Yaşarken hissedilen karanlık

Son güncel araştırmalara göre dünyanın yüzde 4.4’ü Türkiye’nin yüzde 9’u depresyonla mücadele ediyor. Farklı kültürlerde farklı yansımaları olsa da depresyon herkes için kurtulması zor bir hastalık.

Yayınlanma: 18.09.2022 - 13:00
Yaşarken hissedilen karanlık
Abone Ol google-news

İki çocuğu ile yaşıyordu. Kocasından bir süredir ayrıydı. Çocuklarını yataklarına yatırdı. Uyumalarından sonra da yanlarına süt ve kurabiye bırakarak kapılarını kapadı. Ardından kapının altındaki boşluğa havlu yerleştirerek tıkadı. Bunun yetmeyeceğini düşünerek açık kalan kısımları bezlerle sağlamlaştırdı. Hiç hava geçişi olmamalıydı. Bantla çepeçevre dolanarak yaptığı önlemi güçlendirdi. Artık hazırdı.

Mutfağa geçti, gazı açtı ve sonra kafasını fırının içine sokarak beklemeye başladı. Gaz etkisini gösteriyor, kendini kaybetmeye başlıyordu. Aynı amaçla aldığı uyku hapları 10 yıl önce işe yaramamıştı. Bir yıl önce de arabasını nehre sürmüş ama amacına ulaşamamıştı. Bu kez işe yarıyordu.

Çocuklarını koruma altına aldıktan sonra intihar eden Sylvia Plath öldüğünde 30 yaşındaydı. Yıllar sonra Pulitzer Ödülü de verilen sanatçı kısa ömrüne karşın başarılı bir şair ve yazın insanı olarak tanınmıştı. Ancak içine düştüğü depresyon onu çocukluğundan beri bırakmamıştı. The Jell Barr (Sırça Fanus) adıyla yazdığı otobiyografik özellikler taşıyan romanında hayali yer ve kişiler kullansa da baş kahraman ile aynı yaşta hayata veda etmişti. Tüm yaşamı ağır bir depresyonun çizgilerini taşıyan Plath bu hastalıktan muzdarip sınırlı sayıda kişiden biri değildi. Ceplerine doldurduğu taşlarla bir nehre girerek 59 yaşında intihar eden İngiliz edebiyatçı Virginia Woolf da bipolar bozukluk yaşıyordu. Onların trajik öyküleri yanında yaşadıklarını yapıtlarına iyi yansıtmış olması, bu duygudurum düzensizliği hakkında bildiklerimize katkıda bulundu. 

Depresyon, bipolar bozukluk, kaygı (anksiyete) gibi kavramlar psikiyatri alanında belirli sınırlarla ayrılıyor olsa da popüler kültürde birbirlerinin yerine kullanıldıkları da oluyor. “Mental Bozuklukların El Kitabı” olarak adını çevirebileceğimiz (DSM) kılavuzun üçüncü baskısının yayınlanmasından bu yana kaygı ve depresyon arasındaki örtüşme noktaları ortaya konarak ayrımları sağlandı. Bununla birlikte, kökleri antik dünyaya (Grek ve Roma medeniyetleri) kadar uzanan bir tarihsel gelenek bu iki fenomeni iç içe geçmiş olarak gördü. 

Depresyon daha çok nasıl hissettiğimizi ve buna bağlı hareket ettiğimizi açıklar. Üzüntü, umutsuzluk veya endişe, zevk alınan şeylere karşı ilgi kaybı, enerji eksikliği, eskiden olduğundan daha fazla veya daha az yemek, çok az veya çok uyumak, düşünme, odaklanma sorunu bu kavramın kendini gösteren bulgularıdır. Tabii ki ayrıntılı bir doktor incelemesi sonucunda bu tanı konabilmektedir. Ufak bir umutsuzluk ya da uyku sorununda kişinin kendisine “Depresyondayım” demesi anlamlı değildir. Kaygı (anksiyete) ise günlük yaşamda daha sık karşılaşılan bir kavramdır. Endişe ve korku yaşamın olağan parçalarıdır. Ancak bu duygular kaybolmadığında veya aşırı olduğunda kaygı bozukluğu olarak karşımıza çıkabilir.

BENLİĞİN KAYBOLMASI

Bu alandaki çalışmalar ve tedavi yolları son yüzyılda hızla gelişti. Ancak bir organik rahatsızlık gibi kesin tanımlı sınırları olmaması, kısmen subjektif tanılara dayalı olabilmesi, değişik kültürlerde bu şikayetlerle doktora gitmekte ya da gidememekte oluşan durumlar istatistiklerde soru işaretleri barındırmaktadır. Bireysel düşünce, başarı ve refahı vurgulayan Batı kültürünün tersine Doğu kültürleri, kişiden çok, gruba ve üyelerinin karşılıklı bağımlılığına odaklanan “kolektivizm” üzerine kuruludur. Çalışmalara göre bu durum grup için güçlü bir destek sistemi oluştursa da depresyon ve kaygıya yol açabilecek birçok stres kaynağı üretir. Örneğin, bireysel kimlik ve benlik duygusunun kaybolmasına neden olabilir. Yine bu durum depresyon belirtileri hissedebilen, ancak duygularını ifade etmemeleri öğretilen Doğulu kadınlar için başka bir çıkış noktası bulur. Bir şekilde tıbbi yardım almak için baş ağrısı, uyuşukluk ve göğüs ağrılarından şikayet ederler. “Somatizasyon” denen bu durum zihinsel sağlık konusunda çok az bilgisi olan ve belirtilerini tanımlayamayan kişi ve toplumlarda yaygındır.

Coğrafya ve kültürlerdeki bu değişimlere karşın Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 2017 yılındaki araştırmasına göre dünya genelinde depresyon yüzde 4.4 oranındadır. Türkiye’deki çalışmalarda ise depresif bulgu gözükme sıklığı yüzde 9 civarı. TÜİK 2019’da yılında yayınladığı “Türkiye Sağlık Araştırması”nda da “bireylerin son 12 ay içerisinde yaşadığı başlıca hastalık/sağlık sorunları” arasında depresyon yine yüzde 9 ile beşinci sırada yer aldı. Dünyadaki tüm istatistiklerde olduğu gibi burada da kadınlarda problem yüzde 12.2 ile daha fazla görüldü.

İLAÇ KULLANIMI ARTTI

Yaklaşık son 50 yılda atılım yapan ilaç tedavisi ise kurtarıcı olurken tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Her hastanın sonu Plath gibi ölümle sonuçlanmıyor ama gerek bu duygulardan uzaklaşmak gerekse yaşam kalitesini yükseltmek açısından değişik kimyasal mekanizma basamaklarını kullanan ilaçların önemi ve vazgeçilmezliği arttı. Öte yandan her “canım sıkılıyor” diyene depresyon tanısı konarak akılcı olmayan bir ilaç alışkanlığı oluşturulduğuna yönelik eleştiriler de var. Ülkemizdeki analizlere göre antidepresan ilaç satışları kutu sayısı olarak her yıl ortalama tanı oranına paralel yüzde 10 artış göstermiştir.

Oldukça kapsamlı bilimsel araştırmaların halen devam ettiği bu durumda belki de tıp dünyasındaki en bilinen sloganlardan biri, biraz farklı tanım ile geçerlidir; “Erken tanı, yaşam kalitesini kurtarır.” Her ne kadar tedavi konusunda söz ettiğimiz eleştiriler olsa da günümüz kaotik toplum yapısının kişiyi bu sorunlara daha açık hale getirdiği de açık. 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler