Milliyetçilik ve Türkleştirme

25 Şubat 2013 Pazartesi

Türkiye gerçeğinde uluslaşma sürecinin motoru olan milliyetçilik, Cumhuriyeti kuran kadrolar tarafından “Türkleştirme” olarak anlaşılmış, anlaşıldığı gibi de uygulanmıştır. 19. yüzyılın sonlarından I. Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1918 yılına kadar Kafkas ve Balkan topraklarından sürülen Çerkez, Gürcü, Acar, Abhaz, Çeçen, Sırp/Boşnak, Arnavut gibi milyonlarca göçmen Anadolu’da kendilerine yeni bir yurt bulmuşlardır. Farklı kökenlerden gelen, fakat tümü Müslüman olan bu insanlar uluslaşma/Türkleştirme sürecine gönüllü olarak katıldıklarından bir soruna yol açmamışlardır.
Türkiye’de yaşayan Yahudiler, kendi istekleriyle Lozan Antlaşması çerçevesinde
“azınlık” olarak kabul edilme talebinde bulunmamışlar, Ermeniler ve Rumlar ise yine aynı antlaşmanın öngördüğü azınlık statüsünün koşullarını kabul etmişler, varlıklarını “azınlık” olarak Lozan Antlaşması’nın koruyucu hükümleri çerçevesinde sürdürmüşlerdir.
Ne var ki 1922’de iktidara gelen
Mussolini ile birlikte İtalya’nın faşistleşmesi, 1933’te de Hitler’le birlikte Almanya’da nasyonal sosyalistlerin başa gelmesiyle Avrupa’da esmeye başlayan milliyetçi rüzgârlardan Türkiye de etkilenmiştir.
1924 Anayasası’nın 88. maddesinin ilk fıkrasında yer alan
“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir” ve 1937 Anayasası’nın yine 88. maddesinde yer alan, “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” hükümleri yer almıştır. Fakat 1930’lu yıllarla birlikte Türkiye’deki Türk uyruklu gayrimüslimler üzerinde çeşitli baskılar uygulanmaya başlamıştır. Yürürlükteki anayasalara göre “Türk” kabul edilmeleri, bu yurttaşlarımızı devlet eliyle ya da devletin göz yumduğu güçler tarafından uygulanan çeşitli baskılar karşısında korumamıştır. Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani, Yezidi yurttaşlarımızın yasalar karşısındaki eşitliği kâğıt üzerinde kalmıştır. Baskılar 1970’li yılların ortalarına kadar sürmüştür.
Burada tartıştığımız konu,
“uluslaşma” ya da “bir ulus devletin kurulması” değil, bu süreçlerde toplumun belli kesimlerine “Türklük” adına uygulanmış baskılardır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz, bir ucu ırkçılığa, faşizme açılan milliyetçi rüzgârlardan
Atatürk’ün yakın çevresinde yer alan ve karar verici konumlarda bulunan Mahmut Esat Bozkurt, Recep Peker, Şükrü Saraçoğlu gibi devlet adamlarının etkilendikleri bir gerçektir.
Mahmut Esat Bozkurt ilk TBMM’ye milletvekili olarak girmiş, ölümüne kadar (21.12.1943) her dönem milletvekili seçilmiş, 23 Kasım 1924 - 27 Eylül 1930 tarihleri arasında Adalet Bakanı olarak görev yapmıştır. 19.9.1930 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan şu sözler onundur
: “Biz Türkiye denen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir! Dost ve düşman, hatta dağlar, bu hakikati böyle bilsinler! Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir! Türk devletinin işlerini Türklerden başkalarına vermeyelim! Türk devleti işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk Cumhuriyeti’nin devlet işlerinin başında mutlaka Türkler bulunacaktır!”
1930’larda filizlenen bu anlayış devlete bugün de egemendir. Örneğin, gayrimüslim Türk vatandaşları üniversiteler ve hastaneler dışında asker, sivil bürokraside istihdam edilmemektedir. TBMM’ye milletvekili olarak girebilen bir gayrimüslim yurttaşımız aynı Meclis’te odacılık bile yapamamaktadır.
Çarşamba günü devam edeceğiz.

\n


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Veda 28 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları