Bunlar kim?

07 Temmuz 2022 Perşembe

Tarikatlarla cemaatler “sosyolojik bir gerçeklikmiş yapılan değerlendirmeler de buna uygun olmalıymış.” Gelin bir deneyelim.

PROF. DR. FİLİZ’İN GÖRÜŞÜ

Şuradan başlayabiliriz. 29 Mayıs günü Arnavutköy, Taşoluk Yeşil Camisi Kuran Kursu’nda gerçekleştirilen icazet töreni öncesi 393 hafız, sokaklarda cüppe ve sarıklarla “teşrik tekbiri” getirerek yürüdü. 3 Temmuz günü Trabzon’da hafızlığını tamamlayan 254 kişi için düzenlenen icazet töreni öncesi “cüppeli ve sarıklı” kişiler kentte tur attı.

Prof. Dr. Şahin Filiz’e göre, “Kuran bugün ezberlenerek korunmaya ihtiyaç duymaz çünkü her yerde vardır.” Görüntülerdeki simgelerin anlamlarını bir kenara koyup devam edersek, Kuran her yerde, ama okullarda, camilerde, tarikatlarda, Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kapsadığı kurumsal alanda Türkçe değil. Kuran’ın içeriğine ulaşmak için, onu okuyarak yorumlayabilen, dolayısıyla, bilgisini fiilen tekelinde tutan uzmanlara başvurmak gerekir. İşte bu “yürüyenler” (hafızlar) bu “uzmanlar” tabakasının en alt basamağındaki kesimdir.

AKP rejimi döneminde bu “uzman” tabaka daha da genişlemiş, “sivil toplum” içindeki örgütlenmesi daha da derinleşmiştir. Diyanet’in harcamaları, Dışişleri, Kültür ve Turizm, Sanayi, Ticaret, Çevre ve Şehircilik gibi bakanlıklarınkinden büyüktür; istihdam ettiği personel 128 bini bulmuş, 90+ bin cami, 20 bin dolayında Kuran kursu yönetiyor. Diyanet Vakfı, yayıncılık yapıyor, üniversite kuruyor, televizyon kanalı işletiyor, hac turizmi organize ediyor, cami ve Kuran kursu inşa ediyor, öğrenci yurtlarını yaygınlaştırıyor, inşaat sektöründe de birçok alana yatırım yapıyor: İmam hatip liselerinin sayısı 1651’i buldu ve öğrenci sayısı 610 bini geçti (Mustafa Sönmez, Al Monitor, 13/05/2021): Ülkede 30+ tarikatın, bunlarla ilişkili 2.5 milyonluk bir nüfusun olduğu tahmin ediliyor.

SOSYOLOJİK... 

Gerçekten bir “sosyolojik gerçeklik” var. Bu “sosyolojik gerçekliğin”, bir ekonomik “gerçekliğe” dayanıyor olması gerekir: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” 

Öyle ya, Türkiye kapitalizminde, üretilen artık-değerden başka bir ekonomik kaynak yok (dış “kaynaklar” da bundan pay almaya geliyor). Ancak bu “sosyolojik gerçeklik” (“ekmede yok biçmede yok Osmanlı” misali) artık-değerin üretim sürecinde yok. Öyleyse, “bu gerçeklik” artık-değere nasıl ulaşabiliyorlar. Birincisi: Din bilgisinin yorumlarının tekelini, yeniden üretimini kontrol ettikleri için kurumsal yollarla, bağışlarla, vakıflara ait mülklerden gelen rant yoluyla bu artık-değerden pay alıyor. İkincisi, devlet, bu payı alabilmesi için ona gereken kolaylığı, hatta mekanizmaları sunuyor. Üçüncüsü, öyleyse devleti yöneten, kaynaklarını kullanan, dağıtan iktidar (ve onun rejimi) bu “sosyolojik gerçekliğin” bir ifadesi olsa gerekir. 

Lenin’in (Cilt 29. s. 421) “Sınıflar belli bir toplumsal ekonomi içindeki farklı konumlarından dolayı başkalarının emeğine el koyabilen insan gruplarıdır” özet tarifine başvurursak, bu “sosyolojik gerçekliğin” bugün bir egemen (en azından devleti kontrol eden) sınıf konumunda olduğu sonucuna ulaşabiliriz. 

Bu “sosyolojik gerçekliğin” bir başka tarihte ve toplumdaki örneğinin en yetkili ağzı Kardinal Wolsey’e (1471-1530) şöyle diyordu: “Eğer herkes kendi bildiği dilde ve kendi anladığı şekilde Tanrı’ya ibadet etmeye kalkacak olursa... bizim mensup bulunduğumuz din adamları sınıfının çok zararına olur… Din esaslarının din adamlarından gayrı hiç kimse tarafından bilinmemesi koşul olmalıdır...” (Aktaran, Özdemir İnce).

Haklar özgürlükler üzerindeki baskıları bir yana, Türkiye kapitalizminin, bu asalak kesimin yükünü taşıması mümkün müdür? Bu sınıfın beka sorunlarına odaklanan bir rejim ekonomik krizi yönetebilir mi? Bu asalak sınıfın varoluş koşullarını kavramadan siyaset yapılabilir mi?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları