Sibel Oral'dan “Toprağın Öptüğü Çocuklar - Adaleti Beklerken Roboskî”

“Toprağın Öptüğü Çocuklar” koymuşlar adını. F-16'larla vurulmuş onlarca cocuğun ve onların bedenlerinin onlarca uzvunun birbirinden kopuk yattığı diyara yapılan yolculuk anlatılıyor. Tanıklıklar ve alışamamalar, vakt-i zamanında basının ve 'münevverlerin' katliama karşı tavırları belgeleniyor arşivden yazılar ve başlıklarla anlatılıyor. Sibel Oral'la kitabını Alev Karaduman konuştu.

Yayınlanma: 27.04.2015 - 16:13
Abone Ol google-news

Sibel Oral'dan “Toprağın Öptüğü Çocuklar”

'Roboskî'de insan olmanın sancısını çektim'

 Toprağın Öptüğü Çocuklar” koymuşlar adını. F-16'larla vurulmuş onlarca cocuğun ve onların bedenlerinin onlarca uzvunun birbirinden kopuk yattığı diyara yapılan yolculuk anlatılıyor. Tanıklıklar ve alışamamalar, vakt-i zamanında basının ve 'münevverlerin' katliama karşı tavırları belgeleniyor arşivden yazılar ve başlıklarla anlatılıyor. Annelerin ve ablaların, kardeşlerin ve babaların o andan önce son hatırladıkları anlarla birlikte... Adalet için anlatılıyor. Sibel Oral'la kitabını konuştuk.

- Klasiktir; lafa genelde neden böyle bir kitap diye başlanır. Nedeni bu kadar ortadayken, ben neden şimdi diye soracağım? Ve ilk izlenimlerin olarak katliamın üzerinden geçen zamanın orada değiştirip değiştirmediklerini?
- O klasik soruya benim bu kitaba özel olarak yanıtım var aslında; bir şey yapmak istedim, ben de onlarla adaleti beklemek, o bekleyişi belgelemek, tanık olarak anlatmak istedim. Katliam sonrası çocukların battaniyelere sarılmış cesetleri, izlediğim videolardaki katliam mağduru ailelerin çaresizliği, kardeşlerini çocuklarının bedenlerini taşırken hıçkırarak ağlayanları gördüğümde tuhaf bir acı duydum içimde ama benim hissettiğim hiçbir şeydi, oraya gitmek ve o acı duvarına çarpmak istedim.
Neden şimdi? Aslında katliamın ikinci yılına yetiştirmek üzere başka bir kitap fikri vardı kafamda ama çok ezber olacaktı, İstanbul’dan bakacaktım, bu kadar içinde olmayacaktım. Gitmek, dönmek, yazmak, sindirebilmek biraz zaman aldı. Katliamın üzerinden geçen zaman orada hiçbir şeyi değiştirmemişti. Mezarlıkta çocukların üzerindeki toprak hâlâ sıcaktı, annelerin, babaların acısı hiç ama hiç dinmemiş, öfkeleri ise her geçen gün harlanıyordu.

- Bir İstanbullu gazeteci olarak oradaki en büyük imtihanın neydi süreç içerisinde?
- Ben bir acının peşine gittim, görmek, dokunabilmek, anlayabilmek için; orada gazeteciliğimi de İstanbullu oluşumu da unuttum. Yol yok orada, tuvaletlerin çoğu dışarıda, su yok, elektrik yok ve zaten daha ilk saatte İstanbul diye bir yer de yoktu benim için. Gazeteci olarak gittim ama gazeteci olamadım. Ben orada en büyük imtihanı kendimle verdim. Çektiklerini anlatan insanları dinlerken, onları bir köşede izlerken elimi ayağımı nereye koyacağımı, kime ne diyeceğimi bilemediğim, çok afalladığım ve hatta bu çaresizlikle baş edemediğim zamanlar oldu. Ne gazeteci, ne yazar, ne İstanbullu.. Ben imtihanımı kendimle, insanlığımla, vicdanımla verdim.

“BU ACI NASIL YAZILIR DİYE ÇOK DÜŞÜNDÜM”

- Adaleti bekleyen onca aile, günlerce dinlediğin insanların mezarları, katliam öncesinin karanlık ve korkunç anıları... Sence Roboskililer için yıllardır bunları konuşmak nasıl bir durum oluşturuyor? Yoksa kimsenin konuşturmasına gerek kalmayacak kadar unutamıyorlar mı zaten hiçbir şeyi?
- Evet, ben oraya gitmesem ya da benim gibi insanlar oraya gitmese de onlar bu acıyıyaşıyorlar. Devletin “operasyon” ya da “vahim hata” dediği ama düpedüz bir katliam yaşadılar, onlar çocuklarının bedenlerinin parçalarını topladılar… Nasıl unutabilirler ki? Hatta oradayken çok düşündüm; tüm bu olanları yaşayan insanlar nasıl uyuyabiliyor? Uyuyamıyorlar. Herkesin psikolojisi bozulmuş. Ben bir iki evde önce konuyla ilgili hiç konuşmadan birkaç saat oturdum ya da bir evin bahçesinden başka evin bahçesini izledim. Konuşturmadan, onlar anlatmadan nasıl yaşadıklarını gördüm. Konuşmadığım uzaktan izlediğim insanları izleyerek konuşturdum onları. Onlar konuşmadıklarında bile konuşuyorlar, duyabilene…

- Oraya gittiğinde ya da kitabı ilk tasarladığında ortada bu kadar büyük bir acı ve haksızlık varken, nereden nasıl başlayacağına karar vermek zor olmadı mı ve sonrasında bu süreçler ve izlekler nasıl netlik kazandı?
- Çok ama çok zor oldu. Yazar sancısı vardır ya meşhur, ben insan olmanın sancısını çektim orada ve yazım sürecinde. Elimde her şey var; gitmişim, yaşamışım, konuşmuşum ama yazamıyorum. Bu acı nasıl yazılır diye çok düşündüm. Kitabı yazmam, çatısını kurmam epey bir zaman aldı ve sonunda ilk sözü onlara vermenin en iyisi olacağını düşündüm. Ben, medya ve kitaba katkı sunanlar susalım, önce onlar konuşsun istedim. Medya bölümü zaten epey bir zaman önce tasarladığım bir bölümdü onları toparlamak da zamanımı aldı ama tabii en zor bölüm tanıklığımı anlattığım birinci bölümdü. Oradayken yaşadıklarımı, gördüklerimi yazıya dökebilmek çok zordu. Daha önce de dediğim gibi insan olmanın sancısının, insan olmanın imtihanını verdim ve çok kez utanç ve mahcubiyet duydum.

“HER YERDE DEVLET VAR”

- Yakın çevrenin sana sık sık “Orası Diyarbakır a benzemez!” dediğinden dem vuruyorsun bir bölümde. Oranın bu denli kendine özgü olan gerçekliği neydi sence?
- Diyarbakır’a gittiğinde eski evlerini, ne bileyim yemeklerini sevebilirsin. Şırnak’ta ve Cizre’de sevebileceğin hiçbir şey yok. Savaşın merkezi orası. Toprak çorak, toprak kupkuru. Toprağın altında hesabı sorulmamış ölüler var. Yolda yürüyorsun duvarda kurşun delikleri görüyorsun. Roboskî bölgesi ise çoraklığın, kahverenginin ortası. Doğasına bakıp hayran olamıyorsun, kendini iyi hissedemiyorsun. Evlere baktığında yokluğu, yoksulluğu görüyorsun. Bakkal rafları tek tük dolu, yol yok, hiçbir şey yok. Sadece o yokluğun içinde var olmaya çalışan insanlar ve hatta katırlar var ama var olan başka bir şey daha var; savaş ve devlet. Her yerde “devlet” var. Diyarbakır’da da var devlet evet ama bölgedeki gibi değil. Orada devlet gözünün içine bakıyor her gün. Sen hâlâ yaşıyor musun diye bakıyor sanki…

- Hiç bitmek bilmeyen bir mahcubiyet seziliyor kitapta. Hatta bir yerde '”İnsan burada şefkat göstermeye çalışırken bile utanıyor,” diyorsun. Nasıl baş ettin bu duyguyla?
- Edemedim, çok kez lanet ettim. Mahcubiyet, öfke ve utançtan başka hiçbir şey hissedemedim.

- Muhtemelen orada olduğun süre boyunca yöneticiler tarafından biliniyordun. Herhangi bir gerginlik ya da baskı hissettin mi üzerinde?
- Rutin kimlik kontrolleri ve araba aramaları dışında bir şey yaşamadım. Zaten ilk yolculuğumda “Nereye gidiyorsun?” sorusuna yanıtım “Roboskî” idi. Onlar Uludere diyor, Gülyazı diyor, benim ağzımdan Roboskî çıktı. Benim hissettiğim bir korku vardı ki o da benimle ilgilenen, bana Şırnak Roboskî arası arabayla refakat edenler içindi. Bir yandan da çok üzüldüm. Her kontrolde erlerle diyaloglarım hep çok iyi oldu. Biri kimliğimi uzatırken sevecence gülümseyip “Buyur hanım kardeşim” dedi, orada çok üzüldüm. Evet ya, kardeşiz işte, hepimiz.

“MEDYA TÜRKİYELİLERİ APTAL MI SANIYOR?”

- Kitapta medyanın üç yıldır konuya ilgili manşetlerine köşe yazılarına da yer veriyorsun. Arşivi tararken yıllar içinde değişen eğilimlere, dönemlere süreçlere göre sertleşen yumuşayan söylemlere rastlamak mümkün mü peki sence?
- Evet, mümkün. Onları özellikle aldım ama yorumda bulunmadım. Anlatmak için illâ göze sokmam gerekmiyor, “işte ortada” diye düşündüm. O dönem iktidarın karşısında duran sözde gazeteci ve yazarların durumlar ve taraflar değişince nasıl çirkinleştiği ortada. O dönem Roboskî’nin hesabını iktidara soranlar arasında şimdi Roboskî bile diyemeyenler var. Neden? Çünkü o artık iktidarın köşe yazarı, bakın gazeteci demiyorum, kiralık kalemler. Güç ve para neredeyse oraya gidiyorlar. Ve o zaman “katliam” diyemeyip iktidarla arası bozulduğu için şimdi “katliam” diyenler var. Ne oluyoruz? Biz bu kadar mı unutkanız? Türkiye medyası Türkiyelileri aptal mı sanıyor?

- Adalet için yazdım diyorsun; kitapta manşetlerine yazılarına yer verdiğin gazeteciler ve gazeteler gibi suça ortak olmamak adına... Peki inanıyor musun gerçekten adalete? Roboskîliler gerçekten inanmaya devam ediyorlar mı adalet beklediklerini söylerken?
- Bu soruyu sormanızdan çok korkuyordum. Bir önceki kitabım Zayi’de de adaleti bekleyen insanlar vardı ve o zaman da sorulmuştu. Elbette inanıyorum ve bu yüzden yazdım. O bekleyişe katkı sunmak için, bu süreçte yaşanılanlar unutulmasın, bu bekleyiş tarihe geçsin diye. Roboskîliler de inanıyor ve bunun için çok dik, çok güçlü bir mücadele içindeler. Türkiye’de ele geçirilmiş, çökmüş ve iktidarın iplerini elinde tuttuğu bir hukuk sistemi var. Varsın olsun, onlar inanıyorlar ve bunun için mücadele ediyorlar hem de çok onurlu bir mücadele veriyorlar.

Toprağın Öptüğü Çocuklar - Adaleti Beklerken Roboskî/ Sibel Oral/ Can Yayınları/ 248 s.

 

 

 

 

 

 

 

 






Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler