Metin Fındıkçı'dan 'Taşa Masal'

Metin Fındıkçı, dizeleriyle ve Arap şairlerden yaptığı çevirilerle tanınıyor. Kendi deyişiyle “Arap şiirinin önemli yanını; sol yanını” yanını Türkçeye aktarıyor. Fındıkçı’nın yeni kitabı “Taşa Masal”dan hareketle hem çeviriyi ve şiiri hem de onun taze dizeleriyle oradaki imgelerin nerelere gönderme yaptığını konuştuk.

Metin Fındıkçı'dan 'Taşa Masal'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 09.12.2016 - 12:18

‘Unutmak bir toplumun en büyük felaketidir’


- Kitabının ismi çok ilginç, ucu açık ve düşündürücü; Taşa Masal nedir ve nasıl oluştu?

- Taşa Masal, aynı zamanda Berkin Elvan için yazılmış ve kitapta da yer alan bir şiirin adı. Berkin’in ağzından yazılmış bir şiir. On dört yaşında bir çocuğun ulaştığı veya ulaştırıldığı bir masal denebilir. Tezer Özlü’nün, sanal âlemde bayağı ün kazanmış bir lafı var: “Burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”. Ben burada, bu söze azıcık karşı durup burası bizim de ülkemiz; bizi öldürmek isteseler de sonuna kadar haklarımızı savunma, özgürlüğümüzü isteme hakkımız olan, ülkemiz diyorum.
 
HER ŞAİRİN GEÇMİŞİYLE OLUŞTURDUĞU BİR DİLİ VAR”

- Gerek şiir başlığı gerek imgelerde taş sözcüğüne oldukça sık rastlıyoruz. Taş vurgusunun bu kitaptaki anlamını biraz açar mısınız?

- Yıllar önce Lazkiye Şiir ve Sinema Festivali’ne çağrılmıştım. Festival kapsamında İranlı bir yönetmenin “Taş” adlı kısa metrajlı bir filmi gösterilmişti (yönetmenin adını anımsamayacağım şimdi). Filmde, Taşın insan yaşamındaki etkisini anlatıyordu. Doğum, yaşam ve ölüm olmak üzere üç bölümden oluşuyordu. Taşın üstünde doğan bir bebekle başlıyor. Gençliğinde, mesela İsrail askerlerini taşlıyor. Aynı çocuk vurularak yaşamını yitirince mezarı başına dikilen ve adı yazılı bir taşla film bitiyor. Bu kısa metrajlı film oldukça etkileyici bir anlatımdı. Uzun süre şiire taşı işleme düşüncesi vardı zaten. Ne acıdır ki aynı coğrafyayı paylaştığımızdan olmalı, ülkemizde buna benzer birçok an ve olay yaşıyoruz. Berkin öldürülünce biraz da kendi hayatımdaki taşın önemini vurgulayarak işledim. Mesela, Mardin’deki taş evlerin hayatımdaki, çocukluğumdaki yerini… Kısacası taş bu kitabın kimliği, adı olsun istedim.

- Şiirlerde sıkça çocukluğunuzda yaşadığınız ve benliğinizde yer etmiş imgelere rastlıyoruz. Bahçedeki kuyu, taş sokaklar, taş avlu, çağla hırsızlığı… Şiirlerinizi besleyen damarlar çocukluğunuz diyebilir miyiz?

- Çocukluğum, şiirimi besleyen damarlardan birisidir diyebiliriz ama bunu insan yaşlandıkça çocukluğuna döner anlamında söylemiyorum. Her şairin geçmişinden, çantasında taşıdığı sözcüklerden oluşturduğu bir dili var. Bu dil, geçmişinde etkilendiği an ve anılarla kotarılan sözlüktür. Beyninin derin kıyılarında taşıdığı bu dil, her zaman olmasa da duruma ve şiire göre, dize yazarken su yüzüne çıkıyor. O dil şairin yakasını bırakmaz çünkü onun bu kadim sözlüğü “şairin peşinden gelen şehir gibidir”. Evet, bu durum öbür kitaplarımda da bulunur. Örneğin “Aşur’un Öldüremediği Öğrenci” şiiri, benim hayatımı etkileyen, hatta hayatımın içine eden olaylardan birisi.

Yani iyi öğretmen kötü öğretmenin masalı gibi. Ortaokulda edebiyatı bana sevdiren, insan psikolojisinden anlayan, Sevim (Erdem) hocam vardı. Sonsuza kadar bendeki güzel yeri bakî kalacak olan harika bir öğretmendi. Öte yandan lisede, daha okulun ilk gününde Mardinli olduğum için “Hayatta benden sınıf geçemezsin” diyen, bir başka öğretmen. Her şeyden önce öğretmen çocuklara iyi yolu gösterendir, iyi bilgiyi aşılayandır. Bilmem nerelidir diye, çocukların hayatıyla oynamak bırakın öğretmenliği, insana ait bir davranış olamaz. Öte yandan, sizin saydıklarınız ise gerçekten hayatımda güzelliği olan ve ömrümce unutamayacağım imgeler. O şehirde, o sokaklarda taşla iç içe yaşadıklarım ve her baharda çaldığım çağlalar…

- Dizelerinizi okuyunca zamanda yolculuğa çıkıyoruz. Hangi dönemin tanıklığı o şiirler?

- Her insanın unutamadığı, hayatını olumlu veya olumsuz etkileyen dönemler vardır. Mesela on yaşındayken Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı. Nâzım’ın çektiği acılar yanında bitmeyecek sürgünlüğü. 12 Eylül darbesi. Yakın tarihteki Haziran Direnişi gibi. Aslında bu kitaptakiler, hangi dönemin değil, kalbimi derinden yaralayan ve bu yaraların kabuğu bir türlü kurumadığı ve içimden söküp atamadığım dönemin şiirleri. Taşı anlatırken yukarıda değindim; doğum, yaşam ve ölüm…

Doğarken ve çocukluğumda unutamadığım taş ev, taş avlu; taşın defteri yaşadıklarım, beni derinden etkileyen ve unutmamın mümkün olmadığı durumlar, aşklar vs. bir çocuğun öldürülmesidir, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesinin ülkeye ve çocukluğuma açtığı derin yarasıdır. Haziran Direnişi’nde öldürülen hayatın baharındaki çocuklardır. “Derinliği” bitireyim diye koltuğa oturanlar kendi “derin” düşüncelerini, derin ihanetlerini ve intikam duygularını git gide insanlar üzerine korkuyla yayanlardır. Kalbimde kabuğu bir türlü kurumayacak yaradır. Şiddetin başını yumuşak bir yastığa koymaya çalışmaktır veya küf kokan giysileri güneşe çıkarmak gibidir bir anlamda.

 
ELEŞTİREN ŞİİR KİMSENİN DERDİ DEĞİL!”

- Kitabın birçok yerinde, altını kırmızı kalemle çizilebilecek “unutma” eylemi…

- Ah unutmak evet, özellikle zulüm sevenler, emelleri uğruna şiddeti bir kahvaltı gibi her sabah önümüze sürer. Toplumun umursamaz balık hafızasını çok iyi bildikleri için bizler ister farkında olalım ister olmayalım, yakın tarihte insanlık suçu adına yaşattıkları her şeyde, dudak uçuklatan cehaletleriyle “bu toplum nasıl olsa unutur”un payı büyük. Unutmak bir defa bir ülkenin, bir toplumun en büyük felaketidir. Alzheimer hastalığına yakalanmış bir toplum gibi beyninde sürekli işleyen silgisi olması çok acı bir şey. Unutmak, hem insanlar hem de bir ülke için iflah olmaz bir hastalığın vahim bir durumu. Ülkenin kaderini değiştiren büyük olaylara tepkisiz kalmak ve unutmak, olayların faillerini güçlendirdiği gibi “toplum bu yaptığım, yaşattığım şiddeti destekliyor” algısına dönüşür. Maraş ve Çorum katliamlarının üstü örtülüp unutulmasaydı Sivas katliamı yaşanır mıydı? Sivas katliamı, kaç ülkede yaşanıp yaşatılabilir? 12 Eylül yaşanmasaydı bu günlerde olur muyduk? Vahşeti düşünün ve unutan toplumun tepkisiz hastalığını.

- Yakın tarihe, damga vurmuş birçok şeyi, “Miras” şiirinde olduğu gibi dize ve imgede bulmak mümkün. Bu şiir ve imgeler unutulmasın diye mi yazıldı?

- Evet, unutmak bir hastalık dedim az önce. Türkiye’nin yakın tarihinde yapılanların hemen hepsi, insanların özgürlüğünü kısıtlayan, geleceğinin önünde kumpaslar kuran, hatta benden olmayan insana düşmanlık besleyen bir siyasetle gerçekleşti ve halen gerçekleşiyor; “bu ülkedeki bütün insanlar bana boyun eğecek ve benim gibi düşünecek” anlayışının bir yansıması. “Miras” şiiri, taş ustasının içinden geçeni anlatan bir ironi içeriyor. Ülkenin kaderini çıkmaza ve karanlık bir anlayışa sokan birçok adım atıldı. Evet, unutulmasın diye yazdım. Ama unutulacağından eminim. Çünkü yapılanlar büyük bir kesimin derdi olmadığı gibi “eleştiren” şiir de kimsenin derdi değil! Örneğin Can Yücel’in şiirini kaç kişi biliyor, kaç kişinin umurunda? Kaç kişi Orhan Pamuk’a yazdığı o güzelim ironi dolu şiiri okumuş.

- Şiirlerinizde ses mi yoksa lirizm mi ağır basıyor? Örneğin “Luda” veya “İlk Aşk”taki lirizmi, “Ceylanın Ölmeden Önce Söyledikleri” veya “Ebabillerin Taşıdığı Taslak”ta bulamıyoruz. Her ikisinde de ön planda duran ses; dizelerin sonundaki “ve” ve “aktı” ile müthiş bir uyum yakalamışsınız…

- Haklısınız. Ben şiiri ilk dizenin yazdırdığına inananlardanım. İlk dizeyi nasıl yakalıyorsanız o sizi ırmağın yatağına sürüklüyor. Aynı zamanda o ilk dize, şiirin anlatmak istediği derdi de güçlü imgelerle örüyor. Burada bazen ses bazen lirizm ön plana çıkar. Şairin tek yapması gereken, şiirin akmak istediği mecrada önündeki engelleri kaldırması ve aktığı yatağı değiştirmemesi. Şair ancak şiirin taşıdığı anlamı nesnelerle zenginleştirip derinlemesine işleyebilir veya İlhan Berk’in dediği gibi “Bazı şiirler salt sesle yürür. Bu yüzden göz görmez onları. Bazı şiirlerde (acıyı kazandıklarından olacak) ses duyulmaz.”
    
ÇEVİRMENLERİN GÜNAHI ÇOKTUR”

- Mahmud Derviş’le yazım tarzınızı veya yaşantınızı benzetiyor musunuz?

- Kesinlikle hayır! Sanırım şiirlerinden 2-3 alıntı yaptığım için böyle düşündünüz. Ne yazım ne de yaşantı tarzında bir benzerliğimiz olamaz. Mahmud Derviş, Sosyalist gelenekten gelen, kendisini Filistin davasına adamış bir devrimci, dünyaca ünlü bir şair. Düşünce ve şiir anlayışı olarak Nâzım’a, Neruda’ya yakın duran biri. Filistin’in yaşam tarzı malûm… Mahmud Derviş’in şiirinde Filistin davası için yazdıkları da ortada; onun şiirinin en büyük çıkış nedenlerinden biri Filistin davası ve insanı. Nasıl bir benzerliğimiz olabilir ki? Ha, tek ortak yanımız geldiğimiz Sosyalist gelenek, Nâzım’ı sonsuza dek sevmemiz olabilir.

- Mahmud Derviş demişken sizin gibi şairlerin, şiir hayatında çevirinin büyük bir yer kapladığını görüyorum. Çeviri, olmazsa olmaz mı, şiirinizdeki etkisi olumlu mu olumsuz mu; bir de şiir çevirisinin sancıları nelerdir?

- Önce olumlu yanından başlayalım: Çeviri bence çok da gerekli bir eylem. Kaldı ki ben, sadece birkaç Arap şairi değil, Arap şiirinin önemli yanını; sol yanını Türkçeye çevirip Türkiye’deki şiirseverlerle tanıştırdığımı düşünüyorum. Olumsuz yanı çok daha ağır basıyor. Cevat Çapan hocanın bir lafı var: “Çeviri yaptığım için günahlarım çoktur”. Gerçekten çevirmenlerin günahı çoktur. Cevat hocaya, benim de günah işlememde katkısını inkâr edemem, bu konuda her zaman ona minnettarım. Bir defa şiir hiçbir zaman dört dörtlük çevrilmez. Her zaman bir tarafı eksik kalır. Hem yararı fazladır hem de acımasızca eleştireni. Umut ederim ki çevirmenlere yapılan haksız eleştiriler, hatta çamur atmalar, zamanla şiirin büyüklüğünü göstererek bu gereksiz ve sıradan olumsuzlukları siler. Çevirmen şairse çeviri onun için korkunç bir zaman hırsızı. Şair kendi şiirine ayırdığı zamanı çaresiz ikiye bölmek zorunda. Buna karşılık olarak şairin, çevirdiği şiirler sayesinde ufku genişlediğini söyleyebilirim.

- “Palmiye” şiirinde, “kalıcı değilim biliyorum, ne acıya ne aşka” dizeleriyle her şeyin geçici olduğuna mı vurgu yapıyorsunuz. Öyleyse “Çello” şiirinin taşıdığı o derin aşk hüznü nasıl nitelenmeli?

- Hiçbir insan yaşadıklarında kalıcı değil ancak deneyimlerini bir anı olarak içinde taşıyabilir; acıysa acı, mutluysa mutlu anı olarak ama kalıcı değil. Çünkü hayat sürekli değişiyor ve zaman akıyor. İnsan yaşadığı aşkta ve acıda durup bekleyemez, “aynı suda iki defa yıkanamaz.” Akıllı insan değişmek ve durumu değiştirmek zorunda. Zaman, sürekli akan bir ırmak gibiyse akıllı insan bu ırmağın tam ortasında durup bekleyemez, acısını yanına alıp yoluna devam eder. Bu acılar ve aşklar şiire dönüştüğünde, şiirdeki asıl yerini aldığında; sonsuz bir anlama dönüşür kanısındayım. Şairin asıl amaçlarından biri, öreceği şiir hırkasının renklerini fazla tutmak olmalı, yani şiirinin hırkasını çoğul renkten oluşturmalı, çellonun hüzünlü sesi gibi. Bir imgeyi takıntı haline getirip işlemekten söz etmiyorum. Takıntı haline getirilen bir imgenin zenginliklerle donatabilmesinden söz ediyorum. Şiirdeki nesnenin bolluğundan…
 
ŞİİR, SINIFIN ARKA SIRALARINDA OTURUYOR”

- Lirizmin doruğa ulaştığı o güzelim “Luda” şiiri yanında, kitabın sonunda içinizi döktüğünüz Luda’yı bize tanıtır mısınız?  Önsözde yazdığınıza göre kitabı Luda’ya atfettiğinizi düşünebilir miyiz?

- Taşa Masal’ı Luda’ya adadığımı düşünmeyin lütfen. Kitapta Luda’nın hatırı sayılır yeri ve rolü olduğu kesin. Öbür taraftan bu durum, Luda’nın kim olduğuna bağlı; belki kitabın poetikasıdır. Unutamadığım bir aşkımdır. Belki hayali bir sevgilim belki de azar azar biriken yaraların, ara ara baktığım aynasıdır. Sanırım en iyisi onu okura bırakmalıyız!

- Son bir soru; şiirin durumu ne olacak?

- Sadece ülkemizde değil, dünya genelinde şiirin geldiği noktaya, şiirin vardığı yere ve okunmadığına dair söylenenlere bakarsak şiirin artık yeni bir mecrada akması gerektiği kanısındayım. Birçok şairin, aynı sözcüklerle ve ahenkle konuşmaktan kaçınması gerek. Yıllardır şairin çokluğundan filan söz ediliyor, bence önemli değil. Önemli olan bugün ülkenin sokaklarında yaşananlar; felsefi, sosyal ve psikolojik hayat…  İnsan şiire dahildir diyorsak şair tepeden bakıp dizelerinde insanı, sokağı ve hayatı göz ardı etmemeli. Her şeyden önce şiirin, günümüzde yaşanan haksızlıklara ve yapılan zulme karşı dik durması gerek. Muhalifse muhalif duruşunu açık alınla göstermeli. Ün için çırpınanlar, şiirin sırtından üne kavuşulmaması gerektiğini; önce şiirin, sonra şairin geldiğini unutmalı! Belki de hayatın, teknoloji sayesinde artan rahatı (refahı demiyorum) yüzünden şiir sınıfın arka sıralarında oturuyor. Bugün şiirin vardığı noktaya dair daha birçok şey sıralamak mümkün. Peki, kurtuluşu var mı? Şiir asla ölmeyeceğine göre kesin vardır.
 
Taşa Masal/ Metin Fındıkçı/ Artshop Yayıncılık/ 96 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler