Hasta yatağından Ankara’daki törene son mesaj
Cumhuriyet’in 15’inci yıldönümü, Atatürk’ün katılamadığı yıldönümüydü
Cumhuriyet’in 15’inci yıldönümü, Atatürk’ün katılamadığı yıldönümüydü. Dolmabahçe’de doktorlar nezaretinde yaşadığı ekim ayının son günlerinde hastalığı sürüyordu ve giderek daha da ağırlaşıyordu. Atatürk’ün de durumunun farkında olduğu anlaşılıyordu. Ankara’da Hipodrom’daki geçit resmine katılmayı ve bir konuşma yapmayı çok istemişti. Ama bunun imkânsız olduğunu gördükten sonra, o görevi, kendi adına Başbakan Celâl Bayar’ın üstlenmesine razı olmuştu.
Bayar’ın Atatürk’ün direktiflerine göre hazırladığı kısa konuşma metninde, yaklaşmakta olan yeni bir büyük savaş tehlikesi göz-önünde tutulmuştu. Atatürk’ün, “ordu”ya duyduğu güven ifade edilmişti: Konuşmanın tam metni -bugünün Türkçesiyle- şöyleydi:
“Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber uygarlık ışıklarını taşıyan kahraman Türk ordusu!
Ülkeyi en bunalımlı ve en çetin anlarda zulümden, felaket ve kötülüklerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet’in bugünkü verimli döneminde de askerlik tekniğinin bütün çağdaş silah ve araçları ile donatılmış olduğun halde, görevini aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.
Bugün, Cumhuriyet’in 15’inci yılına, durmadan artan büyük bir refah ve kudret içinde kavuşan büyük Türk milletinin önünde, kahraman ordu, sana yürekten şükranlarımı bildirir ve anlatırken, büyük ulusumuzun övünç duygularını da açıklıyorum.
Türk vatanının ve Türk toplumunun şan ve şerefini, iç ve dış tehlikelere karşı korumak olan görevini her an yerine getirmeye hazır olduğuna, benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve güvenimiz vardır.
Büyük ulusumuzun orduya sağladığı en son sistem fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir gönül tokluğu ile hayatını hiçe sayarak, her türlü görevi yapmaya hazır olduğunuza inanıyorum.
Bu kanaatle, kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve erlerini selamlar ve takdirlerimi bütün ulus karşısında açıklarım. Cumhuriyet Bayramı’nın 15. yıldönümü, hakkınızda kutlu olsun.”
Bu mesaj, 29 Ekim günü, Ankara Hipodromu’ndaki törenin açılışında Celal Bayar tarafından okundu.
Cumhuriyet yönetimi 15 yıl içinde yaptıklarının özetini 612 sayfalık bir kitabın içinde toplamıştı. Dönem tek parti dönemiydi. Ama o zamanki tek partinin milletvekilleri, hükümeti her alanda denetleyip hesap sormayı hiç ihmal etmezlerdi. Kitap en fazla onlar için hazırlanmıştı.
‘15’inci yıl’ın faaliyet raporu
-MİYASE İLKNUR: Demiryolları, gerçekten ülkenin ihtiyaçları arasında en ön sırada geliyor... Tabii, yol açısından karayolları da var, denizyolları da...
ALTAN ÖYMEN: “On beşinci Yıl Kitabı” elimizde. Kitabın “münakale” (ulaştırma) bölümünde, belgelere dayanılarak yazılıyor. Türkiye’de Osmanlı döneminin sonunda var olan karayollarının toplam uzunluğu 18 bin 335 kilometre... Bunların 4.450 kilometresi toprak yol. 13 bin 885 kilometresi kırma taştan yapılmış şose yol... Fakat hepsi, 10 yıllık savaş döneminde bakımsızlıktan çok yıpranmış. Kırma şoselerin tesviyeleri bozulmuş, birçok yerleri “teressübat” ile dolarak kapanmış.
Ahşaptan yapılmış köprülerin menfezleri çürümüş, yıkılmış...
Bir yandan bunların tamiri mümkün olanların tamiri, mümkün olmayanların yeniden yapılması gerekiyor. Bir yandan hiç yolu olmayan yerleşim yerlerine yeni yollar yapılması, yol boyunca gereken köprülerin inşa edilmesi gerekiyor. Bir yandan da eski ve yeni yolların bakımlarının devamlı olarak sağlanması sorunu var.
1924’ten itibaren oluşturulan planlarla bu iş başlayıp aralıksız sürdürülmüş. Ve 18 bin 335 kilometre olarak devralınan bu yolların uzunluğu, 14 yılda iki misline çıkarılarak, 39 bin kilometreye ulaşmış. Eski yollardan tamiri mümkün olmayanların yerine yapılan yollarla birlikte, yeniden inşa edilen tüm yolların uzunluğu 21 bin kilometreyi bulmuş. Bunların 3 bini muntazam kırma taşlı şose olarak inşa edilmiş. Diğerlerinin henüz toprak halindeyken, kırma taş şosesi haline getirilmesi çalışmaları yoğun olarak devam ediyormuş.
<haber-dikey:1124747>
-Peki, öteki alanlardaki faaliyetler?
Onların durumu da ayrı ayrı yazılıyor.
1930’lu yılların Türkiyesi’nde yol çalışmaları aralıksız olarak sürüyordu, ekonomik açıdan da önemli yatırımlar yapılmasına çalışılıyordu.
Bankacılık, yok sayılırdı. Osmanlı dönemindeki mali işlerde, özellikle de ülkenin en önemli konusu haline gelen borç alma işlerinde, yabancı bankaların ve temsilcilerinin yanında “sarraf”ların faaliyetinden faydalanılması esastı. Mali işlerin altyapısı da yoktu. Osmanlı’nın parası bile yurtdışında basılıyordu.
Bu koşullar altında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk milli bankası olarak -1924’te- İş Bankası kurulmuştu. Onu 1926’da Emlak ve Eytam Bankası izlemişti. 1930’da da Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası...
Sanayi tesisleri denilince, Zongul-dak’ta Fransız sermayesiyle kurulmuş olan kömür ocaklarından ve yurdun belirli yerlerindeki dokuma tezgâhlarından başka pek az şey vardı. Bir yandan 1929’da çıkarılan Milli Sanayii Koruma Kanunu’yla sanayileşmenin teşvikine çalışılıyordu. Bir yandan devletin girişimiyle başlatılan yatırımlar sürdürülüyordu.
1930’lu yıllarda kurulan fabrikalar arasında Keçiborlu Kükürt Fabrikası, Kayseri Bez Fabrikası, Karabük Demir ve Çelik Fabrikası, Ereğli Mensucat Fabrikası, Malatya Bez Fabrikası ve -bugünlerde adı çok sık geçmekte olan- Kâğıt ve Karton Fabrikaları vardı. (Adının sık geçmesi şu yüzden: 1936’da İzmit’te açılıp, sonradan başka şehirlerdeki örnekleri de çoğalan o kâğıt fabrikaları artık yok... Dolayısıyla kâğıt artık, dışarıdan ithal yoluyla getirtiliyor. Ve Türkiye’de döviz değerlerindeki yükselişin de etkisiyle büyük bir kâğıt krizi sürüp gidiyor.)
Onlar gibi, şeker fabrikaları başta olmak üzere birçok fabrika özel sektöre, üretimi sürdürmek üzere devredilmiş. Ama çoğunun arazisi başka amaçlarla kullanılır hale gelmiş.
Kısacası: O 15 yıl içinde, yapılanlar çok. Ama bir kısmı yıkıma uğramış. Ve o yıkımlar devam edip gidiyor.
Von Papen’e suikast
Bu sayfada, zaman zaman böyle bir köşe de olacak. Sayfamızın ana başlığı malum: “Dünden Bugüne” O başlık altında 1930’lardan itibaren tarihteki olayları, hatırlıyoruz. Altan Öymen’e sorular soruyoruz. Olayların bugüne kadarki gelişmelerine değiniyoruz.
Bu sütun ise “Bugünden Düne” sütunu. Bunun karşıtı. Önce bugünün olaylarına bakacağız. Sonra, geçmişteki olaylar arasında, bugünkülere benzer olayları Öymen’e soracağız. Bugün, işte burada soruyorum:
-MİYASE İLKNUR: Yakın geçmişinizde, bugün Suudi Başkonsolosluğu’nda işlenen suça benzer bir olay geçti mi? Konsolosluk aranması gibi...
ALTAN ÖYMEN: 1991’de geçen bir olay var. Sedat Ergin yazısında hatırlattı. 1991’de Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak ordusu ülkenin kuzeyinde harekâta geçmiş ve Irak’tan Türkiye’ye büyük bir göç olmuştu. Irak ordusunun saldırılarını protesto etmek için İstanbul’da 30-40 kişilik bir Türkmen topluluğu, Okmeydanı’ndaki Irak Başkonsolosluğu önünde toplanıp Saddam Hüseyin aleyhine sloganlar atmıştı. Taş atmalar da olmuştu.
Buna karşı binadan topluluğa silah atılmıştı. İki Türkiye vatandaşı ölmüştü. Türk hükümeti binayı ablukaya almış, ateş açanların teslim olmasını istemişti. Konsolosluk da bir süre direndikten sonra, sanığı teslim etmek zorunda kalmıştı. Silah atan Iraklı ataşe, Türkiye’de tutuklu olarak yargılanmış, 30 yıl hapse mahkûm edilmişti.
Ankara’da bomba
Benim de 1940’lı yıllardan hatırladığım bir olay var. Von Papen’e suikast olayı. O da şöyle: 1942 yılının Şubat’ında Ankara’da Kavaklıdere’deki Alman Büyükelçiliği civarında Alman Büyükelçisi Von Papen ve eşinin yakınında bir bomba patlamıştı. Von Papen ve eşi önemli bir yara almadan kurtulmuştu. Bombayı patlatan kişi ise parça parça olmuştu. Türk polisi, ölenin üstündeki giysilerinin parçalarındaki verileri değerlendirerek kimliğini saptamıştı. Ortaklarının ise İstanbul’daki Rus Başkonsolosluğu’nda bulunduğunu öğrenmişti. Türk Dışişleri Bakanlığı bu bilgiye dayanarak, Sovyet makamlarından, o iki sanığın derhal teslim edilmesini resmen istemişti.
Bu istek kabul edilmeyince, İstanbul’daki Sovyet Başkonsolosluğu Türk güvenlik güçleri tarafından kuşatıldı. Eğer Türk talebi yerine getirilmezse, binaya zor kullanılarak girileceği bildirildi. Sovyet makamları, “Konsolosluk Sovyet toprağı sayılır, dokunulmazlığı vardır, giremezsiniz” dedilerse de Türk makamları o iddiaya, o zaman yürürlükte olan kuralları yorumlayarak, “Bu durumda konsolosluğun dokunulmazlığı yoktur” cevabını verdi.
Tartışmalar 10 gün sürdü. Konsolosluğun ablukası, daha da sıkılaştırılarak devam etti. Sonuçta, Sovyetler, Türk polisinin istediği dört şüpheliyi teslim etmek zorunda kaldı. İkisi, ölenin yakınlarıydı, ikisi de Rus Başkonsolosluğu görevlileriydi.
Bu olay sırasındaki şartlar, tabii, bugünkünden farklıydı. Almanya ve Sovyetler Birliği o sırada savaş halindeydi. İki devlet de Türkiye’yle arasını bozmak istemiyordu. Türkiye de “savaş dışı” kalmaya gayret ediyordu.
Sovyetler Birliği bu yüzden Türkiye’yi kışkırtmak istemiyordu. Türkiye, bunu da göz önünde tutarak işi sonuna kadar götürdü. Suikast sanığı iki Rus konsolosluk memuru (Pavlov ve Kornilof) hakkında Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Dava, seyircili olarak kamuya açık şekilde görüldü ve iki Rus memur 20’şer yıl, iki Türk sanık da 10’ar yıl hapse mahkum edildi.
Aradan zaman geçtikten sonra sanıklar, Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki anlaşmalara göre Rusya’ya iade edilecekti. Fakat o zamana kadar, olayın içyüzü ve sonuçları, herkesçe öğrenilmiş oldu. Suç işleyen konsolosluk mensuplarının bunun hesabını, suçun işlendiği ülke olan Türkiye’nin mahkemeleri önünde vermek zorunda olduğu, dosta düşmana gösterilmiş oldu.
Çocuk gözüyle: Babamın‘siyah-beyaz’ları Dün bazı anıları kitabından alıntıladık. Altan Öymen 1938 yılını Ankara’da 6-7 yaşlarında bir çocuk olarak geçiriyordu. Türkiye’nin başkentinde edindiği izlenimleri anlatmıştı. Türkiye’nin yeni başkentini şöyle niteliyordu: “Yavaş yavaş öğrendiğim Ankara, ‘Atatürk’lü, ‘marş’lı, ‘inşaat’lı ve bunlardan dolayı hayli gururlu bir Ankara’ydı. O Ankara’nın kadrolarında çalışmaktan mutlu olanlardan biri de babamdı.” Bugün, o anıların arkasını getirelim. Gene Altan Öymen’in “Bir Dönem Bir Çocuk” kitabındaki “Ankara anıları”nın bir bölümü şöyle: “Babamın, Cumhuriyet dönemi Ankara’sının kadrolarında çalışmaktan duyduğu mutluluğu belirtmiştim. Yaşamöyküsü de gösteriyor, bu çok doğaldı. 1930’ların Ankara’sı ise çöküş yerine dirilişi temsil ediyordu. Yabancı egemenliğinin son izleri 1936’daki Montreux (Montrö) Sözleşmesi’yle silinmiş, Boğazlar Türkiye’nin tam kontrolü altına girmişti Hukuk devrimi, kadın hakları, Latin alfabesi, eğitim devrimi gibi, babamın Batı’da görüp benimsediği çağdaş yaşama geçiş atılımları sürdürülüyordu. Geçim açısından, kimsenin durumu parlak sayılmazdı. Herkes kendi hayatında hesaplı davranmak, gereksiz harcamalardan kaçınmak zorundaydı. Ama maaşını, ücretini alamamak gibi, enflasyon gibi, paranın pul olması gibi tehlikeler yoktu. Devlet açısından da borç ödeyememe diye bir sorun ortaya çıkmıyordu. Osmanlı Devleti’nin borçlarını bir plan dahilinde ödemeyi kabul eden Cumhuriyet hükümeti, yükümlülüklerini yerine getirmeye sessiz sedasız devam ediyordu. Kalkınma hamleleri için yaptığı yatırımları, olabildiğince kendi kaynaklarından karşılamaya çalışıyordu. Yeni kredilere ihtiyaç duyduğunda, kredi koşullarının kendi imkânlarına uygun olmasına dikkat ediyordu. Ülke altyapı açısından geri kalmıştı. Ama Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki gibi umutsuzluk içinde de değildi. Tam tersine, her alanda, coşkulu bir kalkınma seferberliği içindeydi. Bunda başarıya ulaşacağına inanmamak için de hiçbir neden yoktu. Kısacası: Babam ve birçok arkadaşı için, yaşadıkları iki ayrı dönem arasındaki bu karşıtlıklar, siyahla beyaz gibi çarpıcıydı. O dönemlerin ikincisinin içinde olmaktan elbette mutluluk duyacaklardı. Örsan’ın doğumu Bana gelince... Ben de o çocuk yaşımdaki hayatımdan hiç şikâyetçi değildim. Gezintilerin çoğunu yürüyerek yapardık. Otobüsle, kaptıkaçtıyla, trenle gidilen yerler de vardı, beni bazen oralara da götürürlerdi ama, asıl dolaştığım -veya dolaştırıldığım- bölge Ulus bölgesiydi: Atatürk heykelinin arka tarafından Kale’ye çıkan yokuşu, ön tarafından istasyona inen yoluyla ve “Çankırı Kapısı”ndan gelip heykeli geçtikten sonra bulvarlaşan Bankalar Caddesi’yle “eski Ankara” bölgesi. Burasını giderek daha iyi tanıdım ve bilmediklerimi zaman içinde öğrendim. 1938 yılı bizim için bir atılım yılı oldu. Ankara’daki eski ahşap evden çıkıp, gene Ulus civarında bir apartmana taşındık. Posta Caddesi’nde Yağcıoğlu Apartmanı’na. Şimdiki aklım olsa, tabii, eski ahşap evi tercih ederdim. Bizim ahşap ev, müstakildi. Odalarının tavanları yüksekti. Zemini tahtaydı. Üzerlerinde yalınayak yürünebilirdi. Bizim apartman dairesinin “üç oda bir hol”ü ise küçüktü. Tavanı basıktı. Zemini taştı. Evdeki halılar her yeri kaplamaya yetmiyordu. Havalar soğuk olunca da holde yakılan soba, her odayı ısıtmaya yetmiyordu. Ama o zamanki aklımla ben, bu “modernleşme”den memnundum. Kardeşim Örsan Öymen, 1938’in 1 Mayıs’ında o evde doğdu. Çocuklar kız mı doğacak, erkek mi, şimdiki gibi daha önceden bilinemezdi. Bir sabah vakti, beni teyzem yan odada oyalarken, öteki odadan, önce annemin sancı sesini, sonra bebeğin ağlayışını işittim. Arkasından da içeriden “Erkek erkek...” diye bağırarak müjdeyi verdiler. Bu doğum, evde büyük bir değişikliğin başlangıcıydı. Tabii, benim için de... Artık bir kardeşim vardı. Bana “Abi oldun” diyorlardı. Bir gün içinde büyüyüverdiğimi hissettim. (Bir süre sonra kardeşim Gülden doğacak, bir kere daha büyümüş olacaktım.) |
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama