Cemaatlerde hükümet korkusu

22 Mayıs 2015 Cuma

20’nci yüzyılın ilk yarısında Türkiye’de Nakşibendilik dendiğinde akla gelen ilk isimlerden şeyh Abdülhakim Arvasi, Cumhuriyet rejiminin tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili kararını şu sözlerle yorumlamıştı:

“Hükümet tekkeleri değil boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı.”

Şeyh Arvasi’nin sözlerindeki “ironik hakikat”e birazdan döneceğiz. Ama onun sözlerine bu yazı dizisine girişte yer vermemize sebep olan husus başka... Tekkeler, tarikatlar ve dahi cemaatler için bugün de bir kapanma, kendi kendilerini kapatma durumundan söz etmek mümkün.

Denilebilir ki onlar, şimdi de kendilerini “holdingleşerek” kapatmış durumdalar!..

Korku, kimi-neyi bekliyor?

Cumhuriyet için bu yazı dizisini hazırlamam önerildiğinde tereddütsüz kabul ettim. Ana motivasyonumuz, 10 yılı aşkın bir dindar-muhafazakâr siyasi iktidar döneminde bu coğrafyada asırlarca halk arasında dinin olduğu kadar kültürün ve toplumsallaşmanın da nabzını tutmuş tarikat-cemaat oluşumlarının nereden nereye geldikleri hakkında bir tablo ortaya çıkarmaktı. Dijital-teknolojik bir patlamanın yaşandığı dünyada bilgi akışı alabildiğine açık hale geldiği için, AKP’nin “Yeni Türkiye”sinde tarikat-cemaatler üzerinde eski resmi- bürokratik korkular da kalmadığı için, böyle bir araştırmanın çok zor olmayacağı düşüncesindeydim.

Buna rağmen kendileriyle görüşme talebinde bulunduğumuz bazı kesim ve isimlerde bir çekingenlik, hatta “korku”nun varlığı hissedilmekteydi. Sadece benim değil, bu çevrelere yakın bazı arkadaş ve meslektaşlarımın izlenimleri de bu yöndeydi. Görüşme çağrımıza olumlu yanıt verenler kadar “Beni karıştırmayın” diyen ya da sadece “off-the-record” konuşabileceğini söyleyenler de vardı.

Böyle olunca benimle birlikte çalışmaya angaje olmuş dostlarımla söz konusu durumun nedenleri üzerine tartışmaya başladık. Evet, ortada hissedilir bir “korku” vardı. Bir yandan seçim süreci ve sonrasında ne olacağının belirsizliğiyle ilişkili bir korku; öte yandan da -bazılarının iddiasına göre- bu gazeteye, Cumhuriyet’e yönelik hassasiyetle ilgili bir korku.

Ve belki de bunların ortak paydasında yer alan bir başka “dev” korku:

Erdoğan korkusu!..

Bir bilgi kaynağımın ifadesiyle durum şuydu:

“Gülen Cemaati’nin başına gelenler diğer grupları ibretlik bir durumla karşı karşıya bırakmış gibi... Düşünsenize dünya ölçeğinde o kadar güçlü olduğu halde 17-25 Aralık sürecinde yaşanan çatışmada ne hale getirdiler onu!.. Herkes, ‘Cemaat’e bunu yapan, bize ne yapmaz’ korkusu içinde...”

Bunlar tabii ki spekülatif (tahmini) değerlendirmeler, ama hiçbiri de boşlukta çıkmıyor. Ve tüm bunları kendisiyle paylaştığımız, Türkiye’de İslami siyasetin en erken dönemlerinden itibaren, neredeyse çocukluğundan beri içinde olan tecrübeli bir kaynak kişi, tüm bu tahminleri de kapsayacak şekilde söz konusu korkuları şöyle “temize çekti”:

“Evet, bu çevrelere bir korku havası hâkim. Ama bu, can korkusu falan değil... Para korkusu! Hepsi holding oldu çünkü!..”

Başta sözlerine yer verdiğimiz Abdülhakim Arvasi, aslında çökmüş bir imparatorluk devletinde tüm kurumlar gibi tekkelerin de çözülme-bozulma sürecine girdiğini, dolayısıyla o imparatorluk bakiyesinden çıkmış Cumhuriyet’in bu kurumlara kilit vurmasının gereksizliğini işaret ediyordu. Bu, içten, “içeriden” ve içli, hüzünlü, öz-eleştirel bir “yıkılmışlık” ifadesiydi.

AKP ile açılan kapılar

Ancak tabii ki tekke ve tarikatların kapısı Cumhuriyet’te, en azından fiilen hiç kapanmadı. Etkinliklerini sürdürdüler. Hatta kapanmak şöyle dursun, onlara hükümet kapılarının açıldığı oldu. Mesela başbakanlığı döneminde Erbakan’ın tarikat ve cemaat önderlerine verdiği iftar yemeği gibi... Tabii onlara açılan bu kapılar, açanların ve partilerinin kapatılmasına da sebep ve gerekçe oluşturdu.

Ama bunlar da aşıldı. “28 Şubat” (1997) sürecinde kapanan kapıların 2002’den bu yana ardına kadar açıldığı bir siyasi ortam kendisini gösterdi ve hâlâ da işlerliğini sürdürmeye devam ediyor.

Bununla birlikte şimdi de kapılar “holdingleşme” yoluyla kapanıyor. Konuştuğumuz bir başka kişinin veciz ifadesiyle, “Bugün tarikatlar, holdinge açılan kapılarından dolayı tükenmekte...”

Gelin, o kapıları biraz zorlayalım!..

‘Rabıta-i Şirket’ tarikatları

(Papa 16.Benediktus, 2010 yılında Nakşibendi şeyhi Nazım Kıbrısî ile görüşmüştü. Şeyh Nazım Kıbrısî, 7 Mayıs 2014'te 92 yaşında yaşamını yitirdi.)

1990’ların başında tarikat- cemaat oluşumları açısından bugünkünden çok farklı resmi dinamiklere sahip sert bir politik zeminde, siyasi enerjisi en yüksek tarikat olan Nakşibendiliğin kollarından Şeyh Nazım Kıbrısi çevresi üzerine, sonradan kitap olarak da basılmış (“Batı’da Bir Nakşi Cemaati-Şeyh Nazım Kıbrısi Örneği”, 1996) araştırmamı gerçekleştirdim. O dönemde tarikatın dünyasına girmek, o dünyanın da, dindarlığın da dışından biri olarak benim için hayli ürkütücü olmuştu. Ama hiç zor olmadı.

Şimdi o yıllardan bugüne hasbelkader bu dünyalara aşinalık kazanmış biri olarak aynı kapıları çaldığımda içimde ne ürküntü, ne de ürperti var.

Ama kapılardan girmek, şimdi daha zor; “yetkili” birilerini bulup konuşmak ve konuşturmak da.

Bir büyük holdingin plazasına girmek ve üst düzey yetkililere ulaşıp konuşmak nasıl kolay değilse, aynı durum tekke ve dergâhların kapısını çaldığımızda da ortaya çıkıyor. Kapılardaki tabelalarda tahmin edilebileceği üzere hemen her zaman “vakıf” yazmakta ve “güvenlik noktası”nı aşıp, önünüzdeki araç bariyeri kaldırılıp girdiğinizde kendinizi, içinde kaybolmanız muhtemel bir “kompleks” ortasında buluyorsunuz.

Burada ibadet mekânları (cami, mescit, çilehane, vb.) var. Ama bunun ötesinde başka uğraşlara yönelik bir koşuşturma da var.

Çünkü bir tarikatın kolu olarak karşınıza çıkan oluşum, aynı zamanda ulusal yayın yapan bir televizyon kuruluşunun, büyük bir tekstil firmasının, uluslararası bazda faaliyet gösterecek donanıma sahip bir hastanenin, tüm ülkede zincir oluşturmuş bir alışveriş markasının, uluslar-üstü iş hacmine sahip bir finans kuruluşunun ve benzeri ticari-iktisadi unsurların da “rabıta”lı olduğu bir yer artık.

Şirk hassasiyetinden şirket hassasiyetine

“Rabıta”, bilindiği üzere tarikat İslâm’ında çok merkezi bir kavramdır. Bir müridin kalbini bir mürşide, onun yüzünü gözleri önündeymişçesine hissederek ve ruhaniyetinden yardım dileyerek bağlaması anlamına gelir. Nakşibendiliğe bu coğrafyada 19’uncu yüzyıl başında tarihsel bir dönüm noktası yaşatmış Mevlana Halid Bağdadi’nin ifadesiyle, “seyr-i illallah’a vesile olmak”tır.

Bugün tarikat namına karşımıza çıkan tablo ise “Rabıta-i Şerife”den “Rabıta-i Şirket”e yol tutulduğunu düşündürür bir mahiyet arz ediyor.

Tabii “şirket” tabiri ile “tarikat”ın bir araya gelişinde de sözcüğün anlamsal çağrışımları açısından sıkıntılar yok değil. Arapça ortaklık demek olan şirket, “şirk”ten köken almakta ve şirkin İslâm’daki karşılığı da malûm: Allah’a eş, ortak koşmak anlamına gelen, en korkulası, kaçınılası, uzak durulası, adı bile “ehl-i tarikat” olanı ürküten bir tabir o...

Ama “şirk”e karşı hassasiyetten “şirket”e yönelik hassasiyete evrilmiş tarikat ve cemaat oluşumları var artık.

KİT’ler kapandı, CİT’ler açıldı!     

Bunları sadece ben düşünmüyor ve söylemiyorum. Bu dünyanın içinden olan veya onu iyi bilen konuştuğumuz insanlar da yana-yakıla söylüyor.

Mesela her cemaatin kendi kitlesine kilitlenmesinden hareketle bir tür “cemaat fanatizmi” ortaya çıktığını işaret eden bir kaynak, işin özünde “müşteri kaybetmeme” telaşı olduğunu söylüyor. Yani mürit, artık müşteri!..

Bir başkası, çok daha çarpıcı bir simgeyi şöyle işlerliğe sokuyor:

“Bir dönemin KİT’lerini hatırlarsınız; Kamu İktisadi Teşekkülleri... Şimdi CİT’ler var: Cemaat İktisadi Teşekkülleri.”

‘Kapitalizmin çarkına girmişiz. Tek farkımız fötr değil, takke takmamız’

Müteakiben söylenenlerse şunlar: “Biz Batı’nın her şeyini uyguladığımız sürece bizden görünürde ne olursak olalım esasta Müslüman olmaz. Kapitalizmin çarkına girmişiz, tek farkımız takke takmak. Öteki fötr takıyorsa biz takke takıyoruz.”

Eskiden tarikatın etkinliklerinin “elişi”, diğer bir deyişle “zanaatkâr” usulde yürütüldüğüne vurgu yapan, şimdi “fabrikasyon”laştığını söylüyor. Tarikatlar da endüstriyelleşmiş durumda yani!..

“İşin en kötüsü de şu”, diye devam ediyor bir diğeri:

“Bu memlekette eskiden ‘tuz’du tarikatlar, ama şimdi tuz da koktu. Artık her işe para ile yetişen-yetmeye çalışan bir tarikat faaliyeti var. Ama insanlara paranızla yetemezsiniz. Güzel ahlâkınızla yetebilirsiniz.”

 “Tarikatları eskiden ‘sivil toplum örgütleri’ saymak mümkündü” diyen “arif” bir kişi, “Şimdi hepsi holding oldu” diye devam ediyor ve o da lafı iç çekişmelere getiriyor:

“Arada rekabet var tabii ve kendi iç kavgalarından dolayı herkes birbirinin aleyhine de konuşuyor.”

Burada karşılıklı diyalog çerçevesinde söz dönüp dolaşıp Özer Kızıltan- Önder Çakar ikilisinin 2005 yapımı filmi Takva’ya geliyor ve deniyor ki:

“O filmdeki tablo, bütünüyle gerçek oldu. Ama tabii daha çok tablonun üst kısmı böyle; aşağıda hâlâ masum ve samimi, gariban insanlar var. Üst tabaka ise kurnaz ve cebini doldurma derdinde…”

Şimdi onları görürüm ben’

Peki, sürecin başlangıcının nerelere kadar geri gittiği söylenebilir? Bu açıdan işaret edilen, belediyelerin Refah Partisi’ne geçtiği 1994 yılı… İki büyükşehrin RP tarafından alınması sonrası, Süleyman Demirel’in daha öncesinde kendisine akçeli işlerde her türlü saldırı ve suçlamada bulunan Erbakan ve çevresine yönelik, “Şimdi onları görürüm ben” dediği belirtiliyor; “Yanılmadı” diye eklenerek!..

Ve son olarak, “Asıl belediyelerde iktidar olduk biz ve dönüşüm ondan sonra başladı” diyen zata, bu “dönüşüm”ün adını ne olarak koyabileceğini soruyoruz.

“İmanda zafiyet” diyor ve tarikat İslâm’ının yine çok merkezi bir başka kavramı olan “nefs”e vurgu ile tamamlıyor:

“Dava ya da cihat adına toplanan her şey, nefs için harcanır oldu”.

Mağlup sayılır bu yolda galip

Bu aktarılanlardan varit olanı Abdülhakim Arvasi’nin sözleriyle etkileşime soktuğumuzda ortaya şöyle bir sonuç çıkmakta:

Şeyh Arvasi’nin sözlerinden yansıyan, tarikat ve cemaatler adına bir “mağlubiyet” hikâyesi denilebilir.

Burada anlattığımızın ise aynı çevrelerin bugünün Türkiye’sindeki durumuna bakıldığında bir açıdan belki galibiyet hikâyesi olduğu ileri sürülebilir:

“Seküler” bir modernleşme projesini hayata geçirmeye kararlı bir rejim karşısında bir galibiyet hikâyesi…

Ama bunun ötesinde ve üzerinde, küresel kapitalist dünya sistemi karşısındaki “tâbi” konum, “fabrikasyonlaşma”, “endüstriyelleşme”, “CİT”leşme açısından bakıldığında da mağlup sayılacak bir galibiyet hikâyesi!..

Kuşkusuz sürecin bir evveliyatı var ve 2000’ler Türkiye’sinde uzun süre İslami siyaset erbabı ile müşterek hareket etmiş bir “Cemaat”in seçkinleştiği, diğerlerinin ise bu duruma imrenerek ve gıptayla baktıkları bir dönemden geçilerek gelindi bugünlere...

O yüzden biraz hafızalarımızı tazelemekte yarar var.

Küçük esnaftan büyük burjuvaziye Nakşiliğin dört kolu

Türkiye’de irili-ufaklı çok sayıda Nakşibendi çevre var. Ancak bunlar arasında dört tanesi bu tarikatın adı geçtiğinde ilk akla gelenler olarak zikredilmekte. Bunlar:

İsmail Ağa, İskenderpaşa, Erenköy ve Menzil...

Bu dört kolun Türkiye’de yaygınlıklarının yanı sıra mensuplarının toplumsal, kültürel ve ekonomik profiline bakıldığında oluşturdukları yelpaze de dikkat çekici. Buna göre bakılarak denilebilir ki Nakşibendilik zenginler kadar yoksullara da, işsiz-güçsüzler kadar profesyonellere de, avam kadar elite de, “cahil” demeyelim ama eğitimli olmayan kadar lisans-üstü eğitime sahip “münevver” sayılabilecek insanlar da dâhil, her kesim ve tabakaya hitap eden bir tarikattır.

Yukarıda sıralanan Nakşi kolların dördünün de mutlaka bu ekonomik ya da kültürel kategorilerin hepsinden mensupları var. Yine de bir “genelleme”ye gitmek gerekirse, bu çevrelerin içinden veya onları iyi tanıyanların hemfikir oldukları şöyle bir sınıflama önerilebilir:

Nakşiliğin ‘sosyoekonomisi’

İsmail Ağa Cemaati ilk ortaya çıktığı zamanlarda alt sosyo-ekonomik tabakadan, eğitim düzeyi düşük, çekirdeğini Karadeniz, özellikle de Trabzon kökenli göçmenlerin oluşturduğu, bunun yanı sıra dar gelirli küçük esnaf ve zanaatkâra hitap eden bir koldu. Hâlihazırda en geniş kitleye sahip ve 1990’lardan bu yana, Ruşen Çakır’ın çarpıcı ifadesiyle, “metropoldeki taşra” olmaktan artık öteye geçip Anadolu taşrasına da açıldığı söylenebilecek bu çevre, bugün Türkiye’de dindar-muhafazakâr kesimde yukarı doğru sosyoekonomik mobilizasyon ve “orta-sınıflaşma”nın izlerinin sürülebileceği bir örnek...

1960’lardan 90’lara Türkiye’de en çok öne çıkmış, ama şimdilerde daha geri plânda olan İskenderpaşa Cemaati ise mühendis ve akademisyen ağırlıklı olarak “profesyonel”lerin ve entelektüellerin rağbet ettiği bir çevre... Dindar-muhafazakâr siyaset erbabı ve bürokrasi içinde de nispeten daha fazla temsilci ya da sempatizana sahip.

Erenköy Cemaati içinse Nakşiliğin bu coğrafyadaki en zengin kolu demek mümkün... Ticaret erbabı ve sermayedarların niteliğine damga vurduğu bu çevrenin Nakşiliğin “büyük burjuvazi”sini oluşturduğu söylenebilir.

Artık sadece Doğu ve Güneydoğu Kürt coğrafyası ile sınırlı olmayan, belki İsmail Ağa çevresi ile aynı eforda ama tam aksi istikamette “çevre”den (Anadolu taşrasından) “merkez”e (metropollere) doğru dinamik bir sosyoekonomik hareketlilik içine girmiş Adıyaman-Menzil Cemaati de Türkiye’de taşranın burjuvalaşma sürecinin bir örneği olarak işaret edilebilir.

TARİKAT ve CEMAAT

Nedir, Ne Değildir ?

Türkiye’de yaygın yanlışlardan biri, aslında “tarikat” sayılamayacak İslami oluşumları öyle nitelendirmektir. Süleymancılar, Işıkçılar, Nurcular, Gülen Hareketi bunlar arasında... Ancak yanlışlığı, daha doğrusu kafa karışıklığını besleyen başka kullanımlar da var. Söz gelimi bir tarikatın farklı kollarını tanımlamak için de “cemaat” tabiri işlerlikte:

İskenderpaşa Cemaati, İsmailağa Cemaati, Menzil Cemaati, Erenköy Cemaati gibi...

Bunlar, Nakşibendiliğin Türkiye’deki farklı kolları.

Karmaşayı sadeleştirme yolunda biraz çaba harcayalım!..

“Tarikat” denilen topluluklar, “cemaat” adı altında değerlendirilenlere göre daha “geleneksel” nitelikte olup, modern- öncesi toplum yapısına uyarlı şekilde sözlü kültür ve yüz yüze iletişimi öncelikli sayan bir işleyiş gösterir. Tarihi yüzyıllara dayanan tarikatlarda şeyhmürit ilişkisi esası oluşturur. Zikir pratiği merkezî, “biat-intisap”, yani şeyhe bağlanma/tarikata giriş törenleri es geçilemez, “silsile” denilen ve mevcut tarikat liderini önceki dönemlerin şeyhleri aracılığıyla erken-İslâm döneminin sufileriyle Peygamber’e bağlayan “meşruluk zinciri” de olmazsa olmazdır.

Bunları “cemaat” denilen ve 20’nci yüzyılda sökün etmiş oluşumlarda göremeyiz. Cemaat önderinin “önderliği” kendisini önceleyen, etkilendiği, feyiz aldığı isimler olsa da bir silsileye dayanmaz. Zikir çekmek yerine Kur’an ve diğer dinî metinlerin okunması esastır. Bu yüzden de tekkenin yerini “okul” alır ki bu aslında modernlikle etkileşimin sonucu olan bir uygulamadır.

Dolayısıyla “cemaat” diye sınıflanan İslâmî oluşumlar ve onların önderleri, geleneksel toplum yapısından ve tarikatlardan kök almış olsalar bile sonuçta modern toplumun talep ve ihtiyaçları doğrultusunda bir yeni-biçimlenmeyle ayırt edilir. Mesela yaygın bir yanlışlıkla “tarikat” sanılan Nur Cemaati önderi Said Nursi, aslında tarikatların İslâm toplumunun birliğini böldüğü, dolayısıyla gücünü zayıflattığı görüşü doğrultusunda onları reddetmiş, “Devir, tarikat devri değil” demiştir.

Nurculuk, “mürit-mürşit” ilişkisine dayanmaz. Tarikatta şeyhlik makamının temel önemi, Nurculuk’ta “yazılı mesaj”a (Risale-i Nur) transfer edilir.

Bu arada tarikatların da artık modern, hatta “postmodern” toplum bünyesinde “geleneklerini modernleştirerek” varlıklarını sürdürdüklerini unutmamak gerek. Biat törenlerinin “online” gerçekleştiği, şeyhlerin “irşat” (rehberlik) faaliyetinin dijital ortamda sürdüğü tarikatlar da bugünün talep ve ihtiyaçlarına uygun işleyiş içinde...

Dolayısıyla durum şu: Geleneğin bağrından çıkmış ve ona bağlılıkta ısrarlı ama modern/postmodern dünyada nefes alıp vermeyi de öğrenmiş tarikatlar var. Bir de aynı modernlik karşısında, ta en baştan ona uyarlı etkinlik sergileyen “post-tarikat” oluşumlar var ki, bunlara daha uygun bir tabir bulamadığımız “cemaat” diyoruz.

Yarın... AKP ve Cemaat: Birleşen Yollar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları