Avrupa'daki mahalle baskısı / 1

Göçmen kökenli ikinci kuşağın içinden özellikle kadın yazarların anı ve röportaj türü kitapları satış rekorları kırıyor. Özgürleşme yolunda türlü engelleri aşan Necla Kelek ve Seyran Ateş, şimşekleri en çok üzerlerine çeken yazarlar.Ancak, özgürleşme yolunda türlü engelleri aşmış olan kadınların seslerini duyurabilmeleri kolay değil...

Avrupa'daki mahalle baskısı / 1
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 01.09.2008 - 09:35

Özgürleşme yolunda türlü engelleri aşmış olan kadınların seslerini duyurabilmeleri kolay değil.

Mahalle baskısından nasıl kurtulacağız

Göçmen kökenli ikinci kuşağın içinden özellikle kadın yazarların anı ve röportaj türü kitapları satış rekorlarını kırarken, göçmenlerin sorularının genelinde İslam kültürüyle açıklanması, kimi çevrelerin, örneğin Almanların içinde çokkültürlülük savunucularının, Türklerin içinde öncelikle milliyetçilerin ve dincilerin, dahası sol bir kesimin bile yoğun tepkilerini uyandırıyor. Bütün bu tepkilere karşın özgürleşme yolunda türlü engelleri aşmış olanların seslerini duyurabilmeleri, baskı altında olan, ezilen onca kadınının desteklemesi açısından göz ardı edilemeyecek derecede önem kazanıyor.

"...çoğu kez bir söz, bir deyiş, dil aracılığıyla yapılan bir yorumlama gerçeğin önüne geçiyor, onu aşıyor. Sözler yaşamımızı düzenliyor... Sözler insanı varoluşundan koparıyor. Sözler yönetici, avukat, yargıç ve yasa oluyorlar..."

\t\t\t\t\t\t\t Vaclav Havel

Kadınlara uygulanan ayrımcılık ve şiddet tıpkı bizde olduğu gibi Almanya'nın da gündeminden hiç çıkmıyor. Göçmen kökenli ikinci kuşağın içinden özellikle kadın yazarların anı ve röportaj türü kitapları satış rekorlarını kırarken, göçmenlerin sorularının genelinde İslam kültürüyle açıklanması, kimi çevrelerin, örneğin Almanların içinde çokkültürlülük savunucularının, Türklerin içinde öncelikle milliyetçilerin ve dincilerin, dahası sol bir kesimin bile yoğun tepkilerini uyandırıyor. Bütün bu tepkilere karşın özgürleşme yolunda türlü engelleri aşmış olanların seslerini duyurabilmeleri, baskı altında olan, ezilen onca kadının desteklemesi açısından göz ardı edilemeyecek derecede önem kazanıyor.

Bu bağlamda şimşekleri en çok üzerlerine çeken yazarlar, kadın hakları savunucuları Necla Kelek ve Seyran Ateş. Sözgelimi Necla Kelek'in, erkeklerin şiddet dünyasını gündeme getirdiği son kitabı "Kayıp Oğullar" hararetli tartışmalara yol açıyor. Farklı kuşaklardan gelen göçmen kökenli erkeklerle yaptığı röportajları içeren bu kitapta yazar, erkil şiddet kültürünü sadece İslam gelenekleriyle açıklıyor. Yazara bu bağlamda getirilen en temel eleştiri, uç örnekler vermesi ve bu örnekleri de genellemesi. İyi ama, örnekler ne kadar uç olursa olsun, önemli bir gerçeği dile getirmiyor mu? Bu gerçeği destekleyen ortak zihniyet, şu sırada moda tanımla "mahalle baskısı" olmasa Avrupa'nın ortasında töre cinayetlerine kadar uzanan bir şiddet böylesine dal budak salabilir mi?

Öte yandan ikinci kuşaktan göçmen kökenli kadın yazarların Almanya'da yayımladıkları bu kitapların çoğunda, yapıcı bir çözüm arayan olumlu bir duruşun olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Örneğin, kendisine yapılan silahlı bir saldırı sonucu kıl payı ölümden dönen hukukçu Ateş'in "Ateşe Büyük Yolculuk" adlı kitabı, yazarın yaşadığı tüm haksızlıklara ve acılara karşın sevgi ve umut dolu. Kitapta, ailede yaşanan baskının yalnızca geleneklerden kaynaklanmadığı, Alman toplumunu tanıyamamanın getirdiği kaygı ve korkuların da etken olduğu dile getiriliyor. Son aylarda çıkan ve Almanya'da gene büyük ilgi ve beğeniyle karşılanan "Çok Kültürlülük Yanlışı" kitabında da Seyran Ateş hem göçmenleri kendi toplumuna entegre edemeyen bir yabancı politikasına hem de geleneklere bağlı ataerkil aile yapılanmasına yoğun bir eleştiri getiriyor ve somut örnekler ve önerilerle bu çıkmazdan çıkış yolları arıyor.

İki tuzak sözcük: Provokasyon ve saygı

Gücünü erkil yapılanmada ve geleneklerde bulan mahalle baskısının somut bir göstergesi de gerçeklere karşı çıkmak, yokmuş gibi davranmak, görmezden gelmek ya da vara yok demek. Kısaca, sansür ve otosansür mekanizmasının devreye girmesi. Milli ya da dini onurumuzun da hemencecik kırılıvermesi gene böyle bir baskının uzantısı değil mi? En küçük bir eleştiriye bile gelemiyoruz, ucu bir biçimde bize dokunuyorsa. Bu bağlamda gündemde olan en tuzak sözcüklerse "provokasyon" ve "saygı" . Provokasyonun politik alanda sadece olumsuz bir anlamı var, başkalarını kışkırtarak düzeni bozma anlamına geliyor. Bu nedenle de bu kavram iktidarı ve gücü elinde tutan çeşitli ideolojik gruplar tarafından sürekli olarak kötüye kullanılıyor. Bir şey işe gelmediği zaman hemen "provokasyon" damgası yapıştırılıveriyor, böylece de şiddetle kimi kez öldürmeyle sonuçlanan her tür tepki haklı çıkarılabiliyor... Tıpkı provokasyon gibi "saygı" sözcüğü de yıllardır çarpıltılarak yanlış biçimde kullanılıyor. Örneğin başörtülülere karşı çıkarsanız, onların dinsel özgürlüklerine karşı saygısızlık yapmış oluyorsunuz. Dahası onları "sıkmabaş" olarak tanımlarsanız onları "provoke" etmiş olursunuz... 

Kadının elini sıkmamak provokasyon

Öte yandan başörtülülerin kadın özgürlüğüne karşı çıktıkları ve cinsiyet ayrımcılığı yaptıkları, yani kadın haklarına karşı saygısız davrandıkları göz ardı ediliyor. Dahası, bu bağlamda erkeklerin de cinsel güdülerine sahip olamayan ilkel varlıklar olarak aşağılandıkları, belki de erkil bir toplum olduğumuz için hiç de gündeme getirilmiyor. Ben erkek olsaydım, elimi bile sıkmaktan kaçınan başörtülü bir kadın gördüğüm anda bunu kendi cinsime karşı düpedüz bir provokasyon olarak hisseder ve kendimi aşağılanmış duyardım. Çünkü bir kadının, bir erkeğin, üstüne saldıracak bir hayvanmış gibi bakmasından daha aşağılayıcı bir şey olabilir mi? Bu duruşuyla kadın hem kendisini hem de karşı cinsi, cinsel bir nesneye indirgeyerek küçültmüyor mu?

Ama soruna hiç bu gözle bakılmıyor, çünkü belirleyici olan erkek-kadın eşitliği değil, insan onuru değil, sadece ve sadece farklı yorumlara açık olan dinsel değerler. Yıllardır başörtüsü sorununa bu gözle bakıldığı ve din söz konusu olunca da nedense akan sular durduğu için, insan hakları ve kadın haklarını savunmak adına hiçbir sınır çizilemediği için din sömürüsü de böylesine dal budak salmış durumda. Yıllardır dinsel özgürlük adına kurgulanan başörtüsü sorununun ardında belli bir Müslüman kimlik kültürünün dayatıldığını bugün herkes biliyor. Ya da başka bir örnek getirelim. Toplumumuzda kimse kolay kolay ateist olduğunu söylemeye cesaret edemez, çünkü küçük görüleceğini, aşağılanacağını bilir. Neden dinsel özgürlük adına başörtülülere saygı gösteriyoruz da ateist olduğunu, yani belli bir inancının olmadığını söyleyen birine gösteremiyoruz? Bu ateistlere karşı nasıl bir saygısızlıktır ki, hem öğrenim süresince din derslerine girmeleri zorunlu oluyor hem de kimliklerinde (nüfus cüzdanında) bile inanmadıkları bir dinin adı yazılı.

Dinsel değerler ve gelenekler

Kavramların çarpıltılmasının nedeni, konuşma ve tartışmalarımızın temel dayanağının insan hakları, kadın hakları değil, dinsel değerler ve gelenekler olması. Bundan aydın bir kesim de fazlasıyla payını alıyor. Çünkü dinsel referanslar, biz ayırdına varsak da varmasak da duruşumuzun, yaşamımızın, beynimizin çoktan içine girdi bile. Bütün bu gelişmenin ardında da feodalizmin, ataerkil yapılanmanın, cemaat zihniyetinin, birey olamamanın izlerini taşıyan kolektif zihniyet yatıyor.

İmamların politikası

Gücünü dinden ve geleneklerden alan kolektif zihniyetin nasıl bir mahalle baskısına yol açtığı, son zamanlarda hem Almanya'da hem de bizde çok tartışılıyor. Önemli olan, bu baskının hangi güçlerle desteklendiğinin ortaya çıkarılarak Emre Kongar' ın deyişiyle ardında nasıl bir mahalle politikasının yapıldığının, baskının dal budak salabilmesi için hangi mekanizmaların nasıl harekete geçirildiğinin belirlenmesi ve sorumluların bulunması. Almanya'da TV'de yapılan açık oturumlara sık sık imamlar da çağrılıyor, onlar da şiddet kültürünün İslamla hiç ilgisi olmadığını açıklayarak işin içinden kolaylıkla çıkıveriyorlar. Ama hiçbir din adamı insan hakları, kadın hakları, çağdaşlaşma konusunda somut olarak neler düşündüğünü ve yaptığını, kendi cemaatini nasıl eğitmeye çalıştığını, bu alanda ne tür projeler geliştirdiğini dile getiremiyor. Hiçbiri, dinle günümüz demokrasi anlayışının çeliştiği noktaları çıkaramıyor.

Perdede erkil düzenin sorgulanması

Muhsin Omurca yıllardır Almanya'da yaşayan tanınmış bir kabare oyuncusu. Şu günlerde Ankara'da gösterilen "AB'ye Damsız Girilemez" adlı tek kişilik gösterisinde hem Almanya'daki Türk imgesini sorgulayarak yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı gündeme taşıyor hem de Türklere yoğun bir eleştiri getiriyor. Eleştirilerinin temeli erkil yapılanmaya dayanıyor. Erkek olma, erkek adam, erkek millet, sünnet olma ve erkeklik, namus, şiddet kültürü vb. söylemleri tersyüz ederek öyle bir sorguluyor ki gülme insanın boğazında düğümlenip kalıyor. Muhsin Omurca hem her iki toplumu da çok iyi tanıyan usta bir gözlemci hem de çok iyi bir düşünce adamı, gerçek bir aydın. Nitekim böyle bir oyunun hazırlanması kendisinin de dile getirdiği gibi uzun ve kapsamlı bir araştırmaya ve çalışmaya dayanıyor. Köln'de oyunu izlediğimde izleyicilerin çoğunluğunu Türk göçmenleri oluşturuyordu. Başörtülülerin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktu. Gülmeyi çok seven bir millet olduğumuz halde, tepkilerin az oluşu dikkat çekiciydi. Sanki sahne ile izleyici arasında gizli bir elektrik akımı gibi tuhaf bir gerilim vardı. Sanırım erkek milletinin böylesine alaya alınması birçok kimseyi tedirgin etmişti.

Çözümün adresi: Yasalar ve eğitim

Sanırım sorun birkaç açıdan ele alınmalı: Öncelikle mahalle politikasının yasal olarak üstüne gitmek, baskıyı oluşturan mekanizmaları ortaya çıkarmak gerekiyor ki bu Almanya gibi demokratik bir toplumda bizden daha kolay olmalı. Uzun sürede ise önemli olan, mahalle baskısının eğitimle önüne geçmeye çalışmak. Bunun için de insan, kadın ve çocuk haklarına saygılı din adamlarıyla birlikte çalışmak, hep birlikte yeni projeler üretmek özellikle önem kazanıyor. Bu bağlamda göz ardı edilmemesi gereken bir olgu da cinsellik gibi tabu bir konunun gündeme getirilebilmesi. Çünkü geleneksel ve dinsel baskılar hep cinsellikte odaklaşıyor. Böylece gücünü dinden ve geleneklerden alan erkil bir ideoloji, kadını cinsel bir nesneye indirgeyerek denetim altına alıyor.

Bunun önlenebilmesinin ilk adımı ise dinin günümüz kadın hakları anlayışıyla çelişen noktalarını ortaya çıkarıp dinin sınırlarını belirlemekle, kısaca dini de çağdaş yaşama entegre etmekle başlıyor. Bu yapılmadığı sürece dinsel referanslar insanların yaşamını gitgide daha da etkisi altına alacak. Kısaca toparlayacak olursak, önemli olan dinsel özgürlüğün de sınırsız bir özgürlük olmadığının belirlenmesi ve insan, kadın ve çocuk haklarıyla çakıştığı oranda da bu özgürlüğün yasalarla sınırlandırılması.

Yasalar konusunda bilgilendirilmeli

Almanya'daki gettolarda toplanan insanlara yapılacak her yatırım, çocukların daha bebek yaşta dil öğrenmeleri, cinsel ve sosyal ayrımcılığın kesinlikle yapılmadığı temelli ve nitelikli eğitim almaları, insan hakları, çocuk hakları, kadın hakları konularında eğitilmeleri, ekonomik açıdan desteklenmeleri, mahalle baskısının zaman içinde yavaş yavaş azalmasını sağlayacaktır. Öte yandan, bu insanların yasalar konusunda bilgilendirilmeleri ve yasalara karşı en küçük bir davranışta da hemen cezalandırılmaları önem kazanıyor.

Bu bağlamda hukukun da hangi dinden ve kültürden olursa olsun herkes için aynı biçimde geçerli olması, yasaların aynı biçimde işlemesi gerekiyor.

Ne var ki Seyran Ateş'in "Çok Kültürlülük Yanlışı" nda belirttiği gibi yasaların kimi kez İslam dinine mensup olanlarda "farklı bir din anlayışı" gerekçesiyle uygulanmadığı da bir gerçek.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler