Hasan Ali Toptaş’tan ‘Beni Kör Kuyularda’
Kurduğu yaratı dünyasıyla geniş okur kitlelerinin büyük beğenisini kazanan Hasan Ali Toptaş, yeni romanı Beni Kör Kuyularda ile okurlarını yine zenginliklerle dolu bir anlatım metninin içine çekiyor.
Beni Kör Kuyularda, Güldiyar’ın, babası Muzaffer’e yemek götürme sahnesiyle açılıyor. Güldiyar eve döndüğünde, sessizliğinden şüphelenen annesi Bahriye sıkıştırıyor onu, yolda başına bir iş gelip gelmediğini soruyor; çocuklar kaçırılıyor, kadınlar öldürülüyor ülkede, bu evham değil artık belleğin kanıksadığı doğal bir şüphelenme hali. Güldiyar konuşmuyor, sırrından taşamayınca ağlamaya, gözlerinden yaş yerine taşlar dökmeye başlıyor.
İlk taşlar kayboluyor, olan bitene inanmakla inanmamak arasında kalan Bahriye’nin aklına taşları muhafaza etmek gelmiyor. Muzaffer de akşamına haberdar ediliyor tabii, o da yolda izde başına bir iş gelip gelmediğini sorguluyor. Güldiyar ağlıyor, yaş yerine taşlar dökülmeye, döküldükçe etrafa saçılmaya, etrafın kulağına fısıltı halinde yayılmaya devam ediyor. Meraklılar iştahlarını kabartıp kabartıp eve doluşmaya, bu tuhaf durumun gösteri değeri taşıyıp normalleşmesine katkı sunuyor.
Taş dökülmesi, insanların daha evvel karşılaşmadıkları bir durumla karşılaşacaklarında arzularını zapt edip edemeyecekleri bir imtihan. Taş imgesi, “kötü”yü ve “iyi”yi ayıklıyor. Onu görebilenler talihli olduklarını düşünüyor, yeryüzünde belki de daha önce meydana gelmemiş bir olayın tanığı oldular. Anlatacakları hikâyelere yeni ve eşsiz bir hikâye eklediler. Tatminleri yerinde.
Güldiyar’ı doktora götürmeye karar verdiklerinin sabahında Bahriye kanatlar takınıp uçmağa varıyor. Bir süredir haber alamadıkları oğulları Hüseyin’e kavuşuyor belki. Hüseyin bu hikâyeye varabiliyor mu, yoksa Hüseyin Gazi Türbesi içindeki sandukada mı yatıyor bunu bilemiyoruz. Hüseyin demişken, Güldiyar’ın gözlerinden dökülen taşlar, Hz. Hüseyin’in evladına bir yudum yol olup da varamayan bir kuyunun yaslı taşları mı, işte bunu da bilemiyoruz; ayrıca hüseyni makamda türkünün eksik bir harfi mi, notası mı olduğunu hiç düşünmüyoruz. Tüm bunlar aşırı yoruma girer: “Giden gelmiyor, acep ne iştir.”
DURSUN İLE MUZAFFER
Muzaffer’in arası komşuları Dursun ile açık. Bir ikinci sır onların aralarında, tam ortalarında gömülü; kadınları da bilmiyor ama erkek olma hali böyle tasavvur edilebilir, susmakla, acizliği susup güçlü görünmekle. Böyle zamanda küslük güdülmez tabii defter dürülmez, ne de olsa bu evlek yeri beraber buldular vakti zamanında, gecekonduları bir kondurdular; eski günler unutulmaz.
Dursun, vaziyetin çetinliğiyle, taziye evini bahane edip aslında Güldiyar’ın göz-taşlarını görmeye gelen kalabalığın hayhuyuyla uğraşmaya girişiyor. İnsanları durdurmak için yeğeni Cihan’dan destek istiyor, Cihan da arkadaşı Rüstem’i alıp geliyor. Kalabalığı püskürtüyorlar ama hal çare değil. Aksakallı bir hoca “Kızın içine şeytan girmiş” deyip bu olağanüstü hali, olağanüstü bir varlığın kudretiyle izah ediyor. Rüstem ön ayak oluyor daha sonra, bir araba tutup Cinnah Caddesi’ndeki doktora gidiyorlar fakat doktorlar ilk kez böyle bir vakayla karşılaştıklarını söyleyip onları dertleriyle baş başa bırakıyor.
Pozitif bilimlerin izahı ne kadar tutarlı ve rutinse mistiğin dallanıp budaklanması, kocaman bir delik açıp doymak bilmez bir iştahla hikâyeyi kendi girdabına çekmesi de öyle bir çıkmaz. Burada ikisine de rastlamıyoruz. Modern bir masal kahramanı demek Güldiyar’ı bir tasnif rafına hızlıca kaldırır, olayın akışı, sözcüklerin birbirlerine eklemlenerek çıkardıkları sesler, bağlaçlar eşliğinde çoksesli Kafkaesk bir anlatı demek daha manidar.
YÖNTEM
Eve döndüklerinde kalabalıkla mücadele etmek adına Güldiyar’ı görmek isteyenler içeriye sırayla alınmaya, bir liste tutulmaya başlanıyor. Rüstem akıl ediyor bunu, “yöntem” geliştiriyor. Ertesi gün Dursun ve Cihan kayboluyor ortadan, onların yerine kara giyimli iki adam düzeni sağlamak hususunda yardımcı oluyor. Derken, Rüstem bir daha gözükmüyor, o başka bir kuyuya ait, belki de bu devrin Rüstem’leri yiğit değil; barkodu var, benzer karanlığa.
Evin avlusunda kara giyimli adamlar kaosu yönetmeye, Güldiyar’ı merak edip görmek isteyenleri içeriye daha muntazam biçimde almaya başlıyor. Muzaffer bunun basit bir iyilik hareketi olamayacağından şüpheleniyor. Evet, fiyatlandırmaya göre Güldiyar’ın gözlerinden dökülecek taşları görmenin, görme ihtimalinin bedeli 50 lira!
Evin avlusu dolup taşarken evin etrafında seyyarlar iş tutmaya başlıyor. Panayır alanına kurulmuş sirke benziyor artık Muzaffer ve kızı Güldiyar’ın evi, “seyirlik” bir hal alıyor. Seyretmeye gelenleri seyreden bir ayrı toplamsa içeri girmeye teşebbüs etmeyip çekirdek çitleyerek orada bulunmanın hazzını yaşıyor.
Kara giyimli adamların sayıları artarken bir de başları sanılan Nedim çıkıyor ortaya. Kaynak bulunmuş işletme modeli kurulmuştu; Nedim, yöntemi geliştiriyor, içeriye daha fazla seyirci almak için “seyir süresi” belirliyor, girenler yirmi dakikadan fazla kalmamalı ve ayakkabılar giriş-çıkışta kimseyi eğlememeli, bu yüzden eve girerken ayakkabıların çıkarılmasının mecburiyeti ortadan kalkıyor.
Durumun vahametinin farkında varan Muzaffer, evin camına “satılık” ilanı asıyor, buradan kurtulup köye dönmek istiyor fakat bu artık mümkün değil. Baba kız, istemedikleri, talep etmedikleri bir gösterinin nesnesi haline dönüşüyor. Güldiyar’ın taşları döküldükçe, dökülüp çoğaldıkça onları istifleyenler, bir düzen dahilinde duvarlar örerek Güldiyar’ı ve Muzaffer’i içinden çıkılamaz kör kuyuya tutsak ediyor.
KARA DÜZENİN SAHİPLERİ
Kara düzenin sahipleri bu çarkın hep böyle döneceğini, suyun aksi istikamette akmayacağını düşünüyor mu bilinmez ama kısa bir süre sekteye uğruyor: Güldiyar ağlayamıyor.
Güldiyar’ın yaşları taş olmaktan vazgeçince Muzaffer sevinip “Sakın ağlama kızım” diyor; kurtulacaklarını umuyor ancak düzenin karası koyu. Nedim hemen adamlarla gaga gagaya verip bir çare buluyor. Yöntemi geliştiren sistem arıza verdiğinde çözümü de bulabilir. Güldiyar’ın arkasındaki duvar ölçülüp biçiliyor, matkap vınlamaları eşliğinde tavana bir korniş takılıyor, etekleri yeri süpüren mor perdeler geçiriliyor: “Ağlatma düzeneği” hazır. Adamlardan biri elinde bir bıçakla Güldiyar’ın sırtını dürtüyor, o da acıdan ağlamaya, taşlarını dökmeye, seyircileri tatmin ederken kara düzen için sermaye olmaya devam ediyor. Ağlaması beklenilirken (kısmen daha insancıl olan uygulanırken), psikolojik şiddet eşiği geçilip fiziksel zorbalığa varılıyor bu yeni yöntemle. Vahşi kapitalizm dönüştürmeye, dönüştürürken de insancıl olanı topyekûn yıkmaya başlıyor.
Bu sırada Dursun’un yaşadığını, Emine’nin Bahriye’ye rastladığını, Muzaffer’in annesiyle babasını gördüğünü onlarla konuştuğunu öğreniyoruz. Ölülerle diriler, gerçeklerle hayallerin avlusuna gelip gidip konarken işte anlatının bir kenarına tünemiş Halil peyda oluyor ama onun hikâyesi uzun. Dalından düşüp de buzlarından çözülünce Cabir Dayı’ya anlattıklarından şu: “Nefret edemeyenin sevgisi de yalandır.” Halil, kayıp hayaller diyarındaki Kevser gibi işgal etmiyor hikâyeyi, sırrını döküp ağacına dönüyor, ta ki insanlar onun farkına varıp eğlence olsun diye taş atmaya başlayana kadar. O da işte ne yapsın, daha evvel ölmüş biri, evin çatısına uçuveriyor, dem çekmeye, Güldiyar’ın ve Muzaffer’in hikâyesine ritim tutmaya devam ediyor.
GÜLDİYAR’IN YARALARI
Güldiyar sırtından bıçakla dürtüledururken yaraları çoğalıyor. Seyirciler ekseriyetle keyif almaktan vazgeçmiyor, bu zulmün adını koyup dillendirenlerden biri cezasını çekti çünkü. Düzenin taşeron başı artık Şakir, Nedim’e ne olduğunu bilmiyoruz, kötülerin makamında kişiler değişebilir fakat tayin edilen görevler hep benzer kalır. Şakir, kıza daha iyi bakılması, gücünün kuvvetinin yerinde olması için çabalıyor. Hasılattan memnun olmayan büyük patronlardan biri ziyarete geliyor, telkinde bulunuyor. Şakir kara kara düşünürken Güldiyar bayılıyor birden, doktor getiriyorlar, serumlar bağlanıyor ve işletme bir günlük ara vermek durumunda kalıyor. Bu sırada uykuların doğusundan çıkıp gelen bir genç uğruyor. Güldiyar’a âşık Cevher klarnetiyle etrafta geziniyor. Cevher rol çalmıyor kurmacada, “Cennet’in oğlu” değil. Derken, sırrı taş olup gözünden aktığı günden beridir sesini duyamadığımız Güldiyar ölüveriyor.
Muzaffer, kızını gömme törenine gitmiyor, gözleri Güldiyar’dan kalan boşlukta. Adamlar, toparlanıp evi terk etmeye hazırlanırken insanların halen avluda olduklarını, eve doluştuklarını fark ediyorlar. Cağıl cuğul kalabalıktan birileri adamı görmek istediklerini söylüyor: “Minderin üstünde oturan kızı o hâlâ görüyor çünkü”, “Belki kız ölmedi”, “İsimlerimizi yazın sırayla girelim!” Muzaffer’in yanına Dursun oturtuluyor; ona göz kulak olması için. Talep olduğu müddetçe sahnede biri hep kostümlü kalacak: Muzaffer öldüğünde Dursun, Dursun öldüğünde karısı Emine, Emine öldüğünde henüz tanışmadığımız biri…
İKİ TEMEL SINIFLANDIRMA
Hasan Ali Toptaş romancılığının iki temel sınıflandırması var kanaatimce, belki bir adları vardır ama ben eserleri üzerinden söyleyebiliyorum: Gölgesizler-Heba (GH) ve Kayıp Hayaller Kitabı-Uykuların Doğusu (KU). (Beni Kör Kuyularda, GH damarına daha yakın Gölgesizler’le hatta Heba’nın “Sınır” bölümüyle paralel bir okuma yapılabilir.) Beni Kör Kuyularda ve GH’de roman kişileri kendileriyle, benlikleriyle çok fazla meşgul olmuyor, dalıp gitmiyor, çünkü olayın akışı ve trajedisi buna olanak tanımıyor.
Hasan Ali Toptaş’ı Kuşlar Yasına Gider ile tanıyan geniş kitle için sözcük çeşitliliği, tekrarlar ilginç olabilir ama kadim okurlarının tadını bildiği bir hikâye. Merak unsuru elbette tetikleyici fakat aslolanın anlatım olduğunun, bu okurların da zaten bunu bildiğinin farkındayız.
Beni Kör Kuyularda / Hasan Ali Toptaş / Everest Yay. / 240 s.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- Erdoğan'ı protesto eden gençlere işkence iddiasına yanıt
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması