“Travmaların Gölgesinde: Politik Psikoloji” kitabının editörlüğünü yapan Prof. Arıboğan, Ayasofya’yı değerlendirdi: Ayasofya’nın etkileri olacak
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kılıçla hutbe vermesinin “sakıncalı bir mesaj içerdiğini” belirten Prof. Arıboğan, Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin uluslararası etkileri olabileceğine dikkat çekti.
Prof. Deniz Ülke Arıboğan editörlüğünde; siyasal ve sosyal bilimler alanında akademik çalışmalarını sürdüren bilim insanları ve misafir öğretim üyelerinin katkılarıyla hazırlanan 12 farklı makalenin bulunduğu “Travmaların Gölgesinde: Politik Psikoloji” kitabı, İnkılap Kitabevi’nden çıktı. Ayasofya’nın halklar üzerinde yarattığı psikolojik ve tarihsel etkiyi bilimsel açıdan inceleyen Arıboğan, “Türkiye’nin gelecekten daha çok geçmişle ilgilenmekte oluşu ve kurucu zaferini geçmişte arayışının bir karşılık geliştirmesi sürpriz olmaz. Zira atılan, karşı taraf bakımından geçmişteki kayıpların ve travmaların da öne çıkmasını tetikleyecek bir adımdır. Ege ve Akdeniz’de Yunanistan ile gerilmekte olan ilişkileri de topluca ele alırsak, önümüzdeki dönemde oradaki milliyetçiliğin de yükselmesi ve AB Türkiye ilişkilerine yansıması mümkündür” dedi.
Arıboğan, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kılıçla hutbe vermesini de değerlendirerek “Şuursuz bir seçim olduğunu sanmıyorum. Bilerek ve isteyerek tasarlanmış bir görüntü gibi” diye konuştu. Arıboğan, Cumhuriyet’in sorularına şu yanıtları verdi:
-Araştırmalarınız doğrultusunda Ayasofya’yı anlatır mısınız?
Ayasofya konusunu pek çok farklı perspektiften değerlendirmek mümkün. Teolojik, politik, ekonomik, dış politik, mimari, tarihi vs. bir çok tartışmanın konusu olarak önem taşıyan bir abideden söz ediyoruz. Benim bakışım ise sadece politik psikoloji perspektifini kapsıyor; yani seçilmiş travmalar ve seçilmiş zaferler bağlamında bir hatırlama/hatırlatma nesnesi olarak işlevini sorguluyorum. Ayasofya sadece bir kilise ya da bir cami değil, aynı zamanda yüzyıllarca Hilal ile Haç arasından cereyan eden belki en büyük savaşın, büyük bir zaferin ve büyük bir kaybedişin sembolüdür. Sadece Ortodox dünyası için değil, tüm Hristiyanlık açısından büyük bir travmanın öyküsüdür İstanbul’un kaybı. 1453’te Ayasofya değil, İstanbul fethedilmiştir ve bu fethin sembolü de Ayasofya’nın camileştirilmesidir. Fetih hikayesinde bir çok mistik unsur ile de bezenmiş iki ayrı anlatı vardır ve iki taraf açısından da asla unutulamayacak ama belki hafızanın derinlerine doğru bastırılan manalar bulunur. Necip Fazıl Ayasofya’yı yanızca mana olarak tanımlar. Papa II. Pius ise Türklerin fetihle birlikte Homeros ve Platon’u ikinci defa öldürdüklerini söylemiştir. Kutsal Bilgelik Kilisesi’nin Ayasofya camisine dönüştürülmesi Fatih Sultan Mehmet kente girer girmez Ayasofya’ya gitmesi ve fethin 3. Günü Cuma namazını burada kılmasıyla mümkün olmuştur. Bu sembolik davranışla da Hristiyan Kutsal Roma’nın bitişi ve İlber hocanın deyimiyle de “Üçüncü Roma’nın yani Müslüman Osmanlı İmparatorluğunun doğuşu” başlamıştır. 1934’teki müzeleştirme kararı ise büyük bir kayıp ve büyük bir fetihle oluşan uygarlıklar arasındaki uçurumun nötralize edilmesi girişimidir. İslam’ın Avrupa ve Batı’nın ötekisi olarak konumlandırılmasına neden olan ve kollektif bellekten sızan bazı bilinç altı dinamiklerin pasifize edilmesi çabasıdır. Unutmamak gerekir ki, 1930lu yıllar II. Dünya Savaşı’na doğru gidilen dönemlerdir; ittifak arayışları ve Lozan’dan kalan bazı zayıflıkların telafisi öncelikli meselelerdir. Zaten 1934 yılı başında içinde Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya’nın bulunduğu Balkan Paktı imzalanacaktır. Bu, Ortodoks dünyası ile yeni bir ilişkiler ağının yapılandırılmaya çalışıldığının göstergesidir. Müzeleştirme kararından 2 yıl sonra ise Montreux Boğazlar Sözleşmesi kabul edilmiş ve boğazların güvenliği sağlanmıştır.1937’de Sadabat paktı’nın imzalanması ise Türkiye’nin savaş doğru giden yıllarda yakın çevresinden gelebilecek tehlikelere karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermektedir. Ayasofya’nın müzeleştirilmesi bu anlamda bir dış politika kararıdır da. Batı temelli modernleşmenin ve laik cumhuriyetin sembolik bir unsuru olduğu kadar dış politika konumlandırmasının pramatik bir seçimidir de. Müzeleştirme yoluyla Batı dünyasının seçilmiş travmasına karşı Müslüman dünyasının seçilmiş zaferinin yok edilmesi tercih edilmiştir. Bir taraf İstanbul’u kaybederken diğer taraf ise fetih hikayesini yitirmiştir. Yani kayıplarda eşitlenilmiştir.
-Kitabınızda Ayasofya’yı “Kilise değil, dünya tarihinin akışını değiştiren bir sembol” diye tanımlıyorsunuz. Ayasofya’nın ibadete açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ayasofya’nın açılması bir ibadethane ihtiyacından doğmadı kuşkusuz. Ayasofya sadece Ortodoks dünyası açısından değil, tüm Hristiyanlık için çok değerli bir sembol mabeddir; tıpkı müslümanlar ve Türkler için olduğu gibi. Abide, 916 yıl boyunca kilise, 482 yıl da cami olarak hizmet vermiş muhteşem bir sanat eseridir aynı zamanda. Ayasofya’nın hikayesi, fethin öncesinde de sonrasında da mistik unsurlar taşıyan anlatılarla örülmüştür. Meleklerin koruduğuna inanılan bir kilisenin, peygamber tarafından yüzyıllarca önce müjdelenen bir fethe konu olması, onu sıradan bir kilise ya da cami olmaktan çıkartmaktadır. Dünyanın her yerinde camileştirilen kiliseler ve kiliseleştirilen camiler bulunur; ama hiç birisi Ayasofya değildir. Çünkü Ayasofya, dünyanın kalbini ele geçiren ve yüzlerce yıl da elinde tutacak olan İslam imparatorluğunun fetih bayrağıdır. Bilinen deyimiyle, çağ açıp çağ kapatan bir kayıp/kazanç eyleminin sembolü olarak, İstanbul’un alamet-i farikasıdır. 1934 alınan müzeleştirme kararının ardından yeniden ibadete açılması ise milliyetçi muhafazakar kesimin yıllardır dilinden düşürmediği kızılelmasıdır. “Yeni Türkiye” olarak tanımlanan sosyopolitik inşa süreci açısından konsolide edici bir etkisi olacağı açıktır. Cumhuriyet Türkiye’nin seçilmiş zafer anlatısı İstiklal Harbi üzerine kurulmuştur; “Yeni Türkiye” olarak tanımlanan tasarım ise zaferini Osmanlı tarihinin içerisinden alarak öne çıkarmakta, yeni ulusal kimliğini de tarihi süreklilik bağlamına oturtmaktadır. Türkiye’nin gelecekten daha çok geçmişle ilgilenmekte oluşu ve kurucu zaferini geçmişte arayışının bir karşılık geliştirmesi sürpriz olmaz. Zira atılan, karşı taraf bakımından geçmişteki kayıpların ve travmaların da öne çıkmasını tetikleyecek bir adımdır. Ege ve Akdeniz’de Yunanistan ile gerilmekte olan ilişkileri de topluca ele alırsak, önümüzdeki dönemde oradaki milliyetçiliğin de yükselmesi ve AB Türkiye ilişkilerine yansıması mümkündür. Avrupadaki eski Christendum ruhunu canlandırmak için Yunan diplomasisi muhtemelen Ayasofya meselesini bir koz olarak kullanmaya çalışacaktır.
“İSTANBUL’U TEKRAR KAZANMA ARZUSUNUN TETİKLENMESİ MÜMKÜN”
-Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla yaşanan psikopolitik dalgalanmalardan bahsedebilir misiniz?
İçinde yaşadığımız dönem hem üretim ilişkileri bakımından bir uygarlık dönüşümüne işaret ediyor, hem de toplumları pandemi nedeniyle krizli ve karamsar bir psikolojiye sevk ediyor. Küresel düzeyde tüm insanlar belirsizlik nedeniyle endişe, tehlikeler nedeniyle de korku içerisinde. Dünya lideri olarak tanımlanan ABD çaresizlikten kıvranıyor ve güç dengelerinde Atlantik’ten Pasifiğe doğru belirgin bir kayma var. Bu kadar kaygan zeminler hem devletler arasında bir güvensizlik ve gerginlik, hem de toplumlar arasında bir tansiyon oluşturur. Küresel krizlerden çıkış 20. yüzyılda iki Dünya savaşına yol açtığı için eski travmalar da kollektif belleklerden sızmaya başlamış durumda. Bu nedenle dünyadaki ekonomik, politik ve sosyolojik dönüşüme odaklandığımız kadar psikolojik savruluşları da görmemiz gerekiyor.
-Batı ve Hristiyan dünyasının ‘yeniden camileşmeye’ bakışı nasıl? Bu, Hristiyan camiasında bir toplumsal travmaya sebebiyet verir mi?
Travmaların tetiklenmesi, politik kararlarla desteklenmesi halinde daha mümkündür. İletişim kanalları, karar alıcılar, liderler eğer bu konuyu gündeme taşımak ve kullanmak isterlerse unutulan hatırlanır ve tetiklenir. Bir süredir mesele Hristiyanların birbirlerine olan bağlılığı değil, öteki olarak tanımladıkları İslamdan ne kadar rahatsız oldukları. Soğuk savaşın bitiminden beri Batı dünyasının ortak düşman ihtiyacını Müslümanlar karşılıyor. El Kaide ve küresel terör tehdidi söylemiyle başlayan, Arap Baharının çöküşü ile devam eden süreç İŞİD öcüsüyle devam ediyor. Şeytanlaştırma ve öcüleştirme arayışlarının zaman zaman Türkiye’ye uzandığı da oluyor. Kanımca bizi koruyan en önemli savunma kalkanı, laik ve çağdaş bir cumhuriyet tasavvurunun en güçlü akım olarak hala sürüyor olması.
- Peki “yeniden camileşme” ilerleyen tarihlerde toplum açısından nasıl karşılanır? Kiliseden cami, camiden müze formuna geçmesi kaybeden tarafta yeniden kazanma motivasyonu doğurabilir mi?
Eğer bir tarafta ikinci fetih duygusunu uyandırıyorsa, diğer tarafta da ikinci fethediliş düşüncesinin doğması doğaldır. İstanbul’un kaybının tüm Hristiyan dünyasının en büyük felaketlerinden birisi olduğunu görmek lazım. Müzeleştirme, bu felaketin kollektif belleklerde yer alan en önemli kimlik belirleyicisi olmasını engellemeye yöneliktir. Ayasofya’nın açılması konusunun bugün veya yarın politik olarak da beslenmesi halinde, anti İslam hissiyatın ve İstanbul’u tekrar kazanma arzusunun tekrar tetiklenmesi kuşkusuz mümkündür. Aslına bakarsanız Ayasofya olsa da olmasa da bu idealin asla yok olmayacağı da bilinmelidir.
“DİNİ DEĞİL, POLİTİK BİR KARARDIR”
- Müzenin cami formuna geri çevirilmesinin altında yatan sebepler neler?
Ayasofya’nın ibadete açılması meselesi milliyetçi muhafazakar cephenin kızılelmasıdır ve ideolojik tutucusudur. Onların bakış açısından ibadete yeniden açış, savaşarak kazanılan kılıç hakkının tek kurşun atmadan kaybedilmesine karşı yıllardır bastırılmış olan hüznün, coşku ve sevince dönüşmesidir. Bu, yeni Türkiye’nin hikayesindeki “seçilmiş zafer” arayışını karşılayan bir politik adımdır. Dini değil, politik bir karardır.
-Kitabınızda kılıç hakkı konusuna da değiniyorsunuz. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, cuma hutbesi okumaya 'kılıç'la çıktı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkenin dini otoritesinin bir elinde kılıçla ilk hutbeyi okuması zaten meselenin dinle değil, fetihle ilgili olduğunu gösteren önemli bir detaydır. Savaşçı bir ruhun sergilenmesidir. Bir yandan bu kutsal mekanın bir cami olarak ibadete açıldığı gibi, turistik bir mekan olarak tüm insanlığa açık olduğunu söyleyen politik otoritenin, diğer yandan elinde kılıçla savaşçı ruhu sergileyen dini otoritenin varlığı sanki rol değişikliğine gidilmiş gibi görünse de, şuursuz bir seçim olduğunu sanmıyorum. Bilerek ve isteyerek tasarlanmış bir görüntü gibi. Lakin doğru bir mesaj mı derseniz, ben anlamsız ve sakıncalı buldum. Zaten bütünüyle İŞİDleştirilmeye çalışılan Müslümanlığın, en güçlü ülkesinin en üst dini otoritesinin, elinde kılıçla hutbe okumasının karşı tarafça nasıl okunduğuna da bakmak lazım.
En Çok Okunan Haberler
- Op. Dr. Dericioğlu başında poşetle ölü bulundu
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- 500 bin TL'nin aylık getirisi belli oldu
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- Suriye'de herkesin konuştuğu ölüm listesi
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Erdoğan'dan işgale 'isimsiz' tepki
- Suriye'nin yeni başbakanından ilk açıklama