Midillili Ümmü Gülsüm Behiye Hanım-1: Ada’nın aykırı kızı

Midillili Ümmü Gülsüm Behiye Hanım-1: Ada’nın aykırı kızı

14.11.2025 16:30:00
Güncellenme:
Midillili Ümmü Gülsüm Behiye Hanım-1: Ada’nın aykırı kızı

KONUK YAZAR | Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...

Midilli Adası, Ege Denizi’nin serin suları içinde, uçsuz bucaksız Asya’ya uzanan Anadolu’nun yanı başında, bir zeytin bahçesi gibidir.

Zeytin yapraklarına vuran ışığın yansıttığı renk gümüş rengidir.

“Gümüş ada” derler Midilli’ye. 

Deniz, ada ile Anadolu arasında, poyrazı arkasına alır, geniş bir ırmak gibi akıp gider.

Tarih öncesinden bu yana Luviler, Ahhiyawalılar (Akhalar), Aioller (Helenler), Cenevizliler (Cenovalılar-İtalyanlar), Rumlar, Türkler ve Yunanlılar bu adada yaşamış, izler bırakmış.

Hitit-Luvi çağında, zor elde edilen mor boyanın usta üreticileri, Helen döneminde Sappho gibi eşsiz bir kadın ozan, Terpander gibi büyük bir müzik yaratıcısı, Hüseyin Hilmi Paşa gibi bir Osmanlı Sadrazam bu topraklara adını kazımış.

Image

Midilli: Yeşil ve gümüş ada

Stratejik su yollarının kavşağında bulunan bu namlı toprak, 1462 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından Cenevizlilerin elinden alınmış ve Osmanlı ülkesine katılmış.

Zamanında Macaristan’dan Azerbaycan’a, Kırım’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan devasa bir coğrafyaya hükmeden Osmanlı, kurduğu devlet düzenini elbette Midilli’de de uygulamış.

Çeşitli tarihsel fırtınaları atlatan ada, 19. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, yıkıma doğru sürüklenen Osmanlı Devleti’nin yönetim koşullarında sıra dışı bir olaya sahne olmuş.

Erkek egemenliğinin çok güçlü olduğu bir dönemde, Midillili bir kadın — Ümmü Gülsüm Behiye — yalnızca kendi hakkını değil, adaletin onurunu da savunmak için ortaya çıkmış.

Üstelik bu kadın, devleti temsil eden ve kendi akrabaları olan güçlü paşalara, beylere karşı sesini yükseltmiş, hukuki zeminde hakkını aramış, haksızlığın peşini bırakmamış.

Ümmü Gülsüm Behiye’nin hikâyesi, yalnızca bir kadının mücadelesi değildir; Osmanlı devlet düzeninin son yıllarında yargının işleyişini, adalet arayışındaki titizliği, aynı zamanda yapılan yolsuzlukları ve bunları yapanları açığa çıkaran bir belgedir.

Bugün dahi ibret alınabilecek bu olayın özü, Ümmü Gülsüm Behiye Hanım’ın haksızlığa karşı gösterdiği dirençtir.

Onun dik duruşu, tarihin sisleri arasından bugüne ulaşan bir adalet çağrısı gibi yankılanır.

Image

16.yüzyılda Piri Reis tarafından yapılmış Midilli adası haritası

***

Bu yaman kadın, 19. yüzyılın ikinci yarısında adada yöneticilik yapan, zenginliği ve nüfuzuyla tanınan Kulaksızoğlu ailesinin soyundan geliyordu.

Ada’nın seçkin kişisi Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın oğlu Niyazi Bey’in kızıydı o.

Niyazi Bey, kızına yani Mustafa Ağa’nın torununa, “Ümmü Gülsüm Behiye” adını vermiş.

O dönemde Türklerin, çocuklarına İslam geleneğine uygun, Arapça kökenli isimler koyması gelenekti.

“Behiye” adı da Arapça’da “güzel, parlak, alımlı, ışık saçan” anlamına geliyor.

Ve gerçekten de Ümmü Gülsüm Behiye Hanım, tarihe ışık saçan bir kadın oldu.

Onun öznesi olduğu olaylar, ısrarla sürdürdüğü hak arama mücadelesi ve hukuka olan inancı, yüzyıl sonra Türk üniversitelerinde örnek bir “dava” olarak okutulacaktı.

Mahkeme kayıtlarında çoğu kez yalnızca “Ümmü Gülsüm Hanım” olarak anıldı.

Ailesi bu ismi seçerken yalnızca bir güzellik ve zarafet çağrıştırmasını değil, aynı zamanda dini inançlarına, İslam Halifeliği geleneğini taşıyan Osmanlı padişahlarına duydukları saygıyı da yansıtmak istemiş olmalı.

Çünkü “Ümmü Gülsüm” isminin Müslümanlıkta ayrıcalıklı bir yeri vardı. Peygamber ailesine uzanan bu isim hem inanç hem de onur sembolüydü.

Ve işte, bu isimle anılan Ümmü Gülsüm Behiye Hanım da tıpkı adının çağrıştırdığı gibi hem soyluluğuyla hem de haksızlığa karşı koyuşuyla iz bıraktı dünyaya…

Image

19.yüzyıl sonları. Midilli kent çarşısı. Çok kültürlü yaşam.

***

Ümmü Gülsüm, Resul-u Ekrem (Peygamberlerin en üstü) Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dört kızından, Hz. Hatice’den (r.a.) olma altı çocuğundan biridir.

Diğer kızları ise Zeynep, Rukiyye ve Fâtıma idi.

Ümmü Gülsüm, 605-610 yılları arasında Mekke’de doğmuştu.

Arapçada “Ümmü” “anne/hanım”, “Külsüm” ise “dolgun yanaklı” anlamına gelir.

Asıl adının “Ümmü” olduğu bilindiği halde, ismine “Külsüm” adının neden eklendiği kesin olarak bilinmez. Belki de bu, doğduğu andan itibaren ona duyulan sevginin ifadesiydi.

“Külsüm” adı Türkçeye “k/g” ses değişimiyle “Gülsüm” olarak geçti.

Hz. Muhammed (s.a.v) peygamber olmadan önce kızları Ümmü Gülsüm ve ablası Rukiyye’yi, amcalarından biri olan Ebu Leheb’in oğulları Utaybe ve Utbe ile nikâhlamıştı. (Aynur Uraler, Ümmü Külsüm, İslam Ansiklopedisi)

Mekke’nin ileri gelenlerinden biri olan Ebu Leheb (anlamı: “kızıl yüzlü, kırmızı yanaklı”), başlangıçta yeğeni Hz. Muhammed ile yakın dostken, onun peygamberliğini ilan etmesinden ve tebliğe başlamasından kısa bir süre sonra en büyük düşmanlarından biri oldu.

Bunun en önemli nedeni; İslam’dan önce, “cahiliye dönemi”nde pagan/çok tanrılı inanca sahip Mekke’de, Kâbe’de bulunan 360 puttan biri olan “Uzzâ” putunun koruyuculuğunu üstlenmiş olması ve Hz. Muhammed’in putlara karşı amansız bir mücadeleye girişmesiydi.

“Uzzâ”nın, Mısır tanrıçası İsis ve Helen tanrıçası Afrodit’in Arapların pagan dünyasındaki bir karşılığı olduğu yakıştırılır.

Kâbe ve çevresinde yer alan bu putlar, Hz. Peygamber’in Mekke’yi fethettiği gün, yani “20 Ramazan 8” (11 Ocak 630) tarihinden itibaren birer birer yıkılmaya başlandı.

O sırada Hz. Peygamber şöyle diyordu:

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zaten bâtıl, yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ Sûresi, 17/81)

Image

16. yüzyılda Osmanlı padişahı III. Murad’ın emriyle Seyyid Süleyman Kasım Paşa tarafından hazırlanan putları kırma olayını tasvir eden bir minyatür.

***

Peygamberliğinden önce Hz. Muhammed’e yakınlık gösteren Ebu Leheb, onun peygamberliğini ilan etmesiyle birlikte onun en şiddetli karşıtı olmuştu. 

Bu süreçte evini taşlattı, insanları kışkırtarak her yerde onu izlettirdi ve sözlerini yalanlatmaya çalıştı.

613 yılında Mekke’de nazil olan Kuran’ı Kerim’in 111. suresi, yani “Tebbet” (kurusun) yahut “Mesed” (palmiye lifi) suresi, Ebu Leheb’i ve karısını açıkça lanetledi.

Bunun hemen ardından, Ebu Leheb’in emriyle oğulları, Hz. Muhammed’in kızları Ümmü Gülsüm ve Rukiyye ile olan evlilikleri sonlandırıldı.

Zaten nikâh yapılmıştı ama düğün gerçekleşmemişti. (Mahmet Ali Kapar – Ebu Leheb, İslam Ansiklopedisi). Kızlar daha küçüktü.

Bunun üzerine Hz. Muhammed, kızı Rukiyye’yi, “O kadar hayırlı bir insandır ki, melekler bile ondan haya eder (utanır)” buyurduğu ifade edilen Hz. Osman ile evlendirdi (Sahih-i Muslim, 2401).

Mekke’de Müslümanlara yapılan baskıların artması üzerine Hz. Muhammed, damadı Hz. Osman ve kızı Rukiyye’yi güvende olmaları için, 615 yılında Habeşistan’a (bugünkü Etiyopya) gönderdi.

Rivayete göre Rukiyye ilk çocuğunu orada kaybetti; daha sonra dünyaya gelen oğluna Hz. Peygamber, kendi babasının adını vererek “Abdullah” adını koydu.

Ancak Habeşistan’da doğduğu bildirilen Abdullah, henüz iki yaşındayken, yüzünü bir horozun gagalaması sonucu öldü.

Hz. Osman ile Rukiyye, Resûl-i Ekrem henüz Mekke’de iken Habeşistan’dan geri döndüler. Daha sonra da Hz. Muhammed ile birlikte Medine’ye hicret ettiler: Yıl 622. (Aynur Uraler – Rukiyye, İslam Ansiklopedisi)

Ne var ki, İslam’ı seçenlerle karşıtları arasında yapılan Bedir Savaşı öncesinde Medine’de çiçek hastalığına yakalanan Rukiyye’nin hastalığı ağırlaştı.

Hz. Peygamber, damadı Hz. Osman’ın savaşa katılmasına izin vermedi; hasta eşinin başucunda kalmasını istedi.

Rukiyye, henüz yirmi iki yaşında iken, Bedir Savaşı günlerinde, Hicret’ten iki yıl sonra Medine’de vefat etti.

Tam da bu sırada, Müslümanların Bedir savaşını kazandığı, zafer haberi Medine’ye ulaştı. Ancak, savaşa gitmiş olan Hz. Muhammed, kızının cenazesine katılamadı; defnine yetişemedi.

Image

1) Ebû Leheb'in elleri kurusun. Zaten kurudu. 2) Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı. 3) O bir alevli ateşe girecektir. 4,5) Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu hâlde sırtında odun taşıyarak karısı da (o ateşe girecektir).

***

Hz. Osman, eşinin yani Hz. Rukiyye’nin vefatına derinden üzülmüştü.

Bu kayıpla birlikte Hz. Muhammed’le arasındaki akrabalık bağı da kopmuştu.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, çok geçmeden diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Osman’la evlendirdi.

Rivayete göre bu evliliği aldığı vahiy üzerine gerçekleştirmişti. (Aynur Uraler – Ümmü Külsüm, İslam Ansiklopedisi).

Annesi ve kız kardeşleriyle birlikte ilk Müslümanlar arasında yer alan Ümmü Gülsüm, kocası Hz. Osman’la Mekke’de ve Medine’de altı yıl boyunca sade ve huzurlu bir hayat sürdü.

Çocukları olmadı. 630 yılında, çok genç yaşta bu dünyaya veda etti.

İkinci eşinin de vefatı Hz. Osman’ı derinden yaralamıştı.

Bu acı karşısında Hz. Peygamber onu teselli etti.

Hz. Osman, Hz. Muhammed’in iki kızıyla evlendiği için, yani iki kez damadı olduğu için  ona, “Zinnûreyn” – “iki nur sahibi” denildi.

Ayrıca iki kez, Habeşistan’a ve Medine’ye hicret ettiği için de “Zâtü’l-Hicreteyn” sanıyla anıldı (Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yayınları, 370. Baskı, s. 421).

Diğer kızı Rukıyye’nin gömülmesinde bulunamamıştı ama Ümmü Gülsüm’ün cenazesi sırasında Hz. Peygamber bizzat hazır bulundu.

Kendisi dışarıda bekleyerek, ölünün başında bulunan kadınlara cenazenin nasıl yıkanacağını tarif etti; beyaz kumaş vererek kefenin nasıl hazırlanacağını gösterdi.

Onun bu yönlendirmeleri, “sünneti” (sözleri, fiilleri, onayları) olarak Müslümanların bugünkü cenaze uygulamalarında da yaşatılmaktadır.

Defin sırasında Hz. Peygamber, kabrin başında oturdu ve şöyle dedi: “Bu gece hanımıyla birlikte olanlar kabre inmesin.”

Bunun üzerine, Ümmü Gülsüm’ü kabre yerleştirmek üzere Hz. Ali ile böyle bir durumda bulunmadıklarını ifade eden üç erkek mezara indi.

Hz. Peygamber, kızı Ümmü Gülsüm toprağa verildikten sonra şu sözleri dile getirdi:

“İnsanoğlu topraktan yaratıldı, yine toprağa dönecek ve oradan yeniden diriltilecektir.” (Aynur Uraler – Ümmü Külsüm, İslam Ansiklopedisi)

Image

İlk Müslümanların göçleri/hicretleri. Temsili resim.

*** 

Midilli adasının en sözü geçen ve varlıklı insanlarından Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın torunu olan Ümmü Gülsüm, adını İslam dünyasında büyük saygı gören böyle bir ulu kişiden, Hz. Muhammed’in kızından almıştı.

Ailesi bu adı verirken, kızlarının kutsal bir ismin gölgesinde korunmasını ve onurlandırılmasını istemiş olmalıydı.

Midillili soylu hanım Ümmü Gülsüm’ün hayatı hem acılarla hem de gurur verici anlarla örülüdür.

Onun yaşadıkları, yalnızca bir kadının hikâyesi değil, aynı zamanda bir ailenin, hatta adadaki Türklerin son yüzyılının tarihidir.

Çünkü Midilli’den başlayıp İstanbul’a kadar uzanan yaşam serüveninde, devletin idari kararlarıyla halkın gündelik hayatı iç içe geçmiştir.

19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Kulaksızoğlu ailesi, Midilli Adası’nın hem yönetiminde hem de toplumsal ve ekonomik düzeninde en etkili ailelerden biri olarak öne çıkar.

Onların adı yalnızca mal varlığıyla değil, aynı zamanda siyasi nüfuzlarıyla da anılır olmuştu.

Bu güçlü ailenin kökleri, 18. yüzyıla kadar uzanıyordu.

O yıllarda Osmanlı’nın bitmek bilmeyen savaşlarında kulağını kaybeden bir Yeniçeri ağası vardı: Kulaksız Mehmed Ağa.

Trabzon’da yaşayan Mehmed Ağa öldüğünde, ardında yalnızca mal mülk değil, aynı zamanda büyük bir aile içi kavga bırakmıştı.

Kulaksızoğlu Mehmet Ağa’nın ailesi paylaşmayı bilmiyordu demek!

Kocası, miras kavgasında kendi ağabeyleri tarafından öldürülen Mehmet Ağa’nın kızı, küçük oğlu Mustafa’yı yanına alarak Midilli’ye, tersanesi olan dayısının evine sığındı.

Midilli’de büyüyen Mustafa, çalışkanlığı ve kişiliğiyle kısa sürede adanın sevilen ve saygı duyulan insanlarından biri oldu. 

Adalılar onun geçmişini öğrendiklerinde, ona “Kulaksızoğlu” adını verdiler. Bu isim hem bir yarayı hem de bir mirası taşıyordu.

Zamanla taşrada güvenilir Türk yöneticiler arayan Payitaht’ın, İstanbul’un gözü de ona çevrildi.

Mustafa Ağa, yalnızca bir eşraf değil, aynı zamanda adanın mülki yöneticisi, yani “Nazır” olarak görevlendirildi.

“Gözeten, denetleyen, idare eden” anlamına gelen “nazır” sözcüğünün hakkını, Mustafa Ağa yaptığı çalışmalarla fazlasıyla verdi.

Geride birçok eser bıraktı. 

Onun açtığı yol, torunlarının kaderini de belirledi.

İşte bu yüzden, Mustafa Ağa’nın torunu Ümmü Gülsüm’ün hikâyesi yalnızca bir kadının başından geçenler değil, aynı zamanda Midilli’deki Osmanlı yönetiminin taşra geleneğinin bir yansımasıdır.

Image

19.yüzyıl sonu. Liman. Midilli’de kozmopolit yaşam.

***

1462 yılında, Fatih Sultan Mehmed’in seferiyle Osmanlı topraklarına katılan Midilli, Ege Denizi adalarını kapsayan Cezayir-i Bahri Sefid Eyaleti içinde bir sancak/liva (ilçe) olarak örgütlendi.

O yıllarda bu eyalet “Kaptanpaşa Eyaleti” adıyla da biliniyordu.

Midilli, yalnızca bir ada değil, aynı zamanda denizlerin kavşağında kritik bir üs konumundaydı.

Doğuda Molivos (Mitimna),  güneydoğuda ise Midilli Kalesi zapt edilmesi güç kalelerdi ve Osmanlı’nın Kuzey Ege’ye hâkimiyetini güvence altına alıyordu.

Midilli de bir sancaktı ve sancaklar, merkezin taşradaki kolu gibiydi. Başlarında Sancak Beyleri bulunurdu.

Çoğu kez yerel eşraf arasından seçilen bu beyler, devletin hem gözü hem de eli olurdu.

Payitahtın verdiği toprakların gelirini toplar, gerektiğinde devlete asker gönderirlerdi.

Halkın hukuki ve şer‘î (dini kurallara göre) davalarına ise kadılar bakardı.

Yüzyıllar boyunca işleyen bu düzen, 16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde sarsılmaya başladı.

Osmanlı artık taşrayı sancaklar aracılığıyla değil, doğrudan eyaletler üzerinden yönetmek istiyordu.

Vergilerin toplanmasının iltizam (kesenek) denilen varlıklı kişilere ihale edilmesiyle yeni bir yönetici sınıf ortaya çıktı.

Sancaklar kaldırılmadı ama eski yetkileri yavaş yavaş ellerinden alındı.

Padişah II. Mahmud (1785-1839) döneminde sancaklar yalnızca basit idari bölgeler hâline gelmişti.

1864 Vilayet Nizamnamesi ve 1871 düzenlemeleriyle birlikte taşra yönetimi yeniden kurgulandı: vilayet-sancak-kaza-köy zinciri standartlaştırıldı.

Image

Osmanlının reformcu padişahı II.Mahmud. Kıyafet inkılabından sonra. Fransız ressam Henri–Guillaume Schlesinger tarafından yapılmış resmi. 1839.

Yine de 1921’e kadar “sancak” adı yaşamayı sürdürdü; ardından bu kavram tarihe karıştı, yerine “vilayet” geçti. (İlhan Şahin, “Sancak”, İslam Ansiklopedisi)

Midilli’de ise durum benzer bir seyir izledi. 18. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı kayıtlarında Sancak Beyliğinin yanında artık bir “Nazırlık” makamı da görülüyordu.

1733’te İbrahim Ağa, 1765’te Hasan Ağa adada bu görevi üstlenmişti.

Nazır, bugünkü anlamıyla kaymakam ya da vali vekili gibiydi.

Adanın asayişinden, vergilerin toplanmasından, devlet emirlerinin yerine getirilmesinden o sorumluydu.

Osmanlı Devleti’nin yeniden düzenlenmek istendiği Tanzimat dönemine giden yıllarda, yani 1830’lar ve 1839’larda Midilli hâlâ Nazırlarla yönetiliyordu.

O dönemde iltizam sistemi (vergi toplamayı ihale etme) gelişiyor, nüfus sayımları yapılıyor, yerel meclisler kuruluyordu.

Nazır, bu yeni sivil idarenin simgesi hâline geldi.

19. yüzyılın ortalarına kadar Nazır, maliye ve vakıf işlerini gözeten yerel görevliydi. 

Özellikle maliye, gümrük ve vakıf gelirlerinin denetiminde güçlü bir otoriteydi. 1860’lardan sonra bu görevler Mal Müdürleri ve Defterdarlara geçti.

Midilli Adası’nın zenginliği zeytinyağı, sabun, tuzla ve gümrük gelirlerinden geliyordu. Bunları denetleyen Nazırlık, bu yüzden adanın en önemli görevlerinden, Nazır en etkili kişilerinden biriydi.

1830/31 sayımında “Midilli Nazırı el-Hâc Kulaksızzâde Mustafa Ağa” adı kayıtlara geçti. Yani Nazır Mustafa Ağa hacca da gitmişti.

1849’da ise Nazırlık hâlâ sürüyordu ama Midilli Sancağı artık Pilmar (Plomari) ve Moliva (Molyvos) gibi kazalara ayrılmıştı.

1864’te Osmanlı’nın Teşkil-i Vilayet Nizamnamesi ile Vilayet düzeni kurulunca, Rodos’a bağlanan Midilli’nin başına “Mutasarrıf” (kent yetkilisi memur) atandı.

Adada oluşturulan Kaza ve Nahiyelerin başına Kaymakam ve Müdürler getirildi.

“Mutasarrıf”, Kaymakamdan üstün, fakat Validen küçük bir makamdı.

Bu yeni yönetsel ortamda Meclis-i İdare-i Sancak (Sancak İdare Meclisi) kuruldu. Bu kurul mutasarrıf, kadı (yargıç), müftü, mal müdürü ve halk temsilcilerinden oluşuyordu. Gayrı müslimler de halk temsilcisi olabiliyordu. 

Bu yerel meclis Mutasarrıfa yardımcı oluyordu.

Nazırların bu yönetim biçiminde de önemli bir yeri vardı.

Mutasarrıf tüm sancaktan sorumlu mülki amir olurken, Nazır daha çok maliye, gümrük ve vakıf işlerinde gözetim ve denetim rolü üstleniyordu.

***

Image

Midilli çarşısında ada Nazırı Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın yaptırdığı  hamamın restore edilmiş hali.

İşte böyle, 19. yüzyılın ilk yarısında Midilli’nin kaderine yön veren isimlerden biri, Osmanlı Padişahı tarafından “Nazır” tayin edilen Kulaksızoğlu Mustafa Ağa idi.

Onun görev alanı yalnızca ada ile sınırlı değildi; Kemer’den (Burhaniye), Edremit ve Emrudabad (Armutabad-Gömeç), Çandarlı ve Havran’a kadar geniş bir bölgeyi kapsıyordu. Devletin bu yöredeki gözü, kulağı o’ydu.

1821’de Mora ve Sakız Adası’nda patlak veren isyan rüzgârları Midilli’nin kıyılarına kadar dayandığında, ada Rum ve Türk nüfusuyla kaynayan bir kazan gibiydi. 

Ancak Mustafa Ağa, kadı ile birlikte aldığı tedbirlerle büyük bir felaketin önüne geçti; Müslüman-Türk halkı silahlandırdı, baş kaldırı eğilimlerini yatıştırdı, Rum ileri gelenlerinden sadakat sözü aldı. 

Limanlarda Osmanlı donanmasının gemileri görünür oldu; bu manzara bile adaya güvenin, aynı zamanda da disiplinin işaretiydi.

Yalnızca idareci değil, aynı zamanda imarcı bir kişiliğe de sahipti Kulaksızoğlu Mustafa Ağa. 

1825’te Midilli çarşısında Yeni Cami’yi, karşısına ise bir hamam inşa ettirdi. Böylece hem şehrin siluetine hem de halkın günlük yaşamına kalıcı izler bıraktı.

Ne var ki 1832–1833 yıllarında, henüz Midilli nazırı iken vefat etti. (Faruk Doğan, Ondokuzuncu Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Taşrasında Bir Kadının Hukuk Mücadelesi: Midilli Nazırı Kulaksızzâde Mustafa Ağa’nın Mirası Davası, History Studies, Volume 3/2, 2011, s. 165)

Ümmü Gülsüm Hanım’ın adalet arayışı onun ölümüyle başlayacaktı.

 Mustafa Ağanın torunu Osmanlının hukuk sistemini şaşırtacaktı. 

Midillili bir Osmanlı kadını, hem de akrabaları olan Midilli Beylerine nasıl karşı çıkar, onlara meydan okurdu?

Nasıl ilerleyecekti bir kutsal isim taşıyan Ümmü Gülsüm’ün hak arayış öyküsü?

Yanıtlar bir dahaki yazılarda.

Sefa Taşkın

15.11.2025

Bergama/İzmir