Ece Gamze Atıcı: "Aile ve kendin olma savaşı"
Ece Gamze Atıcı, “Şükür ki iyi ailede büyümedim” diyerek inandığımız tüm anlayışı kırıyor.
Çocukken hiç daha iyi ailelere özendiğiniz oldu mu? Ya da hep arkadaşınızın ailesini kendinizin ailenizden daha iyi gördüğünüz? Halbuki ilerleyen yaşlara geldiğimizde iyi aile olmadığını herkesin birbirini tamamladığını ve bir illüzyondan ibaret olduğunu görürsünüz. Öyle değil mi? Ece Gamze Atıcı “Şükür ki iyi ailede büyümedim” diyerek inandığımız tüm anlayışı kırıyor ve diyor ki: İyi aile yoktur!! Atıcı ile aklınızı başınızdan aile, aşk ve cinayet hikâyesini derinlemesine konuştuk. Buyrun sohbetimize…
- Tolstoy Anna Karanina romanına “Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır,” diye başlıyor. Sen de “İyi ailelerde sırlar sonsuza dek taşınır. Daha iyi ailelerde ise sırrınızı en yakınızdakilerden saklamanız gerekir,” diye başlıyorsun. Aile Geleneği romanında da iyi aile-daha iyi aile karşılaştırmasını mükemmel kurgulamışsın. Toplum tarafından kutsanmış, kuralları mükemmel uygulayan iyi aileler için mutluluk bir gösteri olabilir mi?
Gösteri tabii. Bayağı deterjan reklamlarındaki gibi. Kitaptaki iki aile arasındaki en belirgin fark da bu. Hikmet Ailesi yani “iyi aile”, sahtekâr. Sümer Ailesi yani “daha iyi ailede” ise her şey olduğu gibi ortada. Yani gerçeğe karşı aldıkları tavır farklı. Yoksa kâğıt üzerinde aralarında yarım sınıf fark var. Aile, kendin olma savaşını verdiğin ilk yer. Hem onlardansın hem değilsin. İyi aile diyerek anlattığım şey aslında gülümsemeyerek yalan söyleyen, yani riyakâr bir birliktelik. Daha iyi aile dediğim de bütün acısıyla, kavgasıyla, sevgisiyle aynı anda bir arada olunan birliktelik. Gerçek yani.
- Biraz kutsal aile kavramı üzerinde durmak istiyorum. Keza romanı okurken kutsal anne, kutsal birliktelik kavramlarını oldukça düşündüm. Aile gerçekten kutsal mı? Ya da neden kutsal birliktelik olarak beyinlerimize işleniyor?
İyi aile ile idealize edilmiş bir fantezi. Yani gerçek de değil, gerçekçi de. Söylediklerimiz, hayalini kurduklarımızla yaşadıklarımız arasında milyon ışık yılı var. Kutsal olmasının sebebi de bu. Kutsal diyerek dokunulmazlık nişanı veriyoruz. Böylece bizi yoracak, hırpalayacak gerçeklerden uzaklaşmış oluyoruz. Bütün o hakikati güzelce paketleyip evde kullanmadığımız bir dolabın en üst rafına koyuyoruz. Çünkü böylesi daha kolay. Aksi takdirde yaşamak için uydurduğumuz formüllerin işe yaramadığı ve yenilerine ihtiyacımız olduğu gerçeğiyle baş başa kalacağız. Bu da çok fazla sorumluluk ve değişim demek. Fakat sevgi gerçek, dayanışma, birliktelik… insanın olduğu yerde bunlar da var. Ama bizi bir arada tutan, en ayrı ve güçlü kılan o kan bağı mı? Aramızdaki en sıkı ve güvenilir bağ bu mu? Belki önce soruları değiştirmemiz gerekiyordur.
- Lacan’a göre çocuk için bireyleşme süreci anneden ayrılma ile başlar. Toplumumuzda bu sağlıklı kopuş tam olarak yapılmadığından mı hayatımızda hep bir anne terörü var?
Bizde o ayrılık hiç yaşanmıyor. Hatta ölüm bile ayırmıyor bizi birbirimizden. O yüzden kendi ailelerimizi kurmakta, bir yabancıyla birlik olmakta zorlanıyoruz. Ya da eşler arasındaki mesafeleri o kopamadığımız ilişkiler dolduruyor. O kopma da yanlış anlaşılıyor muhtemelen. Birbirimizi silip atmamız gerekmiyor, sadece kendimiz olabilmek için biraz alana ihtiyaç var. Kimse yok olmayacak yani. Ne ortadan kalkacak ne de diğerinin hayatından silinip gidecek. Hep bazı yoksunlukların yerine yanlış ikamelerden oluyor bunlar. İlişkileri korku yönettiği için biraz da böyle. Korku değil, güven yönetse keşke.
- Anneler ve kız çocukları. Bitmeyen kavgalar. Ve şaşırtıcı büyük gerçek.” Eninde sonunda anneye benzemek” Bu ne büyük yaman çelişki tanrım!
Sonunda anneye benzemenin kaçınılmaz olduğunu kabul etmek bence o. Farkındalık yani. Ama annenin bir uzantısı, kopyası şeklinde değil; onu da bir parçasını kapsayan kendine has biri olabilmek bence mesele. O bitmeyen kavgalar sınırlar için oluyor zaten. Ben nerde başlıyor nerede bitiyorum, sen nerede başlıyor nerede bitiyorsun. Bir taraf diyor ki “ben kendim olmak istiyorum.” Öbürü de diyor ki “beni yok etme.” Zaten annenin yok olması mümkün değil. Doğada çözünür değil anne. Kendi sınırlarımızı koruyup inşa etme konusunda becerimiz varsa zaten onu da kendimize katıp yaşıyoruz.
- Hem annelerden konuştuk ama babanın rolü de büyük. Daha iyi ailelerde anneler dominant, babalar ise çocuğuyla ilişkide annenin iznine tabi. Sanki babalar evin yalnız insanları. Ne dersin?
Bizde babalar hayalet çoğunlukla. Çocuk anneye ait, anneyle bütün. Baba bu ilişkide genelde dışlanmış durumda. Evdeki bir yabancı gibi diyebiliriz. Yan masadan gönderilmiş meyve tabağı gibi ya da ? Bunun sebeplerini düşünmeliyiz bence. Toplumsal cinsiyet rolleri, belki ekonomik koşullar, gelenekler ve kimi işe yaramaz göreneklere bağlılığımız… hepsini yeniden değerlendirmeliyiz bana kalırsa. Çünkü bir yandan çok büyük ve köklü bir değişimin de eşiğindeyiz. Mutluluk, başarı gibi bizi yöneten kavramlar yeniden tarif ediliyor. Z kuşağının eski formüllerle aile kuracağını hiç sanmıyorum. Yani senin de dediğin yalnız babalar, çocuğa yapışmış anneler tablosu değişecektir. Mutsuzluğumuzun içinde debelenip durabileceğimiz bir çağda değiliz. Yaşam koşullarımız ve alışkanlıklarımız hızla değişiyor. Yeni gerçekliği ve onun içinde nasıl var olacağımızı düşünmeliyiz. Annelik babalık, kadınlık erkeklik, ilişkiler… Bütün bunların içinde nasıl daha iyi oluruz? Nasıl daha iyi, daha mutlu olabilecek çocuklar yetiştirebiliriz? Herkesin kendine has formüller geliştirip hayata geçirebileceği bir dünyadayız bence.
- “Şükürler olsun ki ben iyi bir ailede büyümedim. Evet. Biz iyi bir aile değiliz. Annemin tabiriyle daha iyi bir aileyiz” diyorsun. Biraz kendinden ve ailenden bahseder misin?
Şimdi sen sorduğunda düşündüm, ailemden bana kalan en belirgin özellik ne diye… Çok çatışmalı bir ailede büyüdüm ben. Bir yandan da kendim olmam için bunu yapmam gerektiği öğretildi. Hiç susmak, köşede durmak, boyun eğmek, inanmadığın şeye uyum sağlamak falan yok. Hep kendin olmak var. Yani kendine sahip çık, savun, vazgeçme, mücadele et. Bu, annemden gelen kısım. Ve bunları herkes için iste, hatta bunun için elinden geleni yap. Bu da babamın katkısı. Annem çok kendine has biridir. Tanıdığım en ilginç kişi diyebilirim bu arada. Ve her koşulda o orijinalliği savunur, bedeline de bakmaz. Ben de böyle öğrendim. Bence ondan aldığıma en memnun olduğum özellik bu. Babam da daha kapsayıcı, bütünü gören, kendiyle ve hayatla uyumlu biriydi. Bütün dünyanın başını okşayacak şefkati vardı. Erkeksi bir anneyle, kadınsı bir babanın ürünüyüm yani ben. Bence fena karışım değil. Günün sonunda kendimden ve hayatımdan memnunum. Bu da onları yeterli bir aile yapar bence.
- Nasıl bir birlik olursa olsun hepimizin buluştuğu ortak bir iletişim yeri var o da yemek sofraları. Sofra deyince aklına ne geliyor? Biraz anlatsana…
Sofra bence herkesin eşit olduğu yer. Her şeyin eşitlendiği, sıfırlandığı, dünyanın kapandığı yer. Başı sonu da yok, yani öncesi ve sonrası. Sofrada, orada, o andasındır. Yani ideali bu. Daha doğrusu biz bu ideale “sofra” diyoruz. Yoksa yemek masası falan deriz. Sofra şiirsel, azıcık kutsalı var. Şaka bir yana, o ideal kısmından baktığımızda böyle. Bir sofraya bakarak o ailenin yakınlık durumunu anlayabilirsiniz bence. Sessizce herkes çorbasını yudumluyor sessizce, kavga gürültü mü var, herkes ayrı ayrı bir köşede mi yiyor, neler konuşuluyor? Çok şey anlatır. Birliktelik ve samimiyet testi bence orası.
- Tam bir boğa burcusun. Yemekle aran nasıl? Kendin için güzel yemekler yapar mısın?
Evet, boğayım gerçekten. Hayatımın hatırı sayılır bir kısmı güzel yemek peşinde geçiyor. İştahlı biriyim, ama iştahımı boşa harcamayı sevmem. Sokak yiyeceği de yiyeceksem iyisini bulmaya çalışırım. Bir de gittiğim yeni bir yerde iyi yiyecekleri keşfetmeye, oranın pazarlarını gezmeye bayılırım. İyi bir şey bulduğumda da işaretlerim ve onu yaymaya çalışırım. Yemek yapma konusunda bir iddiam yok. Ancak elimde özel bir tarif varsa… İyi yemek, iyi koku, iyi müzik… Bence bunların hepsi boğalığa dahil.
- Peki kötü aile ne? Yoksa ailenin kötüsü olmaz iyi ve daha mı iyi olur?
İyi aile yoktur, ama kötü aile vardır bence. Sonuçta bir sürü suçun işlendiği bir yerden bahsediyoruz bir yanıyla. Yani savunmasız, muhtaç biçimde bir yere, birilerine doğuyorsun. Her şeye açıksın. Bunun nasıl kötüye kullanıldığını, çocuğa karşı işlenen suçların türlerini hepimiz biliyoruz. Kutsal diyerek işin içinden sıyrılamayız. Artık zamanın ruhu da buna müsaade etmiyor. Yani kol kırılır yen içinde kalır anlayışın eskide kaldı. Şükürler olsun ki o kırığın hesabı soruluyor.
- Aşk’ı tarif eder misin?
İnsanın haddini bilememesi aşk. Hudutlarının karışması. Kendinden geçip, başkasına ulaşma, karışma arzusu. Kendini bilmeme hali yani. O yüzden sarhoşluk benzetmesi çok sık yapılıyor herhâlde. Anne çocuk ilişkisinin en başında yaşadığımız o birlik, tek olma duygusunun tekrarını arama gibi. Orada da tam kavuşamayız, yetemeyiz, ayrılırız ya… bu kitaptan sonra, yani anne çocuk ilişkisine böyle baktıktan sonra aşk yazabileceğimi düşünüyordum. Galiba aşk yazacağım bundan sonra.
- Yılın bir kısmını İstanbul, bir kısmını da Antalya’da geçiriyorsun. Bu iki şehri de çok seviyorsun. Biraz anlatmak ister misin iki şehirle de ilişkini?
Doğma büyüme İstanbulluyum. Hayatımın büyük kısmı Kadıköy sınırlarında geçti. Ama ilk kez “mahalle” diye andığım bir yerde, Yeldeğirmeni’nde yaşıyorum. Bir birliktelik, iç içelik ve dayanışma hali var burada. Komşularım yani mahalleden arkadaşlarım, başka koşullarda başka yerlerde karşılaşsak yine arkadaş olacağım insanlar. Hastalandığında, acıktığında, kalbin kırıldığında ya da çok güzel bir haber aldığında birlikte olabileceğin bir grup insan, komşu halinde yaşıyoruz. Burada kurduğumuz hayatla ilgili de yazmak istiyorum bir ara. Gerçekten şehrin tam ortasında hiç beklenmedik bir şey oldu. Olağanüstü. “Çok ağlayasım var, azıcık göğsüne yatabilir miyim? diye kapısını çaldığım komşum var mesela. O da sormaz “niye, ne oldu?” diye. İlgilenmediğinden değil, bu soruya gerek olmadığından. “Tamam” der. İstersem anlatırım sonra. Yani her halinle kabul edildiğin bir yapı. Bence yeterince büyük bir şey bu. Bu kadar bahsettik aile nedir, nasıl olmalıdır diye. Bu, tanımlıyor sanki bir yanından. Antalya da hayatımın hiç beklemediğim bir döneminde aniden âşık olup birden yaşamaya başladığım şehir oldu. Başka bir şehri İstanbul kadar sevebileceğimi düşünmemiştim hiç. Öyle olmuyormuş. İstanbul’da eksik kalan huzuru tamamlıyor sanki. Bendeki karşılığı o yani. Ama İstanbul’un en huzursuz halini bile başka bir yere değişmem. İstanbul’a haksızlık etmek istemem. Yeterince yapılıyor zaten.
- Kitabın en vurucu olduğu yerlerden biri de tüm iyilerin ve daha iyilerin birbirine karıştığı, aşkın cinsiyetsizliğinin vurgulandığı bölümler. Aşkın cinsiyetinin olmadığı önemli olanın sevgi olduğu yaşadığımız dönemde, bu neyin savaşı ve karmaşası?
Evet, kitapta her şeyin akışkan olduğu ve birbirine karışıp yeniden ayrıldığı bir kısım var. Bitmeden hemen önce. Hayatta büyük bir değişim yaşayacağımız zaman olan şey yani. Bütün gerçeklik üzerimize yıkılır, biz onun içinde eririz, sonra kendimizi yeniden var etmemiz gerekir ya o yığının içinden... Aslı’ya böyle oluyor, evet. Aşkın cinsiyetsizliğine gelince… Aşkın cinsiyetsizliğinden ziyade bizim bu konudaki tariflerimizin, alışkanlıklarımızın, ezberlerimizin yetersiz olduğunu inanıyorum. Aşk da aşırı dozda sevgi gibi bir şey. İçinde sevgi de olan bir kokteyl ama aynı şey değiller. Ben sadece aralarında bir alt üst ilişkisi olduğuna inanmıyorum. Aşkın kutsanmasına gerek yok yani. Bugüne kadar hayatlarımızı iyileştirme konusunda da işe yaradığını sanmıyorum. Bu neyin karmaşası demişsin. Çok gürültücü bir türüz, evet. Ve maalesef en çok gürültü yapanlar da en az işe yarayanlar.
- Aile kavramının kapitalist düzende en güzel pazarlama materyali ve kullanılan bir duygu olduğunu düşünüyorum. Ulaşılamayacak bir hayal olduğundan hayal tacirleri sürekli bunu bizlere sunuyor. Daha iyi mutlu bir aile ve bir de köpek. Gerçek ise sokağa bırakılmış köpek ve temelinde şirket evliliği. İnsanlar bunu neden görmek istemiyor?
Çünkü insan gerçekle burun buruna yaşamaya alışkın değil. Yani hakikatle arasına bir sürü engel koyarak yaşıyor. Hakikat dediğimiz şey acı barındırıyor içinde; insana sorumluluk yüklüyor. Mevcut düzen de seninle hakikat arasına giriyor sürekli. O ayrılığı, kopukluğu destekliyor yani. Uzayda koloni kurmaya çalışırken dünyada açlıktan ölen insanların olması nasıl açıklanır ki? Ya da bugüne bakalım; aşı savaşlarını nasıl akla yatkın hale getirip hayatımıza devam ediyoruz? Bunlar insan olarak bizim gerçeklerimiz. Ölmeyecek gibi yaşıyoruz. Tüketim alışkanlıklarımız da öyle. Sanki hep ve sadece biz var olacakmışız gibi. Paylaşmayı bilmiyoruz. Birbirimizden sorumlu hissetmiyoruz. O “iyi aile” fikri de bu paketin içindeki en “kutsal” kısım. İnsanın ihtiyacı olan şey kendini özgürce inşa etmek ve kabullenilmek, sevilmek. Ama pakette yok bu. Paket kuşe kâğıt bir broşürden ibaret. Ben o yüzden kavramlara yeniden bakma ve işe yaramayanları değiştirme taraftarıyım. Ben sahiden ne hissettiğimle ilgileniyorum, nasıl göründüğümle değil. Tabii ki o da önemli ama beni o yönetmiyor. Kendimi savunuyorum yani. Bir başkasının benimle ilgili bir fikrinin peşinden gitmiyorum. Ama mevcut medeniyet bunu gerektiriyor. Birilerinin bizim hakkımızdaki fikrinin peşine düşmeyi. Ya bunu umursamadan yaşarız ya da o fikirlere baştan bakarız. Tabii sahiden hayatlarından memnun insanlar olmak istiyorsak.
- 40 yaş olgunluğunda ve deminde okudum kitabı. Sorgulamaların daha azaldığı ve kabul etmenin gücü ile tanışma. Ne dersin?
Neyle mücadele edip neyi kabullenmek gerek sanki onlar daha belirgin hale geliyor. Kabullenmenin gücüne varıyor insan. Katılıyorum yani sana. Daha önce defalarca yaptığın bir şeyle ilgili yeni bir şey yapmadığın sürece gideceğin yeri görüyorsun işte. Aslında yaşamaya yeni başlamışsın gibi bir yanıyla. Kendine kendinle ilgili hesap verdiğin bir dönemeç bir yanıyla da. Eksiğin gediğin, hatan kusurun ne varsa onlarla bir helalleşip devam etmek için kocaman bir fırsat. Benim için de bu kitap öyleydi. Kendime çok önceden verdiğim bir sözü gerçekleştirdim. Bu kitabı yazabilecek cesarete, donanıma, güce sahip olmak istiyordum. 40 yaş sözümdü kendime. O yüzden şükran duyuyorum.
- Hayatının bu döneminde vazgeçemeyeceğini düşündüğün en önemli şey ne?
Özgürlük duygusu. Herhangi bir şeye bağlı ya da tabi olmama. Hareket kabiliyeti yani. Pandemi sırasında özgürlük deyince bambaşka anlaşılabilir tabii. Ama fiziksel bir şeyden bahsetmiyorum tam olarak. Hayatın üzerimize yüklediği haksız yüklerden azade olabilme fikri kastettiğim. Bana uymayan tariflerin içinde kalmamak. Kendi alanımı oluşturabilmek. Kendi sesimin duyulması yani. Bence esas özgürlük o. Tabii ki yeniden kapıların açık olduğu bir dünya özlemi içindeyim. Ve keşke daha güzel, daha özgür bir dünya kuracak kadar inansak kendimize.
- Romandaki tüm karakterler gerçek olsaydı içlerinden bir tek Aslı ile tanışmak isterdim diye düşünüyorum. Belki de bilge bir yönü olduğumu düşündüğümden. Sen hangi karaktere daha yakınsın?
İçinde “hikmet” barındıran tek karakter Aslı galiba. Yani anlıyorum seni. Ben Aslı’yı yazarken Aslı’ya daha yakındım, Gönül’ü yazarken de Gönül’e. Yazar olarak Gönül’ü konuşturmak, onu yazmak daha zordu ama hazzı da daha yüksekti. Çünkü ölü biri. Bu, yazara çok geniş bir alan, güç tanıyor. Fiziksel dünyanın kurallarından muaf olmak anlatıcıyı sonsuz güçle donatıyor mesela. Keza yaşamı ve ölümü sorgularken de… Bir yandan da cinayete kurban gitmiş biri ve kendi sırrını çözmeye çalışıyor. Bir yazar olarak mükemmel karakter. Ondan aldığım hazzı ölçemem bile. Zaten ilk başta Aslı’yı yazdım. İlk konuşan oydu. Sonra bir noktada Aslı’nın bahsettiği “o anne” o kadar cezbetti ki beni yazar olarak, onu da konuşturmak istedim. Romanın en başı, ilk bölümü böylece ortaya çıktı. Bunu da ilk kez söylüyorum. Birisini daha iyi tanımak için annesine bir bakmayı düşündüğümüz eşik vardır ya. Bende var yani o. Son gizem de orada çözülür ya hani… Ben de Aslı’yı daha iyi anlamak için annesi Gönül’e baktım. Sonra ondan daha çok etkilendim galiba. İçimden gülüyorum şu an.
En Çok Okunan Haberler
- Op. Dr. Dericioğlu başında poşetle ölü bulundu
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- 500 bin TL'nin aylık getirisi belli oldu
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- Suriye'de herkesin konuştuğu ölüm listesi
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Erdoğan'dan işgale 'isimsiz' tepki
- Suriye'nin yeni başbakanından ilk açıklama