı