Savaşçı Dili...
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası Mustafa Kemal Atatürk’ün, yaşadığı muharebe süreçlerinin ardından “savaş dili”ni terk edip sürekli ‘barış dili’ni kullanması, yazımın özünü oluşturacak önder bir uygarlık örneğidir. Savaş çığlıklarının böyle bir bilgeliği çiğnemeleri yalnızca gaflettir, cehalettir.
10 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 6. sayfası “savaş dili”nin kullanımına karşı çıkan, kaçınılmaz tepki içeren sütunlarla doluydu. İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Ersin Özince, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin iç ve dış politikadaki gelişmelerin ekonomiyi etkilediğini söylerken konuyu son zamanlarda devletin çok yüksek katlarındaki kimi yöneticilerin ve medya mensubu bazı kişilerin dillerine pelesenk ettikleri şu “savaş” sözcüğüne getirmiş ve gazetenin Ankara temsilcisi olan Utku Çakırözer’e şöyle bir açıklama yapma gereği duymuştur: “Bakın yöneticilerimiz savaş sözü ediyor. Sermaye yavru ceylan gibidir kaçar”. Özince, Atatürk’ün “bilim ve akıl” mirası üstüne vurgu yapıyor; Cumhuriyet rejiminin çağdaş değerlerinin sorgulanmasını “abesle iştigal” olarak belirtiyor.
Aynı sayfanın sağ yanında “Bilim ve Siyaset” köşesinde Orhan Bursalı “Davutoğlu: Savaşçı dil” başlığı altında çıkan yazısıyla konuyu tamamlıyor, Suriye üstüne dönen dümenlerin arka planında yatan dürtüleri ifade ediyor, Dışişleri Bakanı’nın “Biz Suriye halkına yönelik baskıların artık kabul edilemez aşamaya geldiğini düşünüyoruz” biçimindeki beyanını analiz ediyor. Bursalı, bakanın karşısına aldığı gazetecilerin şöyle bir soru sormaları gerektiğini de söylüyor: “ABD Suriye ile dost olsaydı, iktidarınızın Suriye’ye karşı bu ‘müdahaleye hazır’ tutumu ve birtakım yaptırımların devreye sokulması söz konusu olabilir miydi?”
Sanki Osmanlı ihtişamı yaşıyoruz!
Andığım bu tespitler beni geçmişe götürüverdi birdenbire; Körfez Savaşı’na sıcak bakan Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminde (1990’da) aynı müttefikin arzusu doğrultusunda savaş dilini kullanmasına, “Türk’ün cengâverliği”ni de hatırlatan bir teşvikle Arap dünyasından pay koparma niyetine ilişkin sözlerini anımsatıverdi. Tarihçiliğim beni çok daha gerilerde yatan ve Osmanlılar’ın Suriye ve Mısır’ı yönetimleri altına aldıkları ayların, yılların da imgesini bir kez daha serdi önüme.
Osmanlı güçlüydü o zamanlar. Bu güç, ‘Batı’dan öğrenip uyguladığı topçuluk tekniğiyle, İran’daki Türk soylu Safevileri alt etmişti. Padişah 1516’da top tüfeğiyle çıktığı seferde dümen kırıp Suriye ve Mısır’daki Memluk devletini dize getirmişti; bu devletin iki sultanını da ölümle buluşturmuştu?
Bir zamanlar güçlü topların yeşerttiği Osmanlı imparatorluğunu tasavvur etmeye çalışırken, günümüzde ‘Batı’ tarafından Anadolu’nun orta göbeğine yerleştirilmek istenen ve TC Hükümeti’nce kabul gören füze kalkanı aklıma geliverdi.
Ne yapılmak istendiğini anlamaya çalışıyorum; kiminle savaşmaya veya kime karşı savunmaya hazırlanıldığını bilmek istiyorum; İslam dünyasının nereden yaralanmasına çalışıldığını öğrenmek istiyorum; “Batı” ile ne tür angajmanlara girişildiğini kestirmek istiyorum. Ama hepsine muğlak, karışık, anlaşılmaz yanıtlar verildiğini görerek şaşırıyorum.
Adeta birileri için savaş bahanesi arandığını, ama “derse Allah ben ne cevap vereyim” korkusu da yaşandığını sanıyorum.
Savaş ve bilgelik
Cumhuriyet’in 25 Ocak 1991 tarihli sayısında yazısını “Savaş” başlığı altında yayımlayan Melih Cevdet Anday, “Tarihçiler birtakım geçmiş uygarlıkların savaş, hastalık, deprem gibi nedenlerle silinmiş olduğunu söylerler” saptamasından sonra şunları dile getirmiş:
“Bunlar içinde en geçerli olanı savaştır elbet. Buna karşın barışın bir türlü sağlama bağlanamaması, sağduyuyu isyan ettirir. Eskiden toprağı verimden düşmüş bir topluluğun bitek yerlere akın ettiğini biliyoruz, ama açgözlülüğün savaşı doğal kılması olanaksızdır. Onun için de despotlar, diktatörler, plütokratlar [yönetimdeki zenginler] kutsallaştırdıkları birtakım kavramlarla halkı kandırma, aldatma yolunu tutarlar.”
Açgözlülüğün savaşı doğal kılması, “yalnızca eli kanlı kişilere ait olacaktır” demişti “Savaş Sanatı Tarihi” yazarı John Keegan; savaş ve politikanın ayrılmaz parçalar olduğuna karşı çıkmanın bilgeliğine değinmişti:
“Mantıksal kısıtlamaların ve hatta simgesel geleneklerin ilkelerinde bile yeniden keşfedilmesi gereken bir bilgelik vardır. Savaş ve politikanın ayrılmazlığına karşı çıkmak ise daha da büyük bilgeliktir. Bunu yapmadığımız sürece, bizim geleceğimiz de […] yanlızca eli kanlı kişilere ait olacaktır.”
Doğal afetlerin nereden ve nasıl gelebilecekleri kesin bilinmese de, onlara karşı önlem almak suretiyle görev yapabiliriz, yapmalıyız.
Ama sadece sermayeyi ürküteceği savının ötesinde, savaşları, çok daha vahim insanlık ve doğa cinayetlerini önlemek kesinlikle elimizdedir; özellikle de halkın oylarıyla yönetime gelmiş kişilerin elindedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası Mustafa Kemal Atatürk’ün, yaşadığı muharebe süreçlerinin ardından “savaş dili”ni terk edip sürekli ‘barış dili’ni kullanması, yazımın özünü oluşturacak önder bir uygarlık örneğidir. Savaş çığlıklarının böyle bir bilgeliği çiğnemeleri yalnızca gaflettir, cehalettir.
En Çok Okunan Haberler
- Kepez Belediyesi'nde yeni başkan belli oldu
- ‘Haddini bilsin, tepemin tasını attırmasın’
- AKP'li isimden istifa çağrısı!
- Merkez Bankası faiz kararını açıkladı
- Dilan ve Engin Polat çiftinin yargılandığı davada karar
- 'Kapıdan içeri sokmayın'
- Evlilikte şanslı olan 4 burç!
- Soylu geri mi dönüyor?
- Öğrenilmesi en zor dili açıkladı
- Milletvekili sayısı artacak