'Bir metinde bulunan her şey yazınsal varlıktır'

İbrahim Yıldırım, sıradışı bir okuma sunan yeni romanı 'Her Cumartesi Rüya-Aşk ve Mevt Tabirleri'nde bir kez daha görünenin ardındakinin peşine düşüyor, zihnin koridorlarında bilinç ötesi bir yolculuğa daha davet ediyor.

Yayınlanma: 10.02.2011 - 08:05
Abone Ol google-news

Ünlü reklamcının, bir taşra kentinde, her cumartesi günü gittiği metruk bir fotoğrafhanede, üzerinde parkası, göğsüne çelik örgü şişi saplanmış halde ölü bulunması ve inanılmaz bir şekilde gençleşerek öldüğünün görülmesiyle başlatıyor romanını Yıldırım. Ve bunun üzerine, giderek saplantıya dönüşecek bir ruh haliyle harekete geçen, romanın anlatıcısı ve reklamcının yakın arkadaşı doktorla birlikte çok geçmeden bilinmeyen bir dünyanın kapılarını aralıyor. Merak ve gerilimi bütünleyen imgeler, metaforlar denizinde yoluna devam eden roman okurların da el verdiği bir iz sürme ve gömme törenine de dönüşüyor. Yıldırım'la interaktif romanı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

''Edindiğim onca tecrübeden sonra, artık çok iyi biliyorum ki, yazarların hayatı bitse bile, öyküleri -iyi ya da kötü hiç fark etmez- sürebiliyor' Hem de o hikâyeleri, romanları okumuş olan ölü okurlar ile birlikte!'

(Romandan)

-Sıra dışı bir okuma sunan dolayısıyla okura çok açık etmeden de olsa bir ön harita sunmanın faydalı olacağını düşündüğüm romanınızın metin yapısını sorarak başlamak istiyorum söyleşiye. Olay örgüsünü açarak başlayalım mesela.

- Roman, kabaca şüpheli bir biçimde ölen reklamcı Suat Arıca'nın ölümünü aydınlatmaya çalışan, mesleği doktorluk olan arkadaşının saplantıya dönüşen yazma çabası olarak tanımlanabilir. Öte yandan öykü, âşık olunan kişi -ki bu Rüya'dır- ölmüş olsa bile her cumartesi yenilenip tazelenen; acı, karanlık ve kanamalı bir sevda öyküsü çevresinde gelişir... Roman, kavramların ve sözcüklerin sürekliliği esas alınarak yazılmıştır. Dört dosyadan oluşuyor. Her dosya, biri başta diğeri sonda iki çerçeve ya da düzenleyici metin olmak üzere onar bölümden oluşmuştur. Örneğin 'Firar Temrinleri' adlı birinci dosya 'Çukur kazmak' adlı bir muhteviyat metni ile başlar, 'Uykudan çıkmak' başlıklı dosya icmali ile biter. Her dosya böyledir, her biri çerçeve metinlerle birlikte on iki bölümdür. Kısacası matematik bir düzen kurulmaya çalışılmıştır. Sözcüklerin ve kavramların sürekliliği ise bir başka bağlantı veya ölçülendirme imkânı olarak değerlendirilmelidir. Bu da üzerinde durulması gereken bir başka özelliktir. Bundan dolayıdır ki romandan çıkarılacak herhangi bir bölüm veya yapılacak bir kısaltma yapıyı bozabilir. Ben böyle düşünüyorum. Eleştirmenlerin ne diyeceğini ise merak ediyorum'
 

'Kitap, kitlesel bir cenaze töreni hazırlığı'

- Romanın anlatıcısı doktorun kimi ürkerek hiç bilmediği bir dünyanın kapılarını araladığını fark edeceği bu yolculukta iki amacı var; arkadaşının bedenini vasiyetine uygun şekilde, çilek yapraklarının yeşerip kızardığı bir toprak parçasında açılacak çukura, söylenmesini istediği şarkının eşliğinde usulca bırakarak gömmek ve birilerine Osmanlı tokadı aşk etmek!

- Hem yakın arkadaşı Suat Arıca'nın -âşık olduğu kişi öldükten sonra bile devam eden- aşk öyküsünü anlayıp anlatmak, hem ölümünün üzerindeki kuşkulu örtüyü kaldırıp aydınlatmak; hem de Suat'ın ölümünün ardından medyada yapılan olumsuz değerlendirmelerin, haksızlıkların intikamını almak istiyor. Tabii ki bu arada Suat Arıca'nın yazdığı 'Son Rüya' adlı bir metin vardır. O da neredeyse bir vasiyettir. Doktor bir anlamda yazarak bu vasiyeti yerine getirmek ve arkadaşını güzel bir törenle yeniden gömmek istemektedir.

- Tüm kitap bir tören hazırlığı... Bir kaplumbağa olarak çilek tarlacığında uykuya yatmak isteyen Suat'a itibarını iade etmek yolunda ter döken arkadaşın lokomotifliğinde, okurların da adeta el verdiği ortaklaşa bir gömme törenine hazırlık gibi. Hepimiz bir kürek atıyor, bir çilek tohumu ekiyoruz, kaplumbağa önümüzden ağır ağır seğirtirken.

- Sevgili Gamze, saptamanız çok doğru. Roman, hiç kuşkusuz kalabalık ya da kitlesel olması istenen bir cenaze töreninin hazırlığı olarak da değerlendirilebilir. Her şey zaten 'Çukur kazmak' adlı bir çerçeve metinle başlıyor. Daha ilk satırlarda okurdan, bu hazırlığa; daha doğrusu her dosyada biraz daha derinleşen öyküye katkıda bulunacak bir cemaat oluşturması, yazarla birlikte hareket etmesi isteniyor. Kısacası Her Cumartesi Rüya'ya interaktif bir roman da diyebiliriz.

Kaplumbağaya ve Suat Arıca'nın gömülürken söylenmesi istediği şarkıya gelince. Dilerseniz bu konuda bir açıklama yapmayalım; onlarla ilgili yorumları, etkileşimli akışa -yani interaktif sürece katılacak kişilere- okurlara bırakalım. Kalabalık konusunda pek umutlu değilim, ama en azından dileğim şu: Umarım, katılım oldukça kitlesel olur.
 

'Siyasi bir roman denilebilir'

- Bu metaforlar bir yandan anlatımı güçlendirirken, bir yandan da merak ve gerilim duygusunu besliyor romanda. Kaplumbağa; ikiye ayrılan, anlatıcının 'Bu dişil hakikatin bir parçası Hülya, diğeri Rüya!' dediği ya da 'iki kedi gölgesi' diye nitelediği kara bulut; Suat'ın vasiyeti olarak sıkça yinelenen çilek tarlası imgesi gibi...

- Tam da söylediğiniz gibi. Öte yandan, merak ya da gerilim duygusunun kaynağı sanırım bu metaforların anlatı boyunca ağır ağır soyunması ya da belirginleşmesi olabilir... Ancak yine de bazı loş bölgelere, hatta kara girdaplara rastlanacaktır. Bunların olması da gerekiyordu, kaçınılmazdı. Çünkü hem etkileşimli akış, hem de sözcüklerin ve kavramların sürekliliği (continuum) üzerine kurulu yapı, böyle bir tutumu benimsemeyi zorunlu kılmıştı.

İkiye ayrılan dişil hakikat, iki kedi gölgesi, kara bulut gibi metaforlarla ilgili en iyi yanıt romanın hemen başındaki alıntılar olabilir. Bunlardan biri Robert Desnos'un 'seni öyle çok düşledim ki sonunda hakikat olmaktan çıktın dizesi'; diğeri ise Maktûl Sühreverdi'nin 'Batıni gizli kuvvetlerden biri de hayal kuvvetidir ki hissi müşterek'in hazinesi gibidir. Yani hissedilen suretlerin zevalinden sonra onları saklayan kuvvettir (...) Biri dahi vehim kuvvetidir ki aklın tasdik ettiği kaziyelerde akıl ile çekişir' sözleridir. Bilindiği gibi Robert Desnos, gerçeküstücülerin en uç şairlerinden biridir, İkinci Dünya Savaşı'nda Fransız Direniş Hareketi'ne katılmış, henüz 45 yaşındayken Çekoslovakya'daki Nazi toplama kampında tifüsten ölmüştür. Sühreverdi ise, tasavvuf konusunda düşünce geliştiren bir Türk düşünürüdür 1198'de öldürülmüştür. Demem şu: Bu alıntılar boşuna yapılmamıştır.

- Kitaptan bir alıntı; 'Suat ölmeden önce, yıllardır Babil Kuyusu adı verilen bir çukurda yaşadığını yazmış, ardından teşbihte hata olmaz diyerek, şahsını Allah'ın emri ve cezasıyla kuyuya baş aşağı sarkıtılan iki melekten -ya da 'melik'ten- birine benzetmişti. Düşünüyorum da içinde bulunduğum oda da bir çukur. Daha doğrusu Son Rüya'da belirtildiği gibi Çâh-ı Babil! Ara sıra beliriveren kabuğundan sınırından kurtulmuş gölge ise ya Hârut ya da Mârut. Belki de her ikisi (...) Şu an kendimi, Kâbil'e kardeşi Hâbil'i gömmesi için mezar kazmayı öğreten karga gibi hissettiğimi söyleyebilirim... İşin özeti, belki de hepsi bu!' Bu ikili durumları anlatır mısınız? Harut ile Marut, Habil ile Kabil'e gönderme gibi. Sonra ikiye bölünen bulut, Rüyalar ile Hülyalar...

- Dileyen bu tutumun, 'dualisme' ya da Osmanlıcasını söyleyecek olursak 'sünaiye' ile ilgisi olduğunu varsayabilir. Böyle de yorumlayabilir, eleştirebilir. Bazıları ise bu 'ikilik'i bir dönüşüm sürecinin hazırlayıcısı olarak görecektir kuşkusuz' Daha da ileri gidip Sühreverdi'den yola çıkacak ve beden ruh meselesine yaklaşmaya çalışanlar da olacaktır. Ama ben ancak şu kadarını söyleyebilirim; bilindiği gibi, Sühreverdi, tasavvuf düşüncesini Platon'la birleştiren bir düşünürdür; ama bazı yerlerde ayrılır da. Örneğin Platon, gerçek olan cisimlerin ideleridir der. Sühreverdi'ye göre ise, ruh bir tasarım değil gerçek varlıktır.

- Suat'ın vasiyeti ve kaleme aldığı mavi kaplı, mazide kalmış, çok eski kelimelerle, tamlamalarla, hatta kimi zaman eski harflerle yazılmış cümlelerle bezeli bir defter olan 'Son Rüya' başka başka onlarca Rüya metinlerinden oluşuyor...


- Evet, roman genel anlamda, Suat Arıca'nın hiç bitmeyen aşkı için yazdığı; hemen hepsi yarım kalan Rüya metinlerin izini sürüyor. 'Son Rüya' ise bu metinlerin sonuncusudur. Suat Arıca, onu bir tür ölüm sarhoşluğu halindeyken; her cumartesi çıkılan kanamalı yolculukların sonuncusunda kaleme almıştır. Daha açık ifade edersem, 'Son Rüya' ölmeden önce yazılmıştır. Söylediğiniz gibi bu metin, Osmanlıca sözcüklerle ve eski harflerle doludur. Bir tür psişik metindir ve çevrilmeden anlaşılması mümkün değildir. Niye böyledir diye sorulduğunda ise, Suat Arıca gençliğinde Klasik Şark Dilleri öğrenimi görmüş biridir, diye yanıt vermek mümkün...

- Anlatıcı, Suat'ın ölümünden kısa süre önce intihar eden Hülya adındaki bir başka kadının varlığını fark ediyor defterin sayfalarında. Birkaç sayfa sonra ise ikinci ama yaşayan bir Rüya'ya tesadüf ediyor. Bu Rüya ve Hülya'lar karışıyor gibi. Onları açar mısınız?

- Bu sorunuza çeşitli okuma biçimleri üzerinden giderek yanıt verebilirim: Öncelikle Her Cumartesi Rüya'ya istenirse, aşk ekseninde ilerleyen; düğümleri çözerek, ama aynı zamanda yeni düğümler de atarak gelişen bir polisiye denilebilir. Okurlar bu ekseni, aşk üçgeni şeklinde de ele alabilirler. Böylece Rüya ve Hülya'ya bir kimlik de bulmuş olurlar. Böyle bir okuma tabii ki olasıdır. İkincisi romanı; -okurla interaktif bir ilişki kurmaya çalışan roman kişisinin, yani anlatıcılık görevini üstlenmiş- doktorun Rüya adlı genç kıza olan aşkı olarak gören okurlar da olacaktır. Öte yandan, anlatıcı doktorun kendine meczup ve mecnun demesini öne çıkarıp aktarılanların ruh ve us yarılması sırasında yazılmış bir metin olarak görenlerin olması da mümkündür. Romanın geçtiği yılı temel alanlar ise 'Her Cumartesi Rüya'nın siyasi roman olduğunu da söyleyebilirler. Yabana atılacak bir saptama değildir bu. Ancak okuma biçimleri yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Herkes dilediği gibi okuyabilir, yorumlayabilir. Benim için önemli olan iki kapak arasına aldığım metnin yani Rüya'ların ve Hülya'ların inandırıcı olmasıdır'
 

'Amacım çoksesli bir yapı kurmaktı'

- Anlatıcının dediğine göre Suat, Ahit Sandığı adını verdiği kutuyu ne zaman açıp şarkıyı çalsa odanın içinde hırçın bir bulut uçuşmaya, kimi zaman bir iken iki olup kapıya pencereye saldırmaya başlıyor. Suat'ın şoförü İsmail bu şeyi ilk fotoğrafhanede gördüğünü söylemişti. Anlatıcı önceleri inanmasa da zamanla kendisi de mesela Suat'ın ölü bulunduğu gün çekilen 3 Kasım tarihli gazetede yayımlanan fotoğrafta bile görür olmuştu bulutu. Hatta diyor ki 'İster saçma bulunsun, ister bulunmasın, bu tarifi zor şey, benim hissettiğim bir hal, yazınsal bir varlık!'

- Bir metinde bulunan her şey yazınsal varlıktır. Zaman, mekân, kişiler, nesneler, kısacası her şey yazar tarafından oluşturulmuş birer varlıktır. Dileyenler bunlara kavramları, sözcükleri de ekleyebilirler. Doktorun varlığını algıladığı tarifi zor şey de yazınsal bir varlıktır. Yazar tarafından yaratılıp okura takdim edilmiştir. Saçma bulunup bulunmaması önemli değildir, inandırıcı olması önemlidir.

- Suat'ın öldüğü taşra kentinde 1949'da basılmış, M. Eşref Ankaravî'nin yazdığı En Manalı Aşk Tabirleri (Aşkın Esrarı, Az Bilinen Hususiyetleri ve Bilumum Cihetleri) adlı bir kitaptan referanslar alınıyor romanda, göndermelerde bulunuluyor. Ankaravî aslında bir roman kahramanı olsa da hayli gerçek kılınmış metinde...

- Ankaravî evet bir roman kahramanı, yani yazınsal bir varlık olarak değerlendirilmeli. Romanda onun olduğu söylenen En Manalı Aşk Tabirleri adlı kitabı yazmak için aylarca uğraştım. Böyle bir kitapta olması gereken dili kurmak için yalnızca yazmakla yetinmedim, okumalar da yaptım. Aynı şey, Suat Arıca'nın 'Son Rüya' adlı metni için de geçerlidir. Amacım çoksesli bir yapı kurmaktı. Umarım başarmışımdır.

'Her şey inandırmakla doğrudan ilintili'

- Dramatik dolaysızlık... 'Bu edebi adabı meğer bilinçsizce uygulamışım' diyor anlatıcı. Yazar olarak siz bunu nasıl kullandınız?

- Şöyle düşünüyorum; roman ve öykü yazarken mutlaka uyulması gereken bir kural vardır. O da yazarın en başından itibaren her şeyi biliyor olmasıdır. Nesnel olabilmek için ne denli uğraşılırsa uğraşılsın, bu böyledir ve yazarın her şeyi bildiği baştan kabul edilir. Kalın hatlarıyla 'sanat' dediğimiz şey böyle bir gereklilik üzerine kurulmuştur. Ancak 'sanatlılık' ise bunu örtmeye, saklamaya çalışır - ki İngilizcede buna 'artifice' deniyor. Bence her iki kavram arasında çok ince bir çizgi vardır ve bu çizgi her an ihlal edilebilir. Bu ihlali çok usta yazarlar, bazen bile bile yaparlar. Çünkü birincil amaç yazılı nesnenin inandırıcı olmasıdır. Dolayısıyla bu yazınsal geleneğe; ister 'yazarın aradan çekilmesi', ister 'dramatik dolaysızlık' adı verelim; her şey, inandırmakla doğrudan ilintilidir. Günümüzde türler birbirinin içine girmişken, dahası alışılmış türler dışında metinler üretilirken; bu tür kavramlar üzerinde sanırım artık daha serinkanlı düşünceler geliştirmeliyiz.

- Peki, ya yazarın ve okurun mevt hali?

- Sanırım doktorun 'ölü yazarlar' ve onların ölü okurları üzerine yaptığı yorumları kastediyorsunuz. Ben, buna aşkın mevt, yani ölü halini de ekliyor ve romanın ikinci isminin 'Aşk ve Mevt Tabirleri' olduğunu söylemekle yetiniyorum'

- Yazar olarak sizin ve anlatıcı doktorun Suat'a dönüşmesi... Son soruda, ne ölçüde gerçekleşti bu hal?

- Bütün anlamlı, güzel ama bir o kadar da zor sorularınız için size teşekkür ediyorum. Ama bu soru, en zoru. Hatta en tehlikelisi' Belki de en iyisi, yanlış anlamaları daha fazla kışkırtmamak için yanıtı törene katılmak isteyenlere bırakmak...

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Her Cumartesi Rüya-Aşk ve Mevt Tabirleri/ İbrahim Yıldırım/ Doğan Kitap/450 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler