‘Belki acımasız bir yazarım ama hayat da öyle!’

Ayfer Tunç’un yeni romanı Osman, Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi’yle bütünlenen üçlemenin son halkası. Her şey olmak isterken hiçbir şey olamayan, gün gün, adım adım hem servetini hem kendini tüketen bir adamın hikâyesi. Pahalı markaların, lüks yaşamın gösterişine dalıp kendileri de dahil bir kültürün, bir sınıfın yok oluşunu fark edemeyen bir kuşağın çarpıcı hayatı.

Yayınlanma: 17.09.2020 - 07:43
Abone Ol google-news


Fotoğraflar: MUHSİN AKGÜN

- Hareketli, kişileri kalabalık bir roman Osman. Osman’ın başına gelenlerin ardından yaşamını kaleme almak isteyen bir yazarın onu tanıyanlarla yaptığı görüşmeler, Osman’ın romanlaştırmak ümidiyle, o mutlu olduğu nadir eylemlerden biri olan yazma aşkıyla yıllarca tuttuğu defterlerinden aktarımlarla iki zamanlı akıyor…Ve takibinde iç içe “pek çok” yaşama da tanık ediyor okuru. Metnin bu yapısını açar mısınız ilk olarak?

Osman yaklaşık otuz yıllık bir sürecin sonunda yazıldı, Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi’yle bir üçlemenin son parçası oldu.

Kapak Kızı’nı doksanlarda yazmıştım, ilk ve acemi romanımdı. Orada Şebnem anlatıcıların kendilerini sorgulamalarına yol açan, erotik bir dergide fotoğrafları yayınlanmış bir nesneydi. Arka planında tüketim toplumu olmaya yeni geçmiş doksanlar Türkiye’si vardı.

Şebnem’in söz aldığı Yeşil Peri Gecesi 2010’da yayımlandı. Aradan geçen yirmi yılda Türkiye’de yeni kültür kodlarıyla toplumda çatışmalı bir değişim yaratan yeni bir sınıf söz konusuydu. Şebnem ailesini, kocası Osman’ı ve tüm toplumu üst perdeden, göstermeci bir anlayışla haykırarak suçluyordu.

Söz sırası Osman’a geldi. İki nedenle çok karakterli bir yöntem seçtim.

Birincisi, hayatı sürdürmenin yolunu yaşadıklarıyla yüzleşmemek olarak gören olan Osman’ın bu dramdaki payını kendi ağzından anlatmam önce beni inandırmazdı.

Çünkü insan yanlışını kolayca kabullenen bir varlık değildir, yaşadığı olayların sonuçlarını kendini aklayacak şekilde revize eder, çarpıttığı gerçeğe bütün samimiyetiyle inanır.

Devekuşu olmayı seçen Osman’ın gerçeği açıkça anlatması mümkün değildi, dolayısıyla bize Osman’ı, başkalarının anlatması gerekiyordu.

İkincisi gerçek dediğimiz şey ne kadar gerçektir? Hayatımızın büyük bölümü gerçeği aramakla geçer ve saf gerçeğe ulaştığımız çok nadirdir, genellikle bir noktada elimize geçenle yetiniriz.

Hele bizimki gibi birey olamamış bireylerden oluşan, yalan söylemeyi hayatı kolaylaştırma yolu olarak gören, ikiyüzlülükle şaşırtıcı derecede barışık bir toplumda gerçek neredeyse tanrısaldır, saf gerçeği ancak tanrı bilir.

- Osman’ın dışında sizi yazarken en etkileyen kişi/kişileriniz?

Osman’ın son yıllarını birlikte geçirdiği Pakize ve gençlik arkadaşı Gazi. Çünkü ikisi de gizli ajandaları olmadan konuşan, hayatlarının muhasebesini dürüstçe yapmış, Osman’ı kötücül bir şekilde yargılamayan kişiler.

Gazi’nin kişiliğinde ayrıca altmışların sonunda doğmuş, büyük umutlarla hayata başlamış, kültürel değerlerle donatılmış ama gençliğini çatışmalı bir değişim sürecinde geçirmiş bir kuşağın hüzünlü sonunu görmek mümkün olsun istedim.

Bizim gençlik yıllarımız sözünü ettiğim çatışmalı kültürel değişim dönemine denk geldi, kimimiz yeni kültürel kodlara uyum sağlamayı seçti, kimimiz bu süreci atlatamadı veya uyum göstermeyi reddetti. Küçük bir azınlık kendi doğrularını kaybetmeden ayakta kalmayı başardı.

Bu kaybolmada yeni sosyo-politik düzenin, “tüketebilme gücü her şeydir” ekonomisinin ve kültür hayatımızın yaşadığı güçlü erozyonun payı büyük.

Benim kuşağımda çok iyi yetişmiş ama hayatı bir kaybetme hikayesi haline gelmiş çok insan var. Bunun faturasını tamamen kişisel yanlışlarına çıkarmak haksızlık olur.

Gazi karakterinin hikayesinde bu farklı unsurları görebiliriz. Yerleştirme sanatçısı Yonca Domaniç ve fotoğrafçı Kubilay Artam da ilgiye değer kişilerdir. İkisi de sanatçı.

Yonca Domaniç roman kişileri arasında kendince tanımladığı doğru yoldan sapmadan hayat amacına ulaşmış tek karakter. Kubilay’ın hayat serüveninde ise, bir sanatçının dibe vuruşundaki psikolojik kayıpların yanı sıra, ağır kültürel darbelerin etkisini de görebiliriz.

ETKİ-TEPKİ YASASI VE KİTLELER!

- Karakterlerin kimi varsıl kimi orta halli çok azı yoksul kesimden geliyor. Pek çoğu dünya malıyla hatırı sayılır denli haşır neşir.

Metnin bütününde, ülkenin sosyal dokusunda bir ve ayrı dünyaların çarpışması, bileşmesi, ayrışması iyice yüze çıkıyor, netleşiyor.

Özellikle kent yaşamında hüküm süren siyasi, sosyal, ekonomik kaosun yansımalarını görüyoruz.

Roman bu bağlamda pek çok dobra iletide bulunuyor. İç içe geçmiş, ucu birbirine değmiş ve/veya dolanmış yaşamlar, kaderler, yol hikâyeleri, öğütücü zaman, yiten, yitirilenler, büyüme, olgunlaşma, kopma, kırılma, savrulma, sürüklenme, bocalama, arayış, ülkede hüküm süren sistemin çarkının her alana olumsuz yansımış kuralları, o çarka kurban olup, üzerine toprak atılmış idealler, yetenekler...

İdealleri ıskartaya çıkaran, yetenekleri taca atan o toplumsal gerçeklik... Çürümüş sistemin, yönetimin, kapitalist konformistliğin benliğe yuvalanışıyla dönüşen, savrulan yaşamlar, insanlar... İdeallerin, ilkelerin yerli yersiz esnemişliği...

Romanda mutluluğu yakalayan öyle pembe ideallere kavuşmuş, mutlak huzur içinde hani bir Allah’ın kulu bile yok! Ya ailede ya aşkta ya işte ya arkadaşlık ilişkilerinde istikrarlı gidebilen pek kimse de yok hani!

Aile kuruyorlar derken boşanıyorlar; iş kuruyorlar, batıyorlar; aşık oluyorlar gökten üç elma nadiren başlara düşüyor, sonu nadiren iyi bitiyor; aile desek sıkıntılı, travmalı anılarla örülü...

Ella Caz Kulübü’nün davulcusu Tandoğan Demir karakterinin dediği gibi; “Kim hayatını kazısan altından bir sürü kazık yemişlik çıkıyor”.

Sonra çarpan kamyon! Romandaki bir kişiye değil herkese hatta hepimize çarpıyor!

Türkiye kendi başına bir gezegen değil, dünya dediğimiz gezegeni yöneten sisteme maruz kalan parçalardan biri. Yaşadıklarımız bize özel sanılsa da aslında genel görünümün bir yansıması.

Hepimiz dünyanın bir süredir iniş dönemini yaşadığının farkındayız.

En beyaz Avrupa’nın parçası, özgürce söz söylemenin ve yaşamanın temsilcisi olan ülkelerde bile baskıcı anlayışların güçlendiğini, finans ekonomisinin dünya üzerindeki iktidarını kaybetmemek için gücünü acımasızca kullandığını, gerçeğin sayısız yalan üretimi, sahtelik, saptırılmışlık ve simülasyon içinde kaybedildiğini görüyoruz.

İnsanlığın iyiliği için icat edildiğini sandığımız teknolojik yenilikler onları satın almamızı sağlayan kullanışlı ve süslü paketlerle hayatımızı kontrol eden, bizi dev bir çelik ağın içine hapseden canavarlara dönüşüyor, insanlık değerleri görülmemiş ölçüde hızlı şekilde yok oluyor.

Bu noktaya bir günde gelmedik, bu bir süreç ve henüz sonuna geldiğimizi de sanmıyorum.

Günümüzde, büyük ölçüde pazarlama ve tüketim anlayışının oyuncağı haline gelmiş olsa da roman sanatı dünü anlamamızı ve değerlendirmemizi sağlar. Dünü anlamamızın yararı da yarını kurarken ortaya çıkar.

Şu anda bir anaforun içindeyiz ve bugünün sosyo-politik dokusunun yaratacağı gelişmelerin romanlarını yarın yazacağız.

Öte yandan bütün bu korkutucu gelişmelerin bizi umutsuzluğa sevk etmesini istemem. Bu karanlıktan çıkışın ne zaman ve nasıl olacağını kestirmek mümkün değil ama unutmayalım ki bir diyalektik yasası olarak nicelik niteliktir. Bugünkü dünya düzeninin değersiz kitleler olarak gördüğü nicelik, kitle oluşu nedeniyle nitelik haline gelecek elbette.

Bu söylediğim pasif ve etkisiz bir umut değil. Çünkü evren etki-tepki yasasıyla çalışıyor.

Osman’ın arka planında da dünyanın geldiği bu noktayı ülkemizde hazırlayan, sizin saydığınız koşullar var. Bu inişten ağır yara almadan çıkmak istiyorsak dünü daha iyi anlamamız şart.

AİLE VE YÜZLEŞME KÜLTÜRÜ!

- Ukdeler var romanda. İş, aşk, aile boğazlarda yumru gibi... Yaşamı git gide bahardan kara kışa dönmüş, ıssızlaşmış Osman özelinde ise yaşamın bomboş, amaçsız olduğunu duyumsaması var bildi bileli. İçine yayılan o değersizlik duygusu da cabası…

Osman’ınki bir gençlik arkadaşının söylediği gibi “hayalleri vardı ama çabası yoktu” olmak. Bence Osman’ı tanımlayan en iyi nitelik ergen kalmış olması. Ergen olmanın bir özelliği hayale çabadan daha fazla değer vermesidir. Oysa çaba olmadan hayal sadece hayaldir.

Bir çocuğun/gencin büyüyüp olgunlaşmasının doğal bir ritmi vardır. Ailede ve toplumsal hayatta yaşanan gelişmeler bu doğal ritmin bozulmasına yol açar. Bazıları erken büyür, bazıları Osman gibi gelişmelerle baş edemez ve hayatı bir kaybediş hikayesi olur.

Sorunlarımızdan kaçarak değil, cesaretle yüzleşerek büyürüz. Yüzleşme kültürünü de bize önce ailemiz sonra toplumumuz verir. Ama yüzleşmekten kaçınan bir toplumda ailelerin de sorunları halının altına süpürmesi kaçınılmazdır, dolayısıyla hayatın amacı bu kaçınmanın kendisi haline gelir.

Osman ayakta kalmanın yolunu sorunlarından kaçınmakta bulmuş bir adam, büyük ölçüde talihini suçluyor. Kendine dair tek tespit edebildiği şey korku ve zayıflıklarının hayatına yön vermiş olması.

Romandaki diğer kişiler süreci daha iyi gözlemlemişler, kendilerine ilişkin tespitleri bazen acımasızca veya fazla duygusal olsa da daha doğru.

‘TÜM YAZDIKLARIMDA AİLE ANA AKTÖR’

- Gençliğinde ve orta yaşa yaklaşırken yaşamı tüm ailevi üzüntülere, kırgınlıklara karşın hayli sevmiş Osman. Yakışıklı, varsıl, yetenekli bir müzisyen olarak hayli eğlenceli, hareketli bir yaşam sürmüş.

Orta yaşında ise - ister kaderin silleleri denilsin ister şanssızlık ister seçimlerinin sonucu - boğuştuğu ağır badireler sonucu bahardan kara kışa dönmüş, ıssızlaşmış bir adam (mı?)...

İçine yayılan o değersizlik duygusu da cabası ki ne!

İnsan hem çok yalnız hem çok kalabalık bir varlıktır. Yalnızdır hayatının hesabını kendine tek başına verecektir. Çok kalabalıktır, sosyal bir varlıktır.

Osman’ın sevme gücünü anlamak için annesine, kibrini ve gösteriş tutkusunu anlamak için babasına, müzisyenliğine inancını anlamak için mensubu olduğu sınıfa bakmak gerek.

Bütün yazdıklarımda olduğu gibi Osman’da da aile ana aktör. Çünkü ailemiz kaderimizi ve hayatımızı belirleyen en önemli unsur.

Osman baskıcı ve narsistik bir karakter olan babasından dayak yiyerek büyüyen, kocasının baskısı altında, ezilmiş, sonunda genç yaşta kanserden ölmüş bir annenin oğlu.

Gençlik çağının eğlenceli ve renkli olması babasının mensubu olduğu sınıftan ve maddi varlığından kaynaklanıyor. Bu şartlarda Osman’ın kendini değerli hissetmesi ancak maddi koşulları elverdiği sürece mümkün olur.

EYLEMSİZLİK... HAYATI GELİŞİNE YAŞAMAK

- Şebnem’le olan aşklarına bakınca vay be ne sevmiş ama dedirtiyorsunuz... O aşkın pig anları kelebekler uçuşturuyor romanı pembenin tonlarına boyuyor o anlarda. Fakat... Heyhat!

Şebnem’le ilişkilerinin yokuş aşağı yuvarlandığını düşündüğü bir anda Edip Cansever’in “Her sevgide biraz cinayet de bulunur” dizesini anımsatıyor kendine bir yerde.

Yaşamla düelloyu ve muhasebeyi ne ciddiye alıyor ne de boşveriyor… Osman’ın yaşamdan umduğu ne, ummadığı ne?

Sorun tam da burada, yaşamla muhasebeye düşüş sürecine kadar ihtiyaç duymamasında. Ağzında gümüş kaşıkla doğanların çoğu gibi hayatı gelişine yaşamış, aşkı da öyle.

Aslında hayatındaki düşüşün, giderek karısı da dahil her şeyi kaybettiğinin farkında. Ama hayatı rayına koymak için farkında olmak yetmez, eylem gerekir. Osman eylemsiz.

İyi bir müzisyen olup olmadığından bile emin değiliz çünkü hem Osman’ın kendi sözlerine güvenemiyoruz hem de yeteneği hakkındaki görüşler muhtelif.

‘BELKİ ACIMASIZ BİR YAZARIM AMA…’

- Emniyet Müdürü’ne kurulan kaset kumpası... Mafyatik bir çete, seks skandalı, kaset, kumpas, cinayet... Ve her şeyin ortasında bir kadın! Harcanıyor her cephede bir Şebnem, evet! Gerçek herkese göre değişiyor… Romanda konuşan kişilerin kadına bakışından söz eder misiniz?

Romanın değil, romanda konuşan kişilerin kadına bakışından söz edebiliriz. Şebnem özelinde kadına ilişkin yorumlar “o yolun yolcusuymuş” ile “bizde kadını mahvetmek ödüllendirilir” şeklindeki iki uç arasında sıralanıyor.

Herkes ait oldukları sosyal yapıya, toplumsal şartlanmalara ve kendi anlayışlarına göre yorumluyorlar Şebnem’in yaşadıklarını.

Biraz da kadına bakıştaki bu çeşitliliği, tutarsızlığı ortaya koymak için bu tür bir çoklu bakış açısını tercih ettim. Şebnem’in nasıl bir sekans olduğunu anlamak için Yeşil Peri Gecesi’ne bakmak gerek. Orada tümüyle Şebnem var.

- Sanat, müzik, trajedi, aşk, aile, para, güç, hırs, skandal, yalnızlık, kaybediş, dibe vuruş, debelenme, umutsuzluk, hüzün, arayış... Yok yok! Katı gerçekçi, derininde hüzünlü ve dahi karanlık yönü hayli güçlü bir roman. Hayli toplumsal gerçekçi bir 2000’ler sonrası okuduğumuz.

Okurlarım acımasız bir yazar olduğumu söylerler. Belki haklıdırlar. Ama hayat da acımasızdır ve hayatta asıl ilgimizi çeken ve bizi istemesek bile düşünmeye yönelten olaylar genellikle trajiktir, ülkemizde her gün bir yenisiyle karşılaşıyoruz zaten.

Romanlarımda hissedilen bu katı gerçekçilik toplumu ve bireyi şekillendiren acımasız hayat darbelerinin izdüşümü. Aynı zamanda insan duygusal bir varlıktır ve özellikle bizimki gibi dürtüsel toplumlar şaşılacak ölçüde duygusal oluşumlardır.

Trajik olanın katı gerçeklik içinde bir karşılığı olmasa bu kadar acı çekmeli, inlemeli, feryatlı bir hayat yaşamıyor olurduk. Hüzün, trajedi, acımasızlık bizim toplumumuzda öylesine iç içe geçmiştir ki sınırlarını görebilmek ayrıca bir çaba gerektirir.

Osman / Ayfer Tunç / Can Yayınları / 504 s. / Ağustos 2020.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler