Ayşe Kulin: ‘Saraylar tekin yerler değil!’
Ayşe Kulin, Osmanlı’nın en tartışmalı dönemlerinden birine ayna tutarak; Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden, sır dolu ölümüne ve intikamın alınışına kadarki yedi günü yazdığı yeni romanı Her Yerde Kan Var’da; yaşananları, başlıca hanedan üyeleri ve üst düzey kulları karakterize ederek tüm cepheleriyle aktarıyor.
-
Romanınızda Sultan Abdülaziz’in sır dolu ölümünün yarattığı karışıklık ve
sancılarla yola çıkarken duygusal evren ile gerçeklik dengesini nasıl kurdunuz?
Yaşanan
vahim olayları, olayı yaşayan insanların duygu ve düşünceleriyle harmanlayarak
yazmaya çalıştım. Sultan Abdülaziz’in intiharı veya intihar süsü verilerek
öldürülmüş olması, bugüne dek esrarını koruyan bir konu.
Ölümünden
beş yıl sonra Sultan Abdülhamit zamanında kurulan bir mahkemede bazı ifadeler
kurgu kokmasa ve ayrıca çok yakın geçmişte ordumuza kurulan kumpasın gönüllü
savcılığına soyunanlara şahit olmasam, kesinlikle öldürüldüğü kanısında
olurdum.
Ama
görünenin derininde bambaşka oyunların olabileceğini artık biliyorum da acaba
Abdülaziz tahtından indirilmese, 5. Murat da tahta zamanı geldiğinde hakkıyla
otursa, Osmanlı tarihi başka mecralara doğru akar mıydı, çok düşündüm.
5.
Murat, büyük amcası 3. Selim’in başlatıp, büyükbabası 2. Mahmut’un başarıya ulaştırdığı
yenilikleri, Meşrutiyet’e inanan bir padişah olarak belki de zirveye taşıyarak,
Hristiyan tebaanın ayaklanmasını önleyebilecekti. Fakat elbette bu dahi bir
varsayım. Kader ne yazdı ise, o oluyor diyelim.
‘TARİHÇİ
DEĞİL, ROMANCIYIM; TADINDA BIRAKMAK İSTERİM’
-
Romanın yarısından sonra varıyoruz kana... Kana varmadan önce arka plan
dengeleri ve karakterlerin emelleri, duygu durumları, dengelerde aldıkları yer,
serimleniyor iyice... Okur evrene iyice hâkim kılındıktan sonra varılıyor her
yeri kaplayacak kana... Romanın adını da belirleyen bu kanı yorumlayışınızı
anlatır mısınız?
Ben,
çok ilginç ve zor bir döneme ayna tutmak için Abdülaziz’in tahttan
indirilmesinden, ölümüne kadarki altı günü, bir de intikamının alındığı 15.
günü, yani toplamda yedi günü yazdım sadece. Çünkü ben bir tarihçi değil, romancıyım
ve hikâyemi tadında bırakmak isterim. İçlerinde merak uyandırabildiklerim
çeşitli kitaplardan devamını okurlar. Nitekim benim de bu konuyu işleme arzum,
Alan Palmer’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi’ni okurken
uyandı.
Abdülaziz
dindar ve muhafazakâr bir padişah olmasına rağmen, yurt dışına giden ilk
padişah. Avrupa’da gördüğü saraylara, kurumlara hayran olarak dönmüş ülkesine.
Avrupa’dakilere benzer yeni saraylar inşa ettirmiş.
Donanmayı
modernleştirmiş. Okulların sayısını çoğaltmış. Başaramadığı ise, tasarruf
etmek, bütçeyi denkleştirmek ve kendine faydası dokunacak doğru devlet
adamlarını seçmek.
Ben
de okurlarıma son dönem Osmanlılardan sevapları ve günahlarıyla bir resim çizdim
ve ikinci bölümde bu resmi kanla boyadım çünkü Çerkez Hasan’ın intikamı
gerçekten kanlı olmuş. Kurgu yapmayıp, gerçeği anlattığıma göre, buna elim
mahkûmdu.
‘HER
BİR KARAKTERİ KENDİ SESİNDEN ANLATMAYI TERCİH ETTİM’
-
Edebi dilde, kahramanların anlatılarıyla biçimlenen sıralı yapıyı tercih etme
nedeninizi anlatır mısınız?
Bu
anlatım tarzını özellikle seçtim çünkü her bir karakterin beynine, kalbine,
gönlüne girip, o kişiyi tam bir samimiyetle anlatmak istiyordum. Üçüncü şahsın
anlatımıyla da yazılabilirdi ve hatta o zaman yazı dilinin böyle naftalin kokmasına
da gerek kalmazdı ama o anlatım, karakterlere ve döneme uymazdı. Yedi günde
yaşananları değişik kitaplarda inceledikten sonra, ana karakterlerin
başlarından geçenleri, her birinin kendi sesinden anlatmak bence iyi bir tercih
oldu.
Sarayların
entrikaları neden boldur, pek çok kadının topluca yaşadığı mekanlarda kadınlar
hangi duygular içinde çalkalanır, bunca kalabalığa kaç kişi hizmet eder, bu
masraflara can nasıl dayanır (dayanamadığı ortada), devlet adamları
mevkilerine, damatlar kendi payelerine nasıl erişir, hangi endişeler içinde
yaşarlar ve makamlarını ellerinden kaçırabilecekleri korkusu onları nasıl birer
yalakaya dönüştürür... Bu sorulara yanıtlar, romanın akışı içinde
zorlanmaksızın verildi.
Bu
arada, saraylarda kadınlara verilen payeleri de inceleyip yazdım ki, kimse
Osmanlı’da kadının adı yoktu zannetmesin. Kızların, kadınların saraylarda köle
hayatı yaşadıklarını, eğitilmediklerini, iş güç sahibi olmadıkları doğru değil.
İslam öncesi Türk geleneğinde kadın ve erkek zaten eşittiler, Osmanlı
saraylarında ise kadınlar haremin çeşitli bölümlerinde, idareden muhasebeye pek
çok alanda vazifelendirildiler ve yüksek rütbelere ulaştılar.
ŞAİR
ADİLE SULTAN’A DİKKAT!
-
Evet, Sarayın kadın sultanları romanın önemli bir öğesi... Sultan Abdülaziz’in
şair kız kardeşi Adile Sultan... Tahta çıkarılan 5. Murat’ın annesi Şevkefza
Valide Sultan... Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan...
Farkındalıkları, kadın penceresinden hisleri, kaygıları, yorumlarını, hele ki
Pertevniyal Valide Sultan’ın sarayda yaşadıkları çilenin boyutlarını nasıl
yansıtıyorsunuz romana?
Bir
televizyon kanalındaki belgeselde, İngiliz Kraliçesi 2. Elizabeth’in kocası
Prens Philip için annesine ve büyükannesine karşı verdiği sinir savaşını
izliyordum. Modern zamanlarda olmamıza rağmen, bu iki yaşlı ana kraliçe,
Sarayda geleneği devam ettirmek için tahttaki genç kraliçeye ellerinden gelen
baskıyı uygulamışlar.
Demek
ki sadece Osmanlı sarayında değil, her sarayda özellikle de kadınlar arasına
bir güç yarışı var diye düşündüm. Padişah karısı veya kızı da olunsa, bir
kadının Valide Sultan olmadıkça kıymetinin bilinmemesi, bu konuma bir an önce
gelebilmek için entrika gerektiriyor olmalı.
Ne
var ki her taçlı başın yükü ağırdır. Valide Sultanlar da her an hayatlarından
endişe ederek sürekli bir korku ve endişe içinde yaşamış olmalılar. Sultanların
çok sayıdaki eşleri ise sürekli bir rekabet halindeler. Sarayda hayat her biri
için ne kadar yorucu!
Pertevniyal,
evladı kolları arasında ölen bedbaht bir kadın fakat hiç olmazsa on yedi yıl
boyunca umur görmüş. Şevkefza’nın kaderi bence çok daha kötü. Çocuğu doğduğu
andan itibaren valide sultanlık hayalleri kuran kadın, vuslata erdiği gün dahi
endişe ve korku içindeymiş. Üç ay süren saltanatı, saray hapsiyle sonlanmış.
Üstelik yegâne evladı da yıllarca acı çeken bir akıl hastası.
Romanda
ele aldığım dönemin içinde sadece tek bir kadın, Adile Sultan hepsinin
arasından sıyrılarak herkesin saygısını kazanabiliyor. Nedeni, mücevherler
takınıp dolaşmanın yanı sıra bir divan yazacak disipline ve birikime sahip
olması mıydı acaba? Eğitimli, üretken, adil ve cesur bir kadının erkekler,
hatta padişahlar nezdinde dahi saygı görmesine dikkatinizi çekmek isterim.
DEĞİŞİK
AÇILARDAN SARAY HAYATI…
-
Abdülaziz’i tahttan indirip, 5. Murat’ı apar topar tahta çıkartanların
(Serasker Avni Paşa, Mithat Paşa, Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa, Şeyhülislam
Hayrullah Efendi…) geçmişleri, hırsları, zaafları, eylemleri ve pişmanlıklarının
arka planını tüm fesat silsilesiyle çözümlerken izlediğiniz yolu anlatır
mısınız?
Saraylar
dünyanın hiçbir yerinde tekin yerler değil. Yıllar önce Çin Hanedanının
yıkılmasını anlatan Son İmparator filmini izlerken de hayretlere düşmüştüm
saray memurlarının tenezzül edebildikleri rezilliklere, hırsızlıklara,
ihanetlere.
Demek
ki denetimi imkânsız kılan kapalı kapılar, bu tür davranışları besliyor,
etrafındakiler tahtta oturanları içten içe kemiriyor, sömürüyor, kanlarını
emiyorlar. Tüm imparatorlukların çöküşünde benzer unsurlar rol oynadığı için
zaten, dünya can havliyle denetlenebilir açık rejimlere yönelmiş.
Ben
romanı yazarken, okurlarıma o dönemki saray hayatının değişik açılarını
göstermek istedim. Modernleşme başlamış. Sarayda eğiteceğine, Abdülmecit kızını
ve oğlunu ellerinden tutup mahalle mektebindeki hocaya bizzat teslim ediyor.
Nihayet
kızların eğitimine de önem verildiği belli. Ne var ki, eğitime ulaşabilenler
ancak elit sınıfın yani saray halkı ve saraya hizmet edecek olan bürokratlarla,
yüksek rütbeli askerlerin çocukları.
Aynı
düzen devam etseydi, Cumhuriyet devrimleri araya girmeseydi ülkeyi ancak
bazılarının alerji duyduğu eğitimli seçkinler yönetecek, eğitim bakımından
sıfır kilometrede olan halk çocuklarına da davar gütmek ya da küçük esnaf olmak
düşecekti.
Nitekim,
bey oğlu zannedilerek Harbiye’ye yazdırılan Hüseyin Avni Paşa’nın da kaderi
başka olacaktı, kim bilir belki Osmanlının da.
‘YAZARKEN
NE TARAF OLDUM NE KARŞI!’
Ben
romana kattığım hiç kimseye ne taraf ne de karşı olmak istemedim. Malum bizde
tarih göreceli yazılır, tarafsız tarih yazarı ender bulunur. Ya Osmanlı
taraftarı ya Cumhuriyet taraftarıdırlar. Ben her görüşü çalışarak kendimce bir
denge kurdum da, okuduğum her kitapta her tarihçinin hemfikir olduğu, Hüseyin
Avni Paşa’nın karakteriydi; aşırı hırslı, kindar, her bakımdan sınır tanımaz
bir edepsiz adam. Onu çeşitli kitaplardan okurken de yazarken de üzüntü duydum.
Sadrazam
Rüştü Paşa ve darbeye karışan diğerleri kendi küçük veya büyük menfaatlerini
kollarken, Mithat Paşa ise meşrutiyeti getirmenin hayali içindeyken, bence
Hüseyin Avni kendini aşarak gözlerini çok daha yukarılara, haddi olmayan
makamlara dikmişti. Yaşasaydı tahtı elbette ele geçiremezdi ama eminim, satranç
oynar gibi her taşı kullanır, teşebbüs ederdi.
Aralarında
gerçekten pişmanlık duyan sadece Mithat Paşa olmuş bence, çünkü menfaatinin
değil, ideolojisinin peşinden gitti ve imkânsız bir rüyaya inanmanın hayal
kırıklığını yaşadı. Adalet mutlaka tecelli ediyor ki, Abdülaziz’i düzmece
nedenlerle tahtından edenlerin çoğu, cezalarını bu dünyada çektiler.
‘ZAAFLAR
NEREDEYSE HÜNERE DÖNÜŞMÜŞ!’
-
5. Murat’ın yöneten değil yönetilen olacağını anlaması uzun sürmüyor.
“Meşrutiyet rejimi bir hayalden gerçeğe dönüştü arkadaşlar” demek üzere ama
deli gibi de korkuyor. Ne çok korku var sarayda… Bir yerden sonra devletin
bekası falan solda sıfır kalıyor...
5.
Murat ne yazık ki veliahtlar arasında en iyi yetişmiş olanlardan biri. Padişah
amcasına saygısı ve sevgisi tam fakat imparatorluğun batmakta olduğunun da
farkında. Olanca iyi niyetiyle, çağın gerektirdiği rejimi getirebilirse,
imparatorluğu kurtarabileceğini zannediyor. Abdülaziz meşrutiyete direnmese,
tahta geçmek için sırasını bekleyecek ama çevresi ayrı bastırıyor, annesi ayrı.
Yeğeninden
şüphelenen Padişah onu bir ay boyunca saray hapsinde tutup bahçeye dahi çıkarmayınca,
sabahtan akşama içkiye vermiş kendini. Fenalaşmış, Saraya doktor çağırmak
zorunda kalmışlar. Darbenin bir gün önceye alınması da, onda Padişahın darbeyi
öğrenip onu öldüreceği korkusu yaratınca, aklı uçuyor.
Romanın
ögesi bence korku değil, ihanetler ve vazgeçilemeyen hırsızlıklar, rüşvetler,
hazır sular akarken elleri yıkama, cepleri doldurma telaşı.
Bu
zaafları her toplumda görmek mümkün. Acı olan bizim coğrafyadan başlayıp doğuya
doğru giderek artması ve bu zaafların birer suç unsuru değil, nerdeyse bir
hüner haline dönüşmüş olması. Abdülmecit’in sert önlemleri dahi rüşveti ve
istismarı önleyememiş. Ne büyük yazık olmuş!
Her Yerde Kan Var / Ayşe Kulin / Everest Yayınları / 304 s.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- Colani’nin arabası
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Milletvekilleri Genel Kurulu terk etti!
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Erdoğan'dan Suriyeliler açıklaması