Smyrna’dan Toskana’ya: Kültürün rüzgârlı yolculuğu

Smyrna’dan Toskana’ya: Kültürün rüzgârlı yolculuğu

20.06.2025 15:17:00
Güncellenme:
Smyrna’dan Toskana’ya: Kültürün rüzgârlı yolculuğu

KONUK YAZAR | Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...

İzmir ve çok yakın çevresi yaklaşık 8500 yıllık bilinen bir tarihe sahiptir, denir.

25 yılda bir kuşağın (neslin) değiştiği kabul edilirse 100 yılda 4 kuşak, 1000 yılda 40, 8500 yılda 340 kuşak insan yaşamış bu topraklarda.

Yani bugünkü her bir bireyin 340 kuşak önce yaşamış dedesi, ninesi vardır.

 Ne kadar köklü bir tarih.

Atalarımız ne kadar zorlu koşullarda yaşamış, varlıklarını sürdürebilmeyi başarmış.

O da büyük çalkantıların yaşandığı doğal ve toplumsal koşullarda.

***


(İzmir-Bayraklı-Yeşilova Höyüğünde taş temel, kerpiç duvarlı bir ev ve modeli)

İzmir’de, Bornova düzlüğünde, Altındağ çevresindeki bugünkü Yeşilova ve Yassıtepe Höyük ören yerleri, onların İ.Ö. 6500 yılı öncesinden kalma izlerini taşır.

Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı) olarak adlandırılan bu dönemde insanlık, avcılık ve toplayıcılıkla sürdürdüğü yaşamdan tarıma ve çiftçiliğe, yerleşik yaşama, geçmişti.

Bir anlamda, ilk yerleşim yerlerinin oluştuğu, kentleşmenin temellerinin atıldığı bu yıllar, uygarlığın başlangıç aşamasını oluşturur.

Yeşilova Höyüğü İzmir’in bilinen en eski yerleşim yeridir.

Değerli bilim insanımız Prof. Zafer Derin tarafından Bornova-Yeşilova Höyüğünde yapılan arkeolojik kazılarda; evlerin dikdörtgen planlı ve bitişik düzende olduğu, taş temeller üzerine inşa edilmiş kerpiç duvarlara sahip olduğu görüldü.

Evlerin üstü, muhtemelen saz ve dallarla örtülmüştü. 

Bazı evlerde ocak, fırın ve ambar yerleri belirlendi. Evlerin dışında atık çukurları ve mezarlar bulunuyordu. 

Kalan izlerden, 8.500 yıl önce burada yaşayan insanların buğday, arpa, baklagiller ekip biçtikleri; koyun, keçi, sığır ve domuz besledikleri; kuş ve balık avladıkları anlaşılıyor. 

Kullandıkları araç-gereçler arasında, yontma ve cilalı taştan ok uçları, kazıyıcı aletler, kemik iğneler ve öğütme taşları yer alıyor. 

Elle kilden yaptıkları çanak çömlekleri düz çizgiler ve geometrik şekillerle bezemişler. 

Bu dönem, insanlığın kilden çanak çömlek yapmayı yeni öğrendiği yıllardır. 

Renkli taş, deniz kabuğu ve kemikten yapılan nesnelerle süslenmeyi de ihmal etmemişler.

Ölülerini ise evlerinin tabanına ya da yakınına gömmüşler.

Cansız bedenler, cenin pozisyonunda; dizler karına çekilmiş, baş göğse eğik şekilde (hocker pozisyonu) toprağa konulmuş. 

Yanlarına armağan olarak taş aletler ve boncuklar bırakılmış. 

Bütün bunlar, 2014 yılında oluşturulan ‘Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi Merkezi’nde canlandırma olarak ziyaretçilere sunulmuş.


(İzmir-Bayraklı-Yassıtepe Höyüğü)

***

Çok eski çağlarda bir çukur bölge olan Bornova Ovası, çevredeki Yamanlar ve Kemalpaşa Dağları'ndan inen sel sularıyla yavaş yavaş dolmuş.

 Son Buzul Çağı'nda, İ.Ö. 12.000’den önce, deniz bugünkü seviyesinden 60 metre daha alçak olduğundan, buralarda yarı kurak iklimle, kısa ama şiddetli yağışların büyük seller yarattığı bir ortam varmış.

Buzul Çağı sona erip buzullar erimeye başlayınca, deniz suları yavaş yavaş yükselmeye başlamış ve bugünkü çizgisinden 2 kilometre kadar içeriye girmiş.

 Yıllar boyunca yağan yağmurların getirdiği birikintilerle kıyı çizgisi bugünkü durumuna gelmiş. 

Zamanla, kuzeydoğudan gelen Kocaçay/Bornova Çayı ile ovada birleşen Manda Çayı, bugün Bayraklı sahilinde körfeze karışıyor.

Bugünkü Yeşilova Höyüğünün bulunduğu yerde, insan yaşamı İ.Ö. 6500–5700 yılları arasında, kesintisiz yaklaşık 1000 yıl sürmüş. 

Seller ve yangınlar sonucu yerleşim dağılmış, bu yörede insan varlığının izine 300 yıl boyunca rastlanmamış. 

Manda Çayı kıyısındaki bu bereketli çevrede, insanlar o dönemin şartlarına göre oldukça huzurlu bir yaşam sürmüş olmalılar. 

Yerleşimin nüfusu arttıkça halkın bir kısmı, yaklaşık 400 metre kuzeydeki Yassı Höyük'e taşınmış.

 Bu çevrede bulunan Pınarbaşı (Tepebağ) ve Bornova Anadolu Lisesi (İpeklikuyu) höyükleri de muhtemelen Yeşilova Höyüğü ile bağlantılıdır.

 Yeşilova Höyüğü ve çevresindeki insanlar, suyu bol, toprağı bereketli ve denize yakın bu ortamda, Batı Anadolu kültürünün gelişmesinde önemli rol oynamışlar. Bilgi ve deneyim birikimlerini gelecek kuşaklara aktarmışlar.


(İzmir-Bornova-Yeşilova ve Yassı höyükte bulunan gereçler -  İ.Ö.6500)

***

Yeşilova Höyüğü yöresine can veren Manda Çayı'nın, antik çağdaki adı bilinmiyor.

 "Manda" adını muhtemelen Türkler bu yöreye geldikten sonra almıştır. 

Bu sulak bölgede de bolca yaşayan, çamurlar içinde serinleyen evcil su sığırlarıdır mandalar.


(Bornova Ovasında neolitik yerleşimler ve akarsular-Manda Çayı)

 İri ve ağır gövdeleri, geniş ve kıvrımlı boynuzları, genellikle siyah derileriyle her yerde dikkati çekerler.

 Yoğunlukla Güney ve Güneydoğu Asya'da, yaban ya da evcil olarak yaşarlar.

 Anadolu’da ise eti ve yoğun sütünden yapılan yoğurt için beslenirler.

 Yüz yıl kadar önce bu güçlü hayvanlar, çift sürmede ve kağnı çekmede kullanılırdı.


(Suda mandalar)

 Hindistan ve Tayland’da kutsal sayılan ve yerel mitolojilere konu olan mandanın, Türklerin Altay ve Yakut mitolojilerinde de yeri vardır. 

Bu söylencelerde evreni sırtında taşıyan büyük "kara öküzden" söz edilir. 

Bu varlık, manda olarak yorumlanabilir. Bazı anlatılarda, dünyayı sırtında taşıyan hayvan olarak geçer. Hint mitolojisindeki “kaplumbağa”ya benzer.

Anadolu’da İ.Ö. 2. binyıldaki Hitit kayıtlarında ve İ.Ö. 1. binyıl Mezopotamya yazıtlarında, hayvan olarak mandayla ilgisi olmayan “Umman Manda” adı verilen göçebelerden söz edilir. 

“Umman” sözcüğü, eski Arapçanın atası sayılan Mezopotamyalı Akadların dilinde “ordu, askeri güç” anlamındadır. 

“Manda” sözcüğünün ise burada bağımsız bir anlamı yoktur; belki de bir tanrı adı olabilir. 

Prof. Selim Adalı, “Umman Manda”nın doğudan gelen çok güçlü, yıkıcı ve tehlikeli bir düşman topluluk olduğunu belirtir. 

Buradan hareketle, hayvan olarak mandanın da çok güçlü bir varlık olduğuna işaret edilebilir.


(Günümüzde, İzmir-Bayraklı’da Manda Çayının denize ulaştığı yer. İzmir körfezinde oluşan pis kokunun, çayın taşıdığı birikintilerin, kanal betonla kaplandığı için toprak tarafından emilemediğinden kaynaklandığı iddia ediliyor)


***

Bornova Ovası'nın, Manda Çayı'nın denize ulaştığı yerin kuzeyinde bulunan Tepekule (Bayraklı) Höyüğü, İzmir’in Yeşilova’dan, neolitik çağdan sonraki geçmişine ışık tutar. 

Burası, bugün sellerin getirdiği alüvyonla dolmuş denizin ve Manda Çayı'nın kıyısında yükselen bir tepe üzerindeki yerleşim alanıdır. 

Prof. Ekrem Akurgal ve Prof. John M. Cook’un 1948 yılından itibaren yaptığı kazılar, buradaki yerleşimin İ.Ö. 3000 yılına kadar uzandığını ortaya koyuyor. 

Muhtemelen, Yeşilova Höyüğü ve çevresinde yaşayanlar zamanla düzlüklerden ayrılıp, daha korunaklı olan bu tepeye yerleşmişler. 

Tarihsel ve dilsel kaynaklara göre, İ.Ö. 2. binyılda bu bölgede, Hitit diline benzer bir dil konuşan Luviler ağırlıklı olarak yaşamaktaydı. 

İ.Ö. 12. yüzyılda ise Helen göçleriyle birlikte bölge, Aioller ve İonlar arasında çekişme konusu olmuş, sonunda İonların eline geçmişti.


(İzmir-Bayraklı-Tepekule ören yeri, bugün)

***

İ.Ö. 2. binyılın sonları, o dönem Akdeniz coğrafyası için oldukça sancılı yıllardır. 

Muhtemelen uzun süren kuraklıklar, yanardağ patlamaları, depremler ve salgın hastalıklar sonucu yaşanan toplu göçler, bölgenin altını üstüne getirdi.

 “Kavimler Göçü” olarak da bilinen bu hareketlilik, İ.Ö. 12. yüzyılda gerçekleşmiş, Orta Doğu’daki devletler çökmüş, kentler alev alev yanmıştı.

 Bu süreçte Orta Anadolu’daki Hitit Devleti de başkenti Hattuşa (Çorum-Boğazkale) ile birlikte yıkılmış, ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanan karşı kıyıdan gelen halklar Batı Anadolu kıyılarına çıkmıştı

Bu dönemde Anadolu içinde farklı topluluklar yer değiştirmiş, Anadolu dışına doğru da kitlesel göçler yaşamıştı.

Helenlerin Anadolu kıyılarına yerleşmeye başladığı bu dönemde, kuzeyden — Bursa-Balıkesir bölgesinden inen — ve önceleri muhtemelen Maion adıyla anılan bir halk olan Lydialılar, Sardes/Sart (Salihli) merkezli, Gediz, Küçük Menderes ve Bakırçay havzalarını kapsayan bir krallık kurmuşlardı.

Lydialılar, kralları Alyattes (İ.Ö. 610–560) döneminde kara ve deniz ticaretinde etkili bir konuma ulaşmış ve bugünkü Bayraklı-Tepekule Höyüğünde bulunan zengin kenti ele geçirmişti.


(Bugün: Smyrna-İzmir-Bayraklı-Tepekule)

***

Belgeler, bugünkü Bayraklı’da, Manda Çayı'nın ağzındaki bu yerleşimin adını “Smyrna” olarak bildiriyor.

Helen mitolojisine göre Smyrna bir Amazon kraliçesi, yani bir kadın savaşçının adıdır. 

Ancak, Helenler göç ettikleri Batı Anadolu’daki birçok yerleşimin adını Amazon kraliçelerinin adıyla ilişkilendirmişler. 

Amazonlar, daha kolay ok atmak için bir memelerini kestikleri anlatılan, efsanevi atlı kadın savaşçılardır.

Bir başka görüşe göre ise Amazonlar, İ.Ö. 2. binyılda Hitit Kralı II. Murşili’nin (İ.Ö. 1321–1295) Batı Anadolu’daki Bakırçay–Gediz ırmakları arasında yer alan, Şeha Irmağı Ülkesi adıyla bilinen Luvi ülkesine gelin verdiği kızı Maşşana-uzzi ile ilişkilidir.

 Adını Luvice olan kraliçe Maşşana-uzzi Ege kıyılarına kadın savaşçılarıyla birlikte gelmiş, onları gören ilk Helenler bu farklı kadınlara, haklarında söylenceler üreterek “Amazon” adını vermiştir.

***


(Helenler Amazonlarla savaşıyor)

Antik Helen kaynakları; Kyme (Aliağa), Myrina (Limni ve Aliağa), Pitane (Çandarlı), Gryneion (Şakran) ve Mytilene (Midilli) kentlerinin, Amazon kraliçelerinin adlarını taşıdığını belirtiyor.

 Ancak bu isimlerin Helen (Yunan) diliyle doğrudan bir ilişkisi bulunmuyor.

 Smyrna da bu adlar gibi, muhtemelen bölgenin en eski halklarından Luvilerin, onların türevlerinin ya da onlarla birlikte yaşan başka halkların diline dayanıyor.

Bir diğer yaklaşıma göre ise Smyrna adı, “Myrrha” (mür) sözcüğünden türemiştir.

“Myrrha”, Türkçede “mür ağacı” olarak bilinen, hoş kokulu reçinesiyle merhem yapımında kullanılan bir bitkidir. 

Eski Mısır’da mumyalama işlemlerinde kullanılmıştır. Helen mitolojisinde ise adı, erkeklerin en güzeli sayılan Adonis’in talihsiz annesi olarak geçer.

İncil’de “myrrh”, Hz. İsa’ya sunulan üç armağandan biri olarak (altın, mür, günlük) anılır. Hristiyanlıkta ise, kutsal yağların hazırlanmasında kullanılmıştır. 

Smyrna, yani bugünkü İzmir ismi, işte böyle çok eski ve anlamlı kültürlerin izlerini taşımaktadır.


(Myrrha -Mür- bitkisi)

***

Çok eski çağlarda Smyrna'nın bir eli Manda Çayı'nda, bir eli Ege Denizi'ndeydi. 

Bu kentin kıyısında bulunduğu İzmir Körfezi, Anadolu'nun içlerine kolay ulaşılabilecek kadar karanın içine sokulmuştur.

Yelkenli ticari gemiler bu limandan ayrılır, Anadolu'dan Akdeniz'e kolayca ulaşırdı.

İşte bu coğrafyada, Manisa-Salihli dolaylarına yerleşmiş olan Lydialıların kuraklık yıllarına dair bir göç öyküsünü Bodrumlu/Halikarnaslı Herodot (İ.Ö. 484–420) anlatır.


(Tepekule’de ilk Smyrna kenti)


 “Tarihin Babası” sayılan Herodot’un “İstoria / Hikâyeler” adlı eseri günümüze önemli bilgiler aktarıyor:

“…Manes’in oğlu Atys zamanında bütün Lydia’yı kıtlık sarmıştı… Açlıklarını unutmak için Lydialılar zar, aşık oyunu ve top oyunları icat ettiler… İki günün birinde oyun oynuyorlar, diğerinde yemek yiyorlardı… On sekiz yıl dişlerini sıkarak böyle yaşadılar... Kötülük artıp kırımlar çoğalınca, Kral Atys Lydialıları ikiye böldü. ‘Kim kalacak, kim gidecek’ diye kura çekilsin,’ dedi. Kaderi kalmak olanlar yine kendi hükmünde kalacaktı. Gideceklerin başına oğlu Tyrrsenos’u (Tyrrhenos) verdi… Gidenler Smyrna’ya (İzmir’e) indiler, orada gemiler edindiler, işlerine yarayacak şeyleri yüklediler… Kıyı kıyı dolaşıp Umbira’ya (Ortabatı İtalya) yanaşıp… orada kentler kurdular ve torunları bugün de orada oturmaktadır…(Lydialı olan) adlarını değiştirdiler, kendilerini yola çıkaran kral oğlunun adını aldılar; yeni adları olan Tyrrsenler sözünü önderleri Tyrrsenos’un adından türetmişlerdir (Herodot Tarihi, I. 94, s..57)”


(Herodot)

***

Herodot’un anlatımına göre, muhtemelen kendi yaşadığı dönmeden çok daha önce, İ.Ö. 12. yüzyıl dolayında, Lydia halkı büyük bir kuraklığın pençesine düşmüştü.

Anadolu ve Akdeniz havzasının genelinde etkili olan kıtlık döneminde insanlar az yemek yemiş, açlıklarını unutmak için oyunlar icat etmişti!

Durumun düzelmemesi üzerine, Kral Atys halkını ikiye ayırmış, bir grup oğlu Tyrrsenos başkanlığında denizaşırı ülkelere yurt bulmak üzere gönderilmişti.

Bu grup muhtemelen Sardes’ten (Sart-Salihli-Manisa) yola çıkmış, Smyrna’ya gelmiş, Liman’dan gemilere binerek batıya doğru yelken açmıştı.


(Bugün: İzmir-Bayraklı sahili)

Fırtınalı denizlerde yol alıp, gide gide İtalya’nın orta-batı kıyılarına, bugünkü Toskana bölgesine (Herodot’un deyimiyle “Umbria”) ulaşmışlardı. 

Bu, geldikleri Barı Anadolu’ya benzeyen bereketli topraklara yerleşmiş, kentler kurmuşlardı. 

Bugün İtalya yarımadası ile Korsika ve Sardinya adaları arasında kalan deniz, hâlâ “Tirsen Denizi” olarak anılıyor.


(Tyrrhenius’un Smyrna’dan Toscana’ya muhtemel deniz yolu)

***

Daha sonraları, yaklaşık 350 yıl sonra, Romalı yazar Virgilius (İ.Ö. 70–21) tarafından yazılan “Aeneas Destanı” yolculuğu bu kez, Troya'dan başlatır, birçok fantastik serüvenden sonra yine Toskana’da bitirir.

Bu göçün önderi, Troya’nın düşmesi sonunda kentten kaçan Prens Aeneas’dır.

Anlaşılan Virgilius, yıllar sonra Herodot’un öyküsünü Roma için uyarlamıştır. 

Şanlı Roma İmparatorluğu böyle köklü efsaneler üzerinde yükselmelidir.

Bu temayı dikkate alan, eski çağda Anadolu’dan İtalya’ya olmuş olabilecek göç hakkında antik ve çağdaş birçok yazar ve araştırmacı kapsamlı incelemeler yapmıştır.

***


(Luvilerin Fırtına Tanrısı Tarhund: Adana Müzesi)

Herodot’un ve Virgilius’un anlattığı bu göç öyküsünde adı geçen İtalya’daki halk, tarihsel dönemlerde “Etrüskler” olarak bilinir. 

Etrüskler, Batı İtalya’da Arno ve Tiber nehirleri arasında, muhtemelen Anadolu’dan getirdikleri kültürle oldukça gelişmiş bir uygarlık kurmuşlardı.

Yazılı belgeler, Etrüsklerin konuştukları dilin, Romalıların ve Avrupalıların dillerine benzemediğini ortaya koyar. 

Bu nedenle birçok bilim insanı, Etrüsklerin kesin olmamakla birlikte Anadolu kökenli olabileceği yönünde görüş bildiriyor.

Ayrıca büyük Etrüsk kahramanı Tarkon’un adının, Anadolu’nun en eski halklarından Luviler’in en büyük tanrısı olan Fırtına Tanrısı Tarhund’dan türediği ileri sürülüyor.

Etrüskler’in önemli kentlerinden biri olan Tarquinia’nın adı da bu tanrıyla bağlantılı olabilir.

Antik çağ yazarlarından Lesboslu Hellanikos ise Etrüsklerin Kuzey Ege’den göçtüklerini ve önderlerinin adının Nanas olduğunu yazar. 

“Nanas” sözcüğü;  bir eski Anadolu dili olan Luvice’de “nani = erkek kardeş”, “nana = kız kardeş” anlamlarına gelir. Belki de bugün Türkçe’de kullandığımız “nine” sözcüğü bu dille ilişkilidir.


(Günümüzde: İtalya-Toskana’da Tarquinia nekropolü/Mezarlığı)

***

Genetik araştırmalar da bu görüşleri destekliyor: Toskana bölgesindeki insanlar üzerinde yapılan genetik incelemeler, bu insanların genetik olarak Avrupalılardan çok Yakın Doğu halklarına benzediğini gösteriyor. 

Aynı şekilde, bölgedeki sığırlar (Bos Taurus) üzerinde yapılan çalışmalar da Toskana sığırlarının genetik yapısının doğu hayvanlarıyla benzerlik taşıdığını ortaya koyuyor. 

Bu bulgular, İ.Ö. 2. binyılın sonlarında doğudan gelen insanların, hayvanlarıyla birlikte Orta-Batı İtalya’ya yerleşmiş olabileceklerini gösteriyor.

İzmir-Bayraklı’dan yola çıkanlar, yanlarına sığırlarını da almışlar! Belki mandalarını da!

Tarihsel süreçte, Etrüsk kültürü İ.Ö. 1. binyıl ortalarından başlayarak, içinde eriyeceği Roma İmparatorluğu’na kültürel temel oluşturmuştur.

Çünkü Etrüsklerin yaşadığı Toskana Roma şehrine komşuydu ve kültürleri Romalılardan ileriydi.  Zamanla birbirlerinden etkilendiler.

Tarih içinde Roma önce çevresine, sonra İtalya’ya, daha sonra da o zamanın dünyasına egemen olacaktı.

 Ancak Romalılar, Etrüskleri hiçbir zaman tam olarak kendilerinden saymamış, onları hep “yabancı” olarak görmüşler, hatta aşağılamışlardı.

Etrüsk kültüründe erkeklerin sert mizaçlı olmalarına rağmen kadınlara verilen önem dikkat çekicidir: Kadınlar erkeklerle birlikte ziyafetlere katılır, mezar taşlarında babanın yanı sıra annenin adı da yazılırdı. 

Bu durum, Anadolu'da uzun geçmişe sahip anaerkil geleneğin Etrüskler arasında da sürdüğünü ve Anadolu’dan bu bölgeye taşındığını düşündürür.

Herodot’un, Lydialıların kızlarını cinsel rahatlık içinde   yetiştirdiklerine dair anlattıkları, Romalıların Etrüsk kadınlarına yönelik olumsuz suçlamalarda bulunmasının sebebi olabilir.

 Sonuç olarak, Etrüskler muhtemelen Anadolu’dan, Herodot’un  ve Virgilius’un aktardığına göre, özellikle Batı Anadolu’dan getirdikleri kültürle, koca Roma İmparatorluğu’nun kuruluşuna büyük katkı sağlamışlardır.


(Toskana-Tarquinia nekropolünde bir mezar odasının duvar resimlerinde kadın ve erkek)

***

Anadolu, özellikle Batı Anadolu kıyıları, insanlık kültürünün geliştiği en önemli alanlardandır.

Mezopotamya’dan doğup gelen, Orta Anadolu’da yoğrulan ve Doğu Ege kıyılarında farklı kültürlerle harmanlanarak sıçrama yapan bu kültür, yaşadığımız toprakların ne kadar özel ve kadim olduğunu gözler önüne seriyor.

Smyrna nere, Toskana nere! 

İmbatın kenti İzmir ile yemyeşil bağların diyarı Toskana ne kadar uzak, ama bir o kadar da yakın!

Kültür sınır tanımaz! 

Yeter ki dünya barış ve huzur içinde olsun.

Özgürlük içinde herkese yetecek kadar üretsin!

İyilik, kötülüğe üstün gelsin.

Sefa Taşkın

21.06.2025

Dikili/İzmir