Silivri’de Gezi eylemleri davası kapsamında Nisan 2022’den beri tutuklu bulunan ve hakkında 18 yıl hapis cezası verilen Hatay’ın seçilmiş milletvekili TİP’li avukat Can Atalay’ın milletvekilliği Anayasa Mahkemesi’nin kararına karşın engelleniyor. Atalay, üç yıldır tutulduğu hücresinden Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı.
Meclis’te sizinle ilgili kararın okunması siyaseti ve yargı tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Bu konuyu siz nasıl yorumluyorsunuz?
Gezi Davası için heyet huzurunda söyledim: Bu artık bir yargılama değil politik faaliyettir.
İlk derece mahkemesinin ceza veremeyeceğine neredeyse herkes emindi. Ancak öyle bir hırsla muhatabız ki değil yerel mahkemeyi Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin o beş üyesinin neler neler yaptığını herkes gördü. Gezi Davası’nın “bazıları” için ne anlama geldiğini çocuklar bile anladı.
Epeydir benimle ilgili durum “Can Atalay Olayı” olarak anılıyor. Her ne kadar ismim geçse de “Olay” “ilgili şahıs”tan daha çok doğrudan Gezi Direnişi’yle ilgilidir.
“İktidar” dur durak bilmeyen pervasız adımlar atmaya yıllar öncesinden niyetlendiğinden ve bu adımlarına karşı da küçük/büyük ses çıksın istemediğinden “Gezi”nin üzerine şiddetle gitti. En ağırından mahkûmiyet kararlarıyla gözdağı vermek için çiğnemediği Anayasa, yasa, kurul, kural bırakmadı. Yinelemeye gerek yok. Cezaevi kapısında verilen tutuklamalar, tanınmayan AYM, AHİM kararları, tekrar edilen yargılamalar… AYM üyeleri hakkında suç duyurusu…
Olaylara ve yeni bir krize neden olan “Meclis’te AYM Kararı’nı Okumak” bu sürecin devamıdır. İktidar, ne pahasına olursa olsun “Gezi” hattında bir gedik açtırmamaya kararlıdır. Çoğunluğun gücüne dayanarak Anayasa tanımadan fiili durumlar yaratmaktadır.
Hataylı yurttaşlarımızın seksen bine yakın oyuyla milletvekili seçildiğimde hükümlü değildim. Anayasa hükmü gereği hemen vekillik görevine başlamam gerekiyordu. Çok sayıda emsal mevcuttu.
Ancak… Sonrası biliniyor, hızlı geçiyorum. Yargıtay ilgili dairesi tahliyeyi reddetti. Tam AYM’nin “reddi” görüşeceği gün hükmünü açıkladı. AYM, “derhal Can Atalay’ı tahliye edin - 1” dedi. Yargıtay yeniden direndi. AYM, yeniden “derhal Can Atalay’ı tahliye edin - 2” dedi.
Baktılar olmuyor, bu defa Meclis’i de hukuksuzluğa bulaştırdılar. Meclis’te, 30 Ocak 2024’te Anayasa Mahkemesi’nin iki kez “yargılaması durdurulsun, Can Atalay milletvekilliği görevine başlasın” hükmü hiçe sayıldı. Hükümsüz bir “Yargıtay yazısı” Genel Kurul’da okundu. Anayasa, yasa önemli değildir, önemli olan çoğunluktur anlayışıyla Hatay halkının 80bine yakın oyuyla verdiği milletvekilliği görevim fiili durumla engellendi. Meclis’te “çoğunluk” Anayasa tanımazlıkla bir “fiili” durum yarattı.
“Fiili durum” tanımlaması bizzat Anayasa Mahkemesi’ne aittir. AYM, “Türk Hukukunda verilmesi mümkün olmayan bir karar” olarak tanımladı. Daha ağır ne söylenebilir? Anayasa Mahkemesi durumu yeniden görüşerek Şubat 2024’te Meclis’in uygulamasının “yok hükmünde” olduğuna hükmetti. Kararı Temmuz 2024’te Resmî Gazete’de yayımlandı.
“Milletvekilliğimin Tartışılmazlığı” üzerine artık söylenecek bir söz, yapılacak bir işlem kalmamıştı. Nasıl “Yargıtay yazısı” Meclis’te okunduysa Anayasa Mahkemesi’nin Resmî Gazete’de yayımlanan ve Meclis’e de yollanan “kesin, herkesi bağlayıcı hükmü” de Meclis’te okunacak ve “Olay”a bir nokta konulacaktı.
Meclis Başkanı tam sekiz ay Türkiye’nin tamamının öğrendiği, okuduğu kararı Meclis’ten sakladı.
Ancak kuruluşunun 105. Yılında iki cesur kadın milletvekili bu utanç gölgesini Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üzerinden kaldırmak için adım attı. 16 Nisan 2025 tarihli Meclis oturumunu yöneten sayın Gülizar Biçer Karaca, Anayasa Mahkemesi kararını kâtip üye sayın Sibel Suiçmez’e okuttu. Okuma işlemi Meclis Tutanakları’na da geçti. Her ikisini -elbette destek veren milletvekillerini ve siyasi partileri- de kutluyor ve teşekkür ediyorum.
Bu aşamada yapılması gereken çok açıktır: Can Atalay Meclis Kütüğü’ne kaydedilmelidir. Bu işlem Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un hem görevi hem de önceki yanlışından dönmesi için bir fırsattır.
Konuyu yanlış yorumladıkları İçtüzük, usul tartışmalarıyla boğuntuya getirmeye çalışıyorlar. Burada usul tartışmasına girmeyeceğim. Eski Meclis Başkanı Bülent Arınç “karar okunmuş, bu iş bitmiştir” dedi. Usul tartışmak isteyen herkese Murat Sevinç’in “Can Atalay'ın yeri TBMM'dir ve Gülizar Biçer Karaca anayasanın 'varlığını' hatırlatmıştır” ve içtüzük uzmanlarından Prof. Dr. Fahri Bakırcı’nın “Can Atalay ‘dipnotu’” yazılarını okumasını öneririm.
Tekrar ediyorum, bugün yapılması gereken Meclis Kütüğü’ne kayıttır. Durumu “milletvekilliğinin iade edilmesi” üzerinden tartışanlar var. Yanlıştır. Çünkü AYM her üç kararında da “Can Atalay milletvekilidir” demiştir. Yine konuyu Yargıtay, birinci derece mahkemeye emir, “tahliye” üzerinden tartışanlar var. Bu ayrı bir konudur. Bugünün konusu açık ve net Meclis Kütüğü’ne kayıttır. Bu da Meclis Başkanı’nın görevi ve sorumluluğudur.
Aylar önce Meclis’te Anayasa’yı yok sayarak yapılan okuma sonrasında “Can Atalay Olayı kapandı” beyanatları verildi. Bakın, kapandı denilince kapanmıyor. Sekiz ay sonra döndü dolaştı “Meclis Krizi” olarak önlerine geldi.
“Can Atalay Olayı”nı Anayasaya göre halletmedikleri sürece “Meclis Krizi” devam edecektir. İki cesur kadın milletvekili, sayın Gülizar Biçer Karaca ve sayın Sibel Suiçmez “Olay”ı nasıl Anayasa’nın emrettiği zemine taşıdılarsa Meclis’te Anayasa’ya bağlı, fiili duruma boyun eğmeyen siyasal partiler ve onların sayın milletvekilleri “Olay”ı olması gereken sonuca ulaştıracaklardır. Öncelikle Can Atalay’ı “Kütük”e kaydettirecek ve devamını getireceklerdir.
Meclis’le birlikte demokratik kamuoyunun ilgisi ve desteği de çok önemlidir. Zaten yükselen toplumsal muhalefetin önemli gündem başlıklarından birisi de “Gezi Tutsakları”dır ve de öyle olmalıdır. Meclis’teki gelişmeler başta da söylediğim gibi “Gezi Direnişi”ne alınan tutumla doğrudan bağlantılıdır.
Anayasa’yı askıya alarak fiili durum yaratanlar, Meclis’te ve Meclis dışında Anayasa’yı savunan demokratik toplumsal muhalefet karşısında tutunamayacaklardır.
Saraçhane eylemlerinin ardından başlayan toplumsal hareketliliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tek cümleyle tanımlarsam: 19 Mart Direnişi ülkeyi uçurumun kenarından aldı. Ve sürekli teyakkuzda olmak gerekiyor.
Sanıyorum çok farklı ve çok geniş toplumsal kesimler, 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimi yenilgisinden sonra iktidarın operasyonlarla hedeflediklerini başarırsa geride bir şey kalmayacağını derinden hissetti. Buna kitlelerin içgüdüsü diyelim. Eğer İBB, Baro, CHP kayyuma teslimi güçlü bir direnç görmeden başarılsaydı artık yeniden nerede ve nasıl bir savunma hattı kurabilirdi, kestirmek zor. Elbette her şeyin bittiği, olanakların tükendiği anlar çok nadirdir. Yine de iktidarın kazanacağı inisiyatifi, toplumsal muhalefetin yaşayacağı güçlükleri tahmin etmek zor değil.
19 Mart Direnişi, ortak demokratik kaygılarda birleşmiş çoğulcu, çok renkli, farklılıkları bir arada barındıran bir hareket. Zaten gücü de buradan geliyor. Diğer bir önemli özelliği de doğrudan politik, iktidarı hedefliyor, iktidarı değiştirmek için siyaset alanında var olmaya genişleyerek devam ediyor.
Tam burada önemli bir kayıt düşmek isterim: Önünde sonunda düğüm “seçim”de çözümlenecek. Çünkü iktidar bütün hamlelerini “seçim” için yapıyor. Seçim yapılır mı yapılmaz mı, yapılırsa hangi koşullarda yapılır analizleri de önemli. Ancak her ne halde ise sandık gelecek, düğüm seçimlerde çözümlenecek. Önümüzde kazanılması gereken bir seçim var. Her birimizin ve hepimizin bu bilinç ve sorumluluk ile düşünmesi, söylemesi, eylemesi gerekiyor düşüncesindeyim. Değilse “atı alan Üsküdar’ı geçer”.
Sonuç olarak sorunuzdaki “Saraçhane eylemlerinin ardından başlayan toplumsal hareketlilik” iktidar ve seçim sorununa odaklandığı ölçüde kendini tamamlayacak ve başarıya ulaşmış olacaktır. 19 Mart’ın ivmesiyle gençlik, çiftçiler, çalışanlar içinde önemli hareketlenmeler görülmekte. Burada özel bir “öğrenci hareketi” başlığı açmayacağım. Yalnızca 19 Mart Direnişi’ne “öğrenci hareketi”nin verdiği kitlesel desteğin, en az onun kadar moralin ve coşkunun altını çizmekle yetineyim. Elbette bu hareketlerin örgütlenmesini güçlendirmek ve yaygınlaştırmak özel bir dikkat gerektiriyor. Ancak bütün hareketler biliyor ki “iktidar ve seçim galibiyeti” olmazsa hukuksuzlukların ardı arkası kesilmeyecek.
Bütün toplumsal ve siyasal hareketler “üst başlık olarak” “iktidar ve seçim”i dikkat merkezlerinde tutmalıdırlar, diye düşünüyorum.
Son günlerde bir de erken seçim tartışmaları yapılıyor Can Atalay bunu nasıl yorumluyor?
Yanıtım çok net: Hemen seçim, derhal seçim.
Yerel seçimlerden hemen sonra toplumsal muhalefetin bir bölümü hemen erken seçim siyasetine geçilmesini istiyordu. Uzun süredir CHP’de erken seçimi tek siyasi seçenek olarak belirledi. Günümüzde muhalefetteki “sağ partiler” dahil toplumsal muhalefetin tamamı erken seçim talebinde birleşmiş durumda.
19 Mart Direnişi ile iktidarın operasyonunun başarısız olması kitlelerin ruh halini derinden dönüştürdü. Öncesinde “Meclis’te iktidar çoğunluk, neden erken seçime evet desin” görüşleri “yurttaş istiyorsa erken seçim kapısı açılacaktır. Yeter ki yurttaşın kararlı tutumu ortaya konabilsin” yönünde hızla değişti.
Bu nedenle artık erken seçim “Meclis içi bir durum” olmaktan çıkmıştır. Söz ve karar yurttaşa geçmiştir. Bir yanda yönetilemeyen Türkiye gerçeği diğer yanda asıl karar verici olduğunun bilinciyle erken seçim talebini yükselten yurttaş “derhal seçim”in önünü açacaktır.
Emek hareketinin önemli isimlerinden birisi olarak 1 Mayıs’a ilişkin çağrınız nedir? Taksim’e yönelik çağrı yapılmasını isteyenler de var konuyu buraya hapsetmemek gerekir diyenler de var... Siz ne düşünüyorsunuz?
1 Mayıs 2025 hepimize kutlu olsun.
Öncelikle yurttaşlarımız ülkenin her yanında gerçekleşecek 1 Mayıs mitinglerine destek vermeye çağırıyorum. Güçlü, kitlesel 1 Mayıs’lar tam da bu dönem en çok ihtiyaç duyduğumuz eylemselliklerdir.
1 Mayıs, Emeğin Bayramı’dır. Tam adıyla söylersek “Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü”dür. Bu nedenle her 1 Mayıs öncesinde ve sonrasında değerlendirme ölçütümüz aynıdır düşüncesindeyim: “En güncel, can alıcı taleplerimiz nedir? Demokratik toplumsal muhalefet 1 Mayıs’ta neyi vurgulamalı? 1 Mayıs sonrasında da benzer sorular: Güncel mücadele taleplerimizi etkilice somutlayabildik mi, taleplerimizin arkasında güçlü bir kitlesellikle birlik ve dayanışmayla durabildik mi, taleplerimizi gerçekleştirmek için 1 Mayıs’tan birliğimizi ve dayanışmamızı güçlendirerek çıktık mı?”
1 Mayıs’ın “Taksim Emek ve Cumhuriyet Meydanı” ile ilişkisi çok özeldir. Hepimizin gönlündeki yeri bambaşkadır. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararında “mekân”ın ifade özgürlüğünün kolektif kullanımında “hakkın özüne ilişkin” olduğunu söyler. Anayasa Mahkemesi (AYM) hak ihlali kararı gerekçesinde de “Taksim ile emek hareketi arasında özel bir tarihsel hafıza vardır” denilmektedir.
Buradan anlamaya çalıştığım kadarıyla 1 Mayıs 2025’te sendikalar ve önemli bölüm toplumsal ve siyasal hareket iki başlığı öne alıyorlar. Birincisi “1 Mayıs’ı şehir merkezine taşımak”, ikincisi “kitlesellik”. İki başlığı da önemserim, 1 Mayıs’ın anlamına denk saptamalar olarak görüyorum. AYM hak ihlali kararından ve 19 Mart Direnişi’nden sonra Taksim’in hedeflenmesi gerektiğini savunanların olduğunu da okuyor ve işitiyorum. Farklı vurgularımız vardır, olacaktır.
Mevcut durumda bir “çağrı” yapmam gerekiyorsa çağrım, her geçen gün daha da pervasızlaşan otoriterliğe karşı mücadelede 1 Mayıs’ta “birliğimizi, dayanışmamızı ve mücadelemizi” daha da güçlendirmemizdir. Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin değerlendirmelerine ve önermelerine dikkatle kulak vermeliyiz. Her öneriyi, her farklı sesi duyduklarını, değerlendirdiklerini, direnişi ilerletmek yönünde yoğun bir çaba içinde olduklarını görüyoruz.
1 Mayıs 2025’ten daha da güçlenerek çıkacağımıza inanıyorum.