60. Antalya Film Festivali'nin iptaline yurt dışından bakmak: Kaybet-kaybet modeli!

Farklı alanlardaki kimi başarılarımızla uluslararası düzeyde gurur duyarken, bazı beceriksizliklerimizle de utançtan yerin dibine batıyoruz. Hele hele bu beceriksizlikler üst düzeylere dek tırmanır, sözüm ona kurnazlıklar üzerine örülü ucuz bizans oyunlarıyla sahnelenirse...

Yayınlanma: 04.10.2023 - 15:16
60. Antalya Film Festivali'nin iptaline yurt dışından bakmak: Kaybet-kaybet modeli!
Abone Ol google-news

Fransızca yazan ya da konuşan basın organlarında, hafta sonundan bu yana ayrıntılı haberlere konu olan 60. Antalya Film Festivali'nin iptaline ilişkin ortak saptama, olayın temelinde politik sansürün sırıtıyor olmasıydı. 

Son hafta boyunca yaşanan süreci gayet açık, dürüst, hatta ayrıntılı bir dille özetleyen bu haberler, Antalya'da yaşanan tabloya uzaktan, somut bilgiler eşliğinde, yandaş yorumlardan ya da küçük hesaplaşmalardan uzak gözlerle bakma olanağı tanıyor. 

Sonuçta, başta sinemaseverler, herkesin kaybettiği apaçık ortada...

Kazandıklarını sananlar da kaybettiler!...

İçerden bakıldığında, süreci kurnazlıkla yürüten siyasi iktidarın, gösterilmesini istemediği bir filmi, Nejla Demirci'nin her türlü baskı ve engellemeye direnerek çektiği "Kanun Hükmü" adlı belgeseli dolaylı yollarla sansürleyerek, kendi açısından başarılı olduğu düşünülebilir. 

Ancak, büyük tabloya bakıldığında, bir tür Pirus zaferine imza attıkları görülmektedir. Batı dünyasının Türkiye'ye karşı ön yargılı ve düşmanca davrandığını sık sık ileri süren hükümet, sonuçta Batı'nın eline, kendisini dövmesi için yeni sopalar tutuşturduğunun kuşkusuz farkındadır. 

Herhalde, iç kâr-dış zarar bilançosunun, kısa vade de olsa kendi siyasi çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmüş olmalılar... 

KAYBEDENLER KULÜBÜ...

Kaybedenler kulübünün başında Antalya Büyükşehir Belediyesi geliyor. Ülkenin bu en eski, İstanbul Film Festivali'yle birlikte dış dünyada en tanınmış etkinliğini, bakanlıkların dolaylı sansür girişimleri yanında, demokrasiyle bağdaşmadığı anlaşılan kimi baskı ve tehditler karşısında bile savunamayan; kriz sürecini doğrudan yönetmekten kaçınarak sorumluluğu başkalarına yüklemek isteyen; sonunda da festivali tümden iptal etmek zorunda kalan ABB...

Festivalin sanat çizgisinden ve organizasyonundan sorumlu ekibin, doğrudan karşı karşıya gelmek istemeyen fillerin tepişmesinde hakemlik yapmak zorunda bırakılmasıyla, kaybedenler kulübünün en çok haksızlığa uğrayan, güçsüz üyesi olması da ayrı bir üzüntü konusu...

Festival yöneticilerini seçen, ve sanki kanun hükmünde bir kararla işlerine istediği an son verme yetkisi olan ABB'nin, "Kanun Hükmü"nün seçkilerden çıkarılıp çıkarılmaması konusunda da karar verici olması, kuşkusuz en doğru, en adil tavır olurdu. Nejla Demirci'nin gerçekleştirdiği belgeselin, sinemasal biçimi ya da sanatsal özgünlüğü nedenleriyle değil, el attığı konunun siyasi düzeyde “sakıncalı” görülmesi nedeniyle seçkilerden çıkarılması istenildiğine göre, bu konudaki kararın da, öncelikle politik düzeyde alınması gerekmez miydi?

Kulübün en çok zarar göreni, doğal olarak, bu çatışmada hiçbir söz hakkı olmayan sıradan sinemasever oldu; en az yara alanıysa, kısa zamanda dayanışma ortamı yaratıp, direnişçi bir ruh etrafında birleşerek sert tepki göstermeyi başaran yönetmenler, oyuncular, yapımcılar ve jüri üyeleri... Onlar da, ne yazık ki filmlerinin "Altın Portakal" vitrininden mahrum kalmasıyla, temelde en fazla kaybedenler arasına katılmış oldular...

DEMOKRATİK ÇÖZÜMLER...

Önemli olan, hatalardan ders çıkararak geleceği hazırlamak, yapıcı girişimlerde bulunabilmektir. ABB başkanının en olumlu çıkışı da bu yönde oldu zaten: Festivali yıl sonundan önce yaşama geçirmek!

Ancak, bu güzel hedefi, tek başına, üstelik yeni bir ekiple gerçekleştirmek istemesi, kanımca çok yanlış. Yeni bir organizasyon ekibi ve sanat yönetmeni aramaya çalışmak, bu kötü yönetilen süreçten hiç ders alınmadığını gösterir.

60. Altın Portakal seçkilerini olduğu gibi korumak; istenmeyen belgesel ile ilgili kararı da, konuya muhatap olan Kültür ve Adalet bakanlıklarının sorumluluklarına bırakmak gerekir.

"Kanun Hükmü"nün seyirci karşısına çıkmasında kanuni bir sakınca varsa, bunu hukuki temellerde saptamak gerekmez mi? Bağımsız adaletin, tarafsız bilirkişilerin görüşlerini de alarak, dönemin geçerli kanunlarına göre vereceği karardır önemli olan. 

Filmin gösterimi mahkeme kararıyla yasaklanabilir, ya da serbest bırakılır. Demokratik hukuk düzeninin gereği budur. "Kanun Hükmü" belgeselini izleyip izlemedikleri bile bilinmeyen bakanların değerlendirmelerine göre verilecek keyfi kararlar, AB üyesi olmak isteyen bir ülke için kabul edilemez bir yaptırımdır. Hiç olmazsa, “düşmanlarımızın” eline bir koz daha vermekten kaçınalım!

HALKA AÇILMAK ADINA...

Her bunalım yeni bir sıçramaya giden yolları da açabilir, açmalıdır da. 

Örneğin, 60. Altın Portakal yarışını sanal ortama taşıyarak, Türkiye'deki (hatta dünyadaki!) her sinemasevere, seçkilerde yer alan bütün filmlere ulaşma imkânı sağlamak, ütopik gibi gözükse de, kısa sürede gercekleştirilebilecek bir açılım olmaz mı? Örneğin, Antalyalı bir sinemasever, ABB internet sitesine yüklenecek her filme, hızlı davranılırsa, öngörülen 7-14 Ekim tarihleri arasında bile, istediği anda ulaşamaz mı? 

İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir gibi büyük kent belediyeleri de bu girişimi benimseyip, kendi sitelerinde ortak sunum yapabilirlerse, Altın Portakal halk jürisi genişleyip Türkiye geneline yayılabilir.

Önceden belirlenen resmi jürilerin üyeleri, bilgisayar ya da cep telefonu ekranlarında görecekleri filmleri değerlendirirken, öte yanda kalabalık bir halk jürisi, aynı seçkileri izledikten sonra İnternet ortamında vereceği oylarla, kendi ödüllerini dağıtmış olur...

İsteyen ya da cesaret eden STK, basın organları, sinema dernek ve mesleki kuruluşları, hatta üniversiteler, kendi internet siteleri üzerinden bu girişime ortak olurlarsa, yüz binlerce sinemasever "Online Golden Orange" (OGO) etkinliği süresince, diledikleri filmleri istedikleri an, sanal ortamda bağlantı yoğunluğu ya da düğümlenme sorunu yaşamadan izleyebilirler.

Ayrıca, katılımcı site ağı ne kadar artarsa, yasal ya da korsan, dijital  engelleme girişimlerinin de aynı oranda zorlaşacağı unutulmamalıdır. 

Hatta, neden olmasın, Netflix ve Mubi gibi platformların da, bu kısa süreli deneysel girişimin kendi markaları için artı yarar sağlayacağını da göz önüne alarak tam destek verdiklerini düşünün!...

Sinema, gerçeklerle düşlerin harmanlandığı sonsuz maceralar kazanı değil midir zaten? Bir kepçe katkı da bizden... 

TELİF HAKLARI...

Bu noktada, telif hakları konusu, çözülmesi gereken en ciddi sorun olarak önümüze çıkıyor.

Filmlerin gerisindeki yaratıcı gücün her kademesinde emeği geçenlerin haklarını vermek, organizatörlerin temel yükümlülüğü olmalıdır. Yapımcılar ve diğer hak sahipleri, böyle bir ilk deneyim için özveride bulunmayı kabul etseler bile, katiyen zarar görmemelidirler. 

Yerinde yapılan bir festivalin tüm organizasyon, yolculuk ve konaklama masrafları öncelikle telif hakları kalemine aktarılsa bile, ek kaynak bulmak gerekebilir. 

Sübvansiyon ve sponsorların yetersiz kalacağı varsayımından yola çıkarsak, filmleri "online" izleyeceklerin parasal desteği kaçınılmaz olur. Ancak, simgesel bir düzeyde kalmasına çalışılmalıdır. Atıyorum, film başına 10 TL destek istenebilir. On film için 50 TL, tüm filmler içinse 100 TL düzeyinde birer abonman bile sunulabilir...

Her izleyicinin, kimlik bilgileriyle kayıt yaptırması ve halk jürisine katılıp oy vermek istiyorsa, o seçkideki filmlerin en az yüzde seksenini görmüş olması koşulu da, bilgisayar ortamında kolayca denetlenebilir.

Sorunlar listesi uzadıkça, çözümler listesi de uzayıp gidecektir...

Televizyon ekranında bile film izlemeyi sevmeyen, "online" festivallere ise hiç yüz vermeyen, yeni bin yılın sinemasal ahtapotlarına benzettiğim platformlara abone olmayı hâlâ reddeden dinozor bir sinemasever kimliğiyle yaptığım bu önerinin içerdiği ironik çelişki de, işin en eğlenceli yanı galiba...

Fransızların değişiyle, pastanın üzerindeki kiraz!


İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler