Abdülkadir Budak: ‘Kumdum, cam olmaya yola çıkmıştım’

Şair Abdülkadir Budak’ın, Dalgın Rüzgâr (1978 - 2006) ve İştahlı Makas (2011 - 2020) olarak iki ciltte okurlarla buluşturduğu, on dört şiir kitabından ve kitaplarına girmemiş kimi şiirlerinden bir araya gelen Toplu Şiirleri, şairin ilk sancıları, kendi şiirini kurma çabalarından, oluşturduğu üslubu ve geliştirme çabalarına kadar kat ettiği menzilde ortaya koyduğu bir yol hikâyesi ve iz sürümü.

Abdülkadir Budak: ‘Kumdum, cam olmaya yola çıkmıştım’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 07.05.2020 - 12:12

Fotoğraflar: GONCA SOYSAL

ŞİİRLE ELLİ YIL

- Bugünden geçmişine baktığında 50 yıllık şiir serüvenini nasıl değerlendirir şair?

Kayda değer ilk şiiri yayımlayışımın üstünden tastamam elli yıl geçmiş (Defne, Mayıs 1970). Şiir düşünmeden, yazmadan, yeni kitaplar ya da yeni dergiler heyecanına kapılmadan geçen başka bir ömür yaşamadığım içindir ki mukayese etme şansım yok.

Ben ki, bir kitabının arka kapağına “Üç ömrüm daha olsaydı bağışlardım şiire” dizesini koymuş biri olarak, toplamı okura sundum. On dört şiir kitabımı Dalgın Rüzgâr (2020) ve İştahlı Makas (2020) adlarını taşıyan iki ciltte toplamış oldum.

Serüvene dair notlar vermeye kalkacak olursam… İlk kitaplar ilk sancılar; hemen ardından kendi şiirini kurma çabaları; gide gide bulduğunu sandığın bir üslup ve onu geliştirme, kalınlaştırma çabaları.

“Hayat bir kâğıt sokaktı / Yürümeye değil yazmaya vardı” diyen ben, bu serüveni bir dizeyle özetlediğimi görüyorum: “Kumdum, cam olmaya yola çıkmıştım.”

Bilmeyenler için söyleyeyim, camın hammaddesi kumdur. Kumken içini şiir yoluyla dışarıya gösteren bir cam mı oldum, olabildim mi? Tersinden sorayım, camdan bana bakanlar, dipteki asıl olanı, o çekirdeği, kumu görebilecekler mi?

Şu elli yıl zarfında hayata kum ve cam ekseninden, bireşiminden bakmış, kendimi bu yolla dönüştürmüş olmalıyım. Yazılan onca şiire, basılan onca kitaba bakıldığında bu serüvenin neresi, ne kadar görülecektir?

Tek tek kitaplarım üstüne çok yazıldı, söylendi de toplama dair eleştiriler, değerlendirmeler en başta tarafımdan merak ediliyordur. Araya giren üç çocuk, üç de düzyazı kitabı… Biri halen sürmekte olan dört dergi serüveni… Şiir merkezli bir yaşama biçimi işte.

‘ŞAİR RUHUNU YIKAR ŞİİRLE!’

- Son elli yılın şiir dünyasındaki değişimler doğrultusunda Türk Şiirinin nasıl bir değişim süreci içinde olduğunu gözlemliyorsunuz? Kendi adınıza bu değişimin şiirlerinize, veriminize nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz?

Dünya ellerini yıkar şiirle; buna bağlı olarak şair ise ruhunu. Hayata, insana ince bakmayı, estetik bir dille empati kurmayı öğrenirsin. Onun içindir ki, şiir sadece dünyaya ait değil, şairine de aittir. Onun içindir ki her şair öncelikle kendi şiirinden sorumludur; bu sorumluluk kendi şiiri hakkında konuşma yetkisi de verecek demektir.

Demeye çalıştığım şu: Elli yıllık şiir zamanında yaşıtım olan başka şairleri biraz da sert biçimde değerlendirmeye, eleştirmeye kalkmış ve bunun yanlış olduğu kanısına varmıştım. Bu sebepledir ki, genel şiir serüvenini ötekiler bağlamında ele almaktan çok, kendi yolculuğumu esas almak isterim.

‘ŞİİR AKARSU GİBİDİR, KENDİ YOLUNU BULUR’

Şiir, akarsu gibidir, kendi yolunu bulur. Bende de öyle oldu. 1960 Toplumcu Şiir Kuşağı’nın parlak dönemini yaşadığı ama İkinci Yeni etkisinin sürdüğü yıllarda başladım şiire. Elli yıl içinde dönem dönem toplumcu şiir başat oldu; zaman geldi İkinci Yeni yeniden keşfedildi, somut şiir, görsel şiir arayışları girdi araya. Şair sayısı kadar şiir çeşidi… Bunlar olmuştur, olacaktır.

Beni 1970 Kuşağı şairleri arasında görenler, sayanlar olmuştur. Sivas doğumlu biri olarak (Hafik, 1952) içinden çıkıp geldiğim halk kültürünü, ileriye yönelik olarak yeniden yorumlama, modern söyleyişlerle ifade etme çabasına girmiştim.

Leylâyı, Kerem’i, Ferhad’ı bugünün gözüyle okuma, dönüştürme, yansıtma gayreti içindeydim. Şimdi Yaz, Gömleğim Leyla Desenli, Sevdanın Son Kerem’i ya da İmzası Gül’deki kimi şiirler toplumcu kuşağımın ortak söyleyişinden olabildiğince uzakta tutuyordu beni.

Sese âşıktım. Müzikalite içeriğe katkı verecek boyuttaydı. Dörtlükler, öbekler, iç, dış uyaklar vs. Cümlenin değil dizenin, yazılış sebebini gizlemeyen, dağıtmayan bir şiirin peşinde oldum hep. Yer yer güzellikler sunmaktan, ilginç söyleyişlerden çok yapıyı esas aldım. Şiirde bütünü, yapıyı gözete geldim.

‘ŞAİR, HİZASINA YAŞITLARINDAN BAKAR’

Şair, hizasına yaşıtlarından bakar. Şiirlerim, yakın tarihlerde şiire başladığımız Enis Batur’un yazdıklarına da benzememeliydi, sözgelimi Ahmet Telli’nin yazdıklarına da. Yaşıtım sayılacak şairlerden Ali Cengizkan’ı, Ahmet Erhan’ı, Barış Pirhasan’ı ötekilere oranla biraz daha sevmiş olmam bundandır belki de.

60 Kuşağı toplumcu şairlerinden de şiirin mecrasını değiştiren İkinci Yenicilerden de şahsen tanıştığım, zaman zaman görüştüğüm şairler oldu. Aynı dergilerde yer almaktan sevinç duyduğum Dağlarca, Necatigil, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Attila İlhan ve daha nice usta da etkin dönemlerini yaşıyorlar o yıllarda.

Demem o ki, Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel burada, Turgut Uyar ve Cemal Süreya şurada; az ötede Melih Cevdet ile Necatigil duruyor. Bu şairleri günü gününe, aynı zamanda okuyorsunuz. Hangisine daha yakın, hangisine biraz daha mesafeli duracaksınız. Hepsine bakacak ama kendinizi göreceksiniz. Bu o kadar kolay değildir.

Aidiyet sorunu yaşamak var işin içinde; öte yandan yanlış, tehlikeli bir aidiyet duygusunu yaşamak da var. Böyle düşününce ait olduğunuz yer kendi şiiriniz olacaktır. Olabildiğince oraya ait olmak durumundasınız. Bunun birinci koşulu da hiç vakit kaybetmeden kendi sesinizi bulmaktır, bulabilmektir.

Bunları düşünmeye başladığım yıllar şiirin siyaseten de değer taşıdığı, baskın çıktığı yıllardı. Ajite şiirler revaçtaydı. Şairin toplumcu olması çok önemliydi, nasıl söylediğinden çok ne söylediğine bakılıyordu. 60 Kuşağı şairlerinin parlak çıkışı, gördüğü itibar, şiirinin çerçevesini belirlemiş kimi şairleri bile raydan çıkaracak boyutta ve ağırlıktaydı.

‘HER ZAMAN USTALAR ETKİLEMEZ GENÇLERİ, TERSİ DE MÜMKÜNDÜR’

Her zaman ustalar etkilemez gençleri, tersi de mümkündür. Öyle ya, Toplandılar kitabını kim ve ne zaman yazdı? “Hüseyin Çapkan’a Ağıt” şiiri kimin kaleminden çıktı? Ya “Mendilimde Kan Sesleri” başlıklı şiir?

Ben, ille de toplumcu şiir yazılacaksa Turgut Uyar’ın, Edip Cansever’in, İlhan Berk’in verdiği örnekler gibi olsun istiyordum. O yıllarda bireyci sayılan, kaçış şiiri yazdığı ileri sürülen Turgut Uyar’ın “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar” dizelerine daha yakın hissediyordum kendimi.

“Şehir” adlı şiirim zamanın Türk Dili dergisinde çıkınca, rahmetli olmuş bir şair arkadaşım “İyi de bu şiirde geçen genç ölünün sağcı mı, solcu mu olduğu belli değil” demişti de ürpertmişti beni.

Acemi arı ne yapacak? Eleştirileri göğüsleye göğüsleye, kendinden önce yazılmış çiçeklere (ustalara) konacak, ustaların yazdıklarıyla çarpışa çarpışa yürümeye çalışacak, kendi sesini, üslubunu (rengini, kokusunu) bulma gayretine girecektir. Kendi mizacınıza uygun şiiri keşfedeceksiniz, bununla kalmayacak görünür hale getirmek için çaba vereceksiniz. İleride, “kendini tekrar ediyor” diyenlere “benimki tekrar değil, ısrardır” yanıtını vermek zorunda bırakacaklar sizi.

Şiir yazarı olmaktan şair olabilmeye geçiş, iyi şiir yazmaktan öte kendi şiirinizi yazmanıza, imge sisteminizi kurmanıza, farklı bir iklim yaratmanıza bağlıdır. Bu iş, yeteneğinizi geliştirmeyle, yazdığınızın arkasında durmayla, şiiri yüz metre koşusu gibi değil de maraton koşusu gibi görmeyle ilgilidir. Bencileyin elli yılı göze almayı gerektirir. Sabır ister, dayanma gücü ister, şiire üç ömür vermeyi göze almayı ister…

‘BEHÇET NECATİGİL’DEN ALDIĞIM O MEKTUP’

İlk kitap çıkar çıkmaz, Behçet Necatigil’den edebiyat tarihine geçmiş bir mektup alacaktım. Bununla da kalmayacak, Aydınlık gazetesinde “bu şairimiz bundan sonra da adını unutturmayacağa benziyor” dediğini görecektim. Ateşler bunlar genci. İşe daha sıkı sarılmasına yol açar. Bende de öyle oldu. Arayış dönemi fazla uzun sürmedi.

Sesimin rengini ilk üç kitapta bulduğumu yazanlar oldu. İlk kitap Geçti İlkyaz Denemesi (1978) adını taşıyordu. Bu kitabın adını vermemdeki sebep, toplumcu yaşıtlarımın o dönemde koyduğu kitap adlarına bakılsın diyedir. Bu kitap adı nasıl başlandığına dair bir fikir verebilir.

Yazıldığı için söylüyorum; usul sesle söylenen, “bendeki sen”i hedefleyen şiirler peş peşe geliyordu. Dönemin slogancı şiirinden uzak kalmaya çalışmakla birlikte, bireyin toplumsal bir varlık olduğunu unutmayan bir gencin yola çıkışıydı. Başlarda, Behçet Necatigil’i sevdiğini söylemekten çekinmeyen bir “toplumcu” yerine konduğum da olmuştur.

Öyle ya da böyle, adımın edebiyat kamuoyunda kabul görmesini sağlayan Gömleğim Leyla Desenli (1981) ve ardından gelen Sevdanın Son Kerem’i (1985) ile bana uygun şiir iklimini, yazış yöntemini bulduğumu düşünürüm. Daha sonraki arayışlar bu çekirdeği esas almak üzerinden yürütülmüştür. Endişeli Fesleğen (1999), Ahşap Anahtar (2000), Kapalı Bir Açılım (2015) vb.

Yeri gelmişken, “Kişisel Şiir Tarihi” alt başlığıyla yayımlanmış olan Ya Şiir Olmasaydı (YKY, 2009) adlı kitabımı hatırlatmak isterim. Bu kitapta, şiirdeki uzun yolculuğumun duraklarına bakıldığı gibi, neredeyse kronolojik bir sırayla okumalar, anılar, tanıklıklar, belge niteliği taşıyan kimi mektuplar eşliğinde, dergiciliğime, kendi kuşağıma, benden sonra gelenlere de bakılmış oluyor da ondan.

‘ŞİİR EN İNSAN, EN TOPLUM YANIM’

- Dalgın Rüzgâr ve İştahlı Makas adıyla iki cilt olarak yayımlanan Toplu Şiirlerinizin de ortaya koyduğu gibi tüm alametleri ve halkıyla insan kadar doğanın şiirlerinizdeki metaforik yeri de derin. İnsana dair her duygu ifadesini bulduğu rengarenk bir skalada esin bulduğu doğanın kollarında bileşiyor dizelerinizde.

Bu güzel nitelemeye sevindim elbet. İster insan - doğa, ister insan - insan ilişkileri ya da çelişkileri olsun, neyi yazarsam yazayım önce şiir değeri taşısın ve buna bağlı olarak kendi söyleyişim bağlamında olsun istedim, bunun için çaba verdim. Şiir benim iç sesimdi, ona kulak verilsin istedim hep. Hemen her meselemi şiire konu ettim. Anlık sevinçlerimi, hüzünlü, kaygılı zamanlarımı da.

“Ötekine bakar gibi kendine bakan” bir şair olduğumu yazanlar oldu. Şiir en insan, en toplum yanımdı. Ona bakıp kendimi, dünyayı gözden geçirdiğimi görüyordum. Benden çıkıp o’na yönelen ama sonra yine bana dönen bir ince yol arkadaşlığı.

Şairler öteki şairler için de yazarlar. Aynı gözeden su içenlere… Bunu demekle birlikte, yazarken bunun hesabını yapmaz şair; yayımladığında kime, nerede rastlayacağını, kimde, ne kadar süre ile konaklayacağını kestiremez.

İşin doğası gereği yazar şiirini; yazmadan edemez. Arı balını birlerini düşünerek, hesaplayarak mı yapar? Bal üretmek yazgısıdır da ondan yapar.

Her şairde olduğu gibi, kimler okur bu şiirleri diye düşünmeden yazdım, yayımladım, şiirime dair güzel karşılıklar aldım. Uzunlu kısalı değerlendirme yazılarına, tez çalışmalarına rastladım. Toplu şiirlerin sonunda yer alan “ne dediler” başlıklı bölüme bakanlar görecektir; görülmüştür bu şiir.

Necatigil, Anday, Ece Ayhan, Mehmet H. Doğan, Adnan Binyazar, Ataol Behramoğlu, Orhan Koçak bunlar arasındadır örneğin. Yaşı bana yakınlardan, daha gençlerden de karşılık bulmuştur şiirlerim…

‘ŞİİR AYNI ZAMANDA DİRENME MEVZİSİDİR!’

- Toplumsalın yansımaları... Günün, çağın, sokağın nabzında atan, ıskalamayan isyankâr şiirlerinizde de karanlığı yırtmanın peşinde bir irade yansıyor her daim. Hayli yerde sert şiirler adeta. Böyle diyebilir miyiz? Toplu Şiirlerinizin ikinci cildi İştahlı Makas’taki “Kapalı Bir Açılım”daki dünya şiiri ve şairlerine adanmış şiirlerinizi ve o kardeşliği yorumlar mısınız?

Şiir, şairin hayatı ve okudukları, toplumsal oluşumlar, süreçler paralelinde değişiyor, yeni alanlar açıyor kendine. Toplum içinde yaşamakla birlikte birey olmaya ve sürdürmeye kararlıysanız, bunun mücadelesini veriyorsanız bu yazdığınız şiire de yansıyacaktır. Şiir aynı zamanda direnme mevzisidir.

Kendi özel yaşantıma da paralel olarak yer yer, zaman zaman usul sesle söylenen şiirlerin sertleştiği, hırçınlaştığı dönemler olacaktır; olmuştur.

Özellikle Ahşap Anahtar ve Ev Zamanı adlı kitaplar, diğer kitaplarda yer almış olan kimi şiirler, sizin deyişinizle “isyankâr” bir hava taşımıştır. Dar, ara sokaklarda atılmış olan küçük çığlıklar belki. Şairin iç hesaplaşması dış hesaplamayla çatışınca şiddet artmış gibi görünebilir.

Öyle ya da böyle, yazılanın şiir değeri, etki değeri üzerinde birleşilmelidir. Örneğin, Ahşap Anahtar bilindiği gibi “Baba - oğul” kitabıdır; bu ikilinin buluşma ve belki de çatışma alanı olmuştur. Değerli eleştirmen Orhan Koçak’ın “yol açıcı” nitelemesi, öngörüsü gerçekleşmiş, başka şairler elinden baba - oğul temalı kitaplar çıkmıştır.

 Ev Zamanı, sadece evin, evlilik kurumunun sorgulanması değil, Behçet Necatigil ile de karşılaşma cesaretinin kitabı olsa gerektir. Şair, bir süre sonra bunları da yapabilir. Ben ki yazılan, hatta kendini yazdıran şiirden yana biri olarak, “yapılan”ı da (tasarlama, yoğunlaşma diyelim) denemiş ve bu iki kitabı yayımlamışımdır.

‘TÜM ŞAİRLER KARDEŞTİR!’

Sorunuzda geçen Kapalı Bir Açılım kitabına gelecek olursam… Genelde beni besleyen, içimde şiir yazma isteğini uyandıran şairler çoklukla bizden olmuştur ama şiirin evrensel değerleri kollayan, işleyen bir yazın türü olduğunu düşününce yabancı şairlere kayıtsız kalamazsınız. Çevirilere güvenmeme gibi bir lüksünüz yoktur, onları da okuyacak, şiirinizin göğünü ya da bu kuşun kanatlarını genişleteceksiniz. Hem sonra, hangi ulustan, hangi ırktan ve renkten olursa olsun şairler kardeştir ve ortak dili de şiirdir.

Yesenin’i, Lorca’yı ayrıca sevdiğim bilinir de, bu kitapta bir ya da iki dizesiyle andığım, söyleştiğim 29 şair var. Mallerme, Rilke, Neruda, Ritsos, Füruğ gibi bilinenlerin dışında Miguel Hernandez, Perre Reverdy, Cendrars, Dario gibi Türkçede az bilinenler de var.

Bu şairleri okurken kimi dizelerini bir deftere geçirdiğimi yıllar sonra fark ettim. Dedim ki, o dizeler hareket noktam olsun, oradan çıkayım ama ne yapıp edip kendi şiirime varayım. Bunu da bir kitap bütünlüğünde düşüneyim ve şiirimizde ilklerden birine imza atmış olayım.

Yabancı şairlere dair şiir yazan şairler olmuştur ama bunu kendi şiirini esas alarak kitap bütünlüğüne taşıyan olmuş mudur; bilemem. Beni heyecanlandıran bir çalışma içine girdim ve iki yıl sonunda bu kitap çıktı. “Kavafis’le Sincan’da bir kahvede / Oturup çaylar içtik” diyen, bu tarz şiirlerin yer aldığı bir kitap bu.

‘KAPALI BİR AÇILIM, İÇ YOLCULUK KİTABIMDIR’

Kapalı Bir Açılım’ı biraz daha açmak için tekrarlamak durumundayım. Kitapta ele alınan şairlerin italikle dizili bir ya da birkaç dizesinden hareketle, Abdülkadir Budak’ın kendi içine yapılan yolculuk kitabıdır bana kalırsa. Dönmek için gidilen. Bir empati kurma kitabı gözüyle de bakılabilir.

Şairin bir dünya yurttaşı olduğunu unutmamakla birlikte, kendi toprağında, kendi ikliminde yetişen bir çiçek olduğuna inanırım. Ancak kendi dilinin toprağında kıvamını bulan bir meyve ağacı diyelim.

Bir ülkenin çiçeği ya da meyvesi dünya bahçesine geçebilirse bu yolla geçer, o bahçeye yeni bir renk, tat katabilmek için. Anadilinde sevilmemiş, kabul görmemiş şairlerin türlü-çeşitli girişimlerin sonucunda öteki dillerle buluşması zor değilse de o kadar anlamlı da değildir.

Oryantalist bir bakış getirdiğim düşünülmesin de bir Fransız ya da İtalyan şairi üslubuyla çan, zangoç diye diye, İncil’i, Tevrat’ı yağmalaya yağmalaya kendi dilinden ve kültüründen soyutlanıp yabancılaşmış şairler yerine asıllarını tercih ederim, ettim.

Neruda’yı, Lorca’yı Mayakovski’yi önemli kılan şey sadece iyi şiirler yazmayı başarmış oluşları mıdır? Kendi toprağının kokusunu öteki topraklara katabilmesi, kendi düşünce iklimlerini, ülkesine özgü ortak karakteri, kültürel kodlarını şiir hamurunda yoğurarak ekmek niyetine öteki sofralara uzatmayı başarmış olmalarını nereye koyacağız?

‘DÜNYA ŞİİRİNE DE KULAK KESİLDİM’

Bunları unutmadan, kendi dilinden insanlığın ortak dili olarak görülen şiire varabilmek için de dünya şiirine de kulak kesilmen, göz açman gerekir. Her şair yapar bunu; yabancı dilim olmadığı için çevirilerle yetinmek durumunda kalsam da burayı ihmal etmedim. Yazılarımda, onların adlarını sıkça anmıyor oluşum oraya kapalı olduğum anlamına gelmez.

Kitap ya da antoloji bazında okudum dünya şairlerini; içlerinden birileri bana daha bir dokunmuş olmalı ki, bir kenara not ettiğim dizeler bir kitap getirdi sonunda. İki yılı aşkın bir süre çalıştım üstünde; istedim ki, insanlığın ortak sorunlarına onlarla birlikte eğileyim, bireysel olan ile toplumsal olanı evrensel bir gözle görebileyim, yansıtabileyim.

Onların yardımı “ilk dize Tanrı vergisidir, gerisi şairin işidir” çerçevesinde oldu ve bu benim için çok kıymetli bir şeydi. Kitabın arka kapağında da yer alan “Bir şair bir şaire elini uzatır hep/ Kan sızdığı saatlerde lalelerinden” dizeleri bu kitabın ruhuna, yapılış nedenine ışık tutuyor olsa gerektir.

Demek, bu kitaba giren otuz şairi Turgut Uyar’ın deyişiyle “yaramda açan lale” olarak görmüşüm, onlarla söyleşerek yaramı sağaltmaya gitmişim ve böylece şiirimizde bu oylumda, bu netlikte bir “buluşma kitabı” çıkmış ortaya.

ŞİİRİN SINIRSIZLIĞI…

Yabancı şairleri konu edinerek, sadece onların özelliklerine vurgu yaparak şiir yazan ve yayımlayan arkadaşlarımız da oluyor. Onların da hakkını teslim etmeli, sevgi duruşuna onları da dahil etmeliyim. Ama herkes kendi meşrebince…

İlkin rahmetli Enver Ercan fark etti bu kitabı; Varlık’ta “Edebiyat Gündemi”ne aldı. Benimle yapılan söyleşiden başka, şair arkadaşım Prof. Dr. Yusuf Alper’in “Psikodinamik açıdan Abdülkadir Budak şiiri ve Kapalı Bir Açılım” başlıklı yazısını anmalıyım. Arkası gelsin isterdim. Siz de o koca toplu şiirlerin içinden çekip çıkarmışsınız bunu, sevindim. Üzerinde durulmayı fazlasıyla hak ediyor çünkü.

Sizin deyişinizle, günün, çağın, sokağın, ev içlerinin nabzını tutmaya çalışmakla kalmayıp, “şiirin sınırı yoktur” esasına bağlı kalınarak beni etkilemiş olan kimi yabancı şairlerden edinilen esinle yapılan bir kitaptır bu. Ama neyi yazarsam yazayım, altından imzası çekildiğinde “bu şiir Abdülkadir Budak’a ait olmalı” dedirtmek isteyen bir çabanın örneğidir.

‘BİRKAÇ EROTİK ŞİİRİME DE YER VERDİM’

- Toplu Şiirlerinizde kitaplarınıza girmemiş şiirlerinizden seçmeler de yer alıyor. O şiirlerinizden bahseder misiniz? Yazılışı aralıkları, dönemleri ve duyguları...

Samimi bir itirafta bulunayım mı? Toplu şiirlere 2020 tarihini eklersem “şiirde elli yıl” esprisini ortaya koymuş olabilecektim; bu tercihte kitabını bulamamış kimi şiirlere alan açmak düşüncesi de esas oldu.

Bugüne dek, olabildiğince kitap bütünlüğünü gözetme çabası vermiştim. Yani her şiir her kitaba değil de, “o kitaba ait” olmalıydı. Tümüyle olmasa bile, en azından dönemsel olmalı, tematik bir bütünlüğe işaret etmiş olmalıydı.

Böyle düşününce, örneğin 15 yıl önce yazılmış bir şiir varsa, bugün yazdığım şiirle aynı yere, aynı kitaba koyamazdım onu. Birbirini iten değil de “bir kitapta buluşmak için” yazılmış gibi duranlar bir arada olmalıydı. Kimi şiirlerim tek tek güzel ve özel geliyordu bana ama kitabını bulamıyordu onlar.

Kendime koyduğum yasağı böylece delmiş oldum; ikinci cildin sonunda “Kitaplarına Girmemiş Şiirlerden Seçmeler” bölümünde bu rahatlığı, özgürlüğü hissetmek istedim. Bu bölüm böylece çıktı ortaya. Hani ne denir, bir taşla iki kuş…

Dikkatinizi çekmek isterim: Bu bölümde bir dergide yayımlanınca üstüne koca bir yazı yazılmış “Site Sakini” adlı şiir de var, erotik şiirler de. Evet, yanlış duymadınız benden birkaç erotik şiir. Hani Cemal Süreya’nın adı çıkmış ya, okuyun lütfen “Kafa Karışıklığı”, “Tuzlu Çeşme” Bin/bir Kadın”, “Açlığın Şarkısı” ve “Işıklı Kuyu” başlıklı şiirlerimi… Toplu şiirlerin sonundaki ek bunlar için bile kayda değerdir bana kalırsa. Kapalı bir yanımı bir başka biçimde açmış olur.

‘YAZDIKLARIMIN HAYATIMA DAİR OLMASINI İSTEDİM’

- Ya duyguların derinini deşerken kimi hareket ve referans noktası kıldığı maziyle ve kadim tarihle et tırnak o birliğine ilişkin ne der şairi?

Şair psikologdur aynı zamanda. Sizin deyişinizle “duyguların derinliğini deşerler.” Çocukluk şairin anayurdu ise şiir bu anlamda “şairin geçmişine atıflarla ilerler.” Şiir yazmaya oturduğunuzda, şimdiki zaman bütün zamanları içerir. Sezgisi daha kuvvetli bir şair geleceğe dair öngörülerde de bulunarak yazabilir şiirini, ama bu iş daha çok şimdikine ve geride kalana dair olsa gerektir. “Şairin hayatı şiire dahil” sözü slogan olmanın çok ötesinde anlamlar taşır.

Yazdıklarımın hayatıma dair olmasını istedim, bundan kaçınmadım da. Yazdığımın şiir değeri taşıması hayat değerinden daha büyük oldu hep. Has şiiri yakalamışsanız yaşadıklarınızı yansıtmış olmanızın bir değeri olabilir, yoksa yoktur.

Şair yazdığıyla birebir örtüşemez de; fersah fersah öteye de düşmemeli derim. Şiir bir kişilik sanatıdır aynı zamanda. Mazimi, kendi kadim tarihimi yazmaya kalktığımda bu duygu ve düşünceler içinde de buldum kendimi.

Yazıp da yayımlamadığım nice şiir oldu. Hayata bakışıma, şiir tarzıma aykırı olduğu kanısına vardığım, çizgi dışı gibi duran şiirlerimi yayımlamaktan korktum. Fena değillerdi ama sanki bana ait gibi de durmuyorlardı.

Erotik denilebilecek üç beş şiiri bu söyleşinin sebebi olan toplamın “kitaplara girmemiş şiirler” bölümüne koyabildim. Bu cesaret bile az şey değildi benim için. Öyle de her zaman olduğu gibi, şu söylediklerime değil şiirlerime bakılacaktır, bakılmalı. Şiir değeri taşıyıp taşımadığına. Boy aynası oradadır.

DAĞLARCA VE OZANCA DERGİLERİ…

- Dergicilik serüveninize gelecek olursak…

Evet, alkol kana karışmış bir kere… Daha önce dediğim gibi, kimi şairler sadece şiir yazarlar; kimi şairler şiir üstüne yazılar da yazarlar; kimi şairler vardır ki, şiirden başka, şiir üstüne yazı yazmakla yetinmez bir de dergi çıkarırlar. Ben üçüncü kategoride yer alıyorum.

İlk dergimiz olan Ozanca’yı görevim gereği bulunduğum Kayseri’de çıkarmaya başladığımızda 24 yaşındaydım. İlkler ayrı bir önem taşır ya, Cumhuriyet okurları için bu maceraya biraz daha geniş değinmekte yarar var.

Bu dünyaya veda etmiş olan iki dostuma getirdiğim öneri kabul edilmiş, dergi adının Dağlarca olmasında karar kılınmıştı. Öneri benden geldiği içindir ki, ustaya mektup yazıp izin ve şiir istemek de bana düşmüştü. Bunu başarmıştık ama kısa süre sonra Dağlarca’dan Ozanca’ya dönüşmek zorunda kalmıştık.

1975-76 arasının Kayseri’si... Yerel basında, “Dilde devrimci, sanatta toplumcu bir dergi: Dağlarca çıkıyor…” yollu duyurular yapınca koğuş karıştı. Aldığımız tehdit telefonlarında ve mektupta şöyle deniyordu: “Milliyetçi-mukaddesatçı bir şehirde Vietnamlı komünistlere övgüler düzen şairin adını taşıyan bir dergi çıkaracağını mı sanıyorsunuz?”

‘TEHDİTLER ÜZERİNE FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA’YI ARADIM’

Ölüm ve matbaa yakma tehditleri üzerine vazgeçmek zorunda kalmıştık. Daha çok gençtik, yazılacak şiirlerimiz vardı. İşin içinde bir de bize destek veren matbaacının ekmek teknesi vardı. Durumu açıklayan bir mektup daha yazdım Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya; bunu anlayışla karşıladı ama adını taşıyacak dergi için yolladığı şiiri için “başka bir dergide yayımlamaya kalkmayın” dedi.

İlgiyle karşılandı Ozanca. Cemal Süreya “Kayseri’de Dergi” başlıklı bir yazıya yer verdi köşesinde. Ankara ve İstanbul’daki edebiyatçılara “bize de dikkat!” demeyi başarmıştık.

HAKİMİYET SANAT, ŞİİR ODASI VE SİNCAN İSTASYONU…

İkinci dergimiz Hakimiyet Sanat adını taşıyor ve yine Kayseri’de çıkıyordu. Eylül 1980 tarihinde son sayıyı çıkardığımızda rakamlar 50’yi gösteriyordu. Adımız eni konu duyulmuştu edebiyat çevrelerinde. Şiir Odası’nı Ankara’da çıkarmaya başladığımda yaş 48 idi.

Dergi çıkarmak zinde kılar şairi, en yenilerle tanışma, onların ne yazdıklarını, ne düşündüklerini öğrenme fırsatı verir. Edebiyata bu yolla hizmet etmek bir yana, en başta kendinize iyi gelecekse, geliyorsa dergi çıkarırsınız. Her şeye daha içeriden bakma şansını da yakalamış olursunuz, aidiyet duygunuz süreklilik arz eder. En azından bende böyle olmuştur.

2000 yılı içinde 12 sayı çıkan Şiir Odası kelebeğe benzedi; kısacık ömründe renkli, sevimli, sıcak olmayı başardı.

Dördüncüsü için, yakın zamanda 106. sayısı çıkmış olan Sincan İstasyonu için yedi yıl beklemem gerecekmiş. Bu dergi üstüne çok yazıldı, konuyla ilgili çok röportaj yapıldı benimle. Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sincan İstasyonu çıkmaya devam ediyor. Öyküsü olan bir adı, iyi edebiyatı hedefleyen bir yanı var. Esas olarak “yaşarken değerlendirmek” üstüne kurulu bir dergi bu, edebiyatımızın sıcak, samimi yanı.

‘BUGÜNLERDE BİR KİTABIMIN ADINI TAŞIYORUM: EV ZAMANI’

- Yeni tasarılarınızı sorarak bitirelim söyleşimizi.

Koronavirüs günleri… Sorularınızı yanıtladığım sırada yaşı bencileyin 65’i geçmiş olanlara sokağa çıkma yasağı kondu. Ruh hali biraz daha farklı olsa da bir kitabımın adını yaşıyorum: EV ZAMANI.

Çalışma odam dergi/yayınevi bürosunu andırıyor. Vakit bu vakittir diye okunmak için raftan indirilmiş kimi kitaplar masamın üstünde. Bilgisayar başında Sincan İstasyonu’nun yeni sayı hazırlığı. Toplu şiirler iki cilt halinde yakın zamanda çıktı.

Yeni bir kitap projesi için çok çok erken. Olur mu, onu da bilemem. Yeni tasarıları konuşmak yerine, ikinci cildin sonunda yer alan yazı ekinden şu cümleleri, (jübile niyetine sayılmaması dileğiyle) tekrarlamak daha uygun düşebilir:

“Bugün şu yaşa gelmiş kimi şairlerin ısrarla ve inatla şiir yayımlamayı sürdürerek geçmişlerine rahmet okutmalarına ne demeli? İnsan, ardında bıraktığı o güzelim izleri kendi eliyle silmekte niye bunca ısrarlı olabilir? Şairin şiiri değil, şiirin şairi bırakma hakkına ve yetkisine sahip olduğuna inanırım da empati kurmaya, kendinizi şiirin yerine koymaya ne dersiniz? Bugünlerde bunları düşünür oldum. Yılı bir ya da en fazla iki şiirle kapatmak kararına varalı birkaç yılı geçti de bugünlerde o da olmasa olur diye düşünmeye başladım. Olursa, olsun. Olmazsa yazdıklarımıza sayılsın.”

Dalgın Rüzgâr - Toplu Şiirler 1 (1978 - 2006) / Abdülkadir Budak / Yazılı Kâğıt Yayınları / 360 s.

İştahlı Makas - Toplu Şiirler 1 (2011 - 2020) / Abdülkadir Budak / Yazılı Kâğıt Yayınları / 256 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon