G 6+1

11 Haziran 2018 Pazartesi

Cuma günü yapılan G-7 toplantısında yine gördük ki bir zamanlar “asla olmaz” denen şeylere tanık olmaya devam ediyoruz. Geçen hafta, ABD ile geleneksel müttefikleri arasında ticaret savaşları keskinleşmeye devam etti. Trump’la birlikte, ABD dış politikasında başlayan değişim de giderek belirginleşti. Şimdi, ABD’nin imparatorluk projesinin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra hegemonyası altında kurulan uluslararası ekonomik ve siyasi düzeni yıkmaya başladığını söylenebiliriz.

Bir ‘bumerang’ olarak dış politika...
G. W. Bush yönetimin ilk dönemindeki imparatorluk projesi fiyaskosu sırasında ortaya atılan, II. döneminde terk edilen, “Eski Avrupa ve Yeni Avrupa” ayrımını bir kenara bırakırsak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD dış politikası, hegemonya projesinin parçası, dayanağı olarak önce Avrupa’yı yeniden inşa etmek, SSCB’nin yayılmasını durduracak bir blok olarak bütünleşmesini desteklemek biçimdeydi. Daha sonra, bu politika, küreselleşme projesinin bir alt kümesi olarak, ABD hegemonyasının restorasyon çabalarının bir parçası olarak devam etti. Şimdi Trump yönetiminin, AB’yi parçalamaya, periferisini (Güney ve Doğu Avrupa ülkelerini) merkezinden (Almanya, Fransa, İngiltere) koparmayı amaçlayan yeni bir dış politika benimsediği görülüyor.
Trump’ın Almanya’yı “AB’yi hegemonya aracı olarak kullanmakla” suçlaması, ABD’nin yeni Almanya büyükelçisi Grenell’in, Avrupa’daki, AB karşıtı sağpopülist akımları güçlendirmeyi amaçlaması, Trump’ın da “Rusya’nın G7’ye geri çağrılması gerekir” sözleri, G7 zirvesinde, Merkel ve May’i dışlayarak Macron ve Trudeau ile kısa da olsa görüşmesi, toplantıyı bitmeden terk etmesi, toplantının ortak açıklamasını onaylamayı reddetmesi bu yeni politikanın yansımaları.
Trump yönetiminin, öncelikle Almanya’yı hedef alan, adeta kaba bir “böl yönet” mantığıyla şekillenen AB politikası, aslında dönüp Trump yönetimini vuracak gibi görünüyor.
Örneğin, Grenell’in güçlendirmeyi amaçladığı akımların hemen hepsinin Rusya ile güçlü ilişkileri var; Rusya’ya yaptırım uygulanmasına karşılar. Trump, AB periferisini Almanya’nın etki alanından çıkarmaya çalışırken, periferideki ülkelerde Rusya’nın etkisinin artmasına katkıda bulunuyor.

Ve tabii Almanya...
Gerek İngiltere, gerekse de ABD hegemonyası dönemlerinde, Almanya ve Rusya arasında olası bir yaklaşımın engellenmesi jeopolitik teorilerinin temel sorunlarından biriydi. Bugün, gerek enerji kaynakları gerekse de imalat sanayii ve teknoloji-ticareti alanında Almanya ile Rusya arasında güçlü, karşılıklı bağımlılık ilişkileri var. Bu koşullarda, Almanya ile ekonomik olarak rekabet etme şansı olmayan Rusya’nın ABD periferisinde siyasi etkisinin artırılması, onu giderek, Almanya liderliğindeki, AB merkezinin ekonomik, siyasi etki alanı içine çekebilir, böylece ABD karşıtı bir blokun şekillenme olasılığını güçlendirebilir diye düşünmek olanaklı.
Trump yönetiminin korumacı politikaları uluslararası ticaret sistemini, Macron’un, “kaba hegemonya” olarak nitelediği imparatorluk refleksiyle de Avrupa Birliği’ni parçalamaya yönelik politikaları en çok, ekonomik ve siyasi gelişmesini bu ikisine dayandıran (Financial Times’dan P. Stephens’in deyimiyle “istikar ithal eden”) Almanya’yı vurmaya aday.
Gerçekten de Almanya’nın istikrarı, son derecede düşük işsizlik oranlarına, sosyal harcamalarını destekleyen dış ticaret fazlasına, ileri teknolojiye dayalı yüksek verimli imalat sanayiine dayanıyor. Bunlar da halen GSMH’sinin yüzde 46’sını oluşturan ihracata, özellikle de otomotive, yüksek katma değer içeren sanayi ürünleri ihracatına...
İki dünya savaşı da Almanya kapitalizminin üretim, sermaye fazlasını ihraç edecek lebensraum (yaşam alanı) gereksiniminden kaynaklanmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya bu gereksinimini, AB projesi içinde, barışçı yollarla karşılamış görünüyordu. Şimdi Trump yönetimi, küresel ekonomik düzeni parçalarken, Almanya’yı, dış politika önceliklerinin başına yine lebensraum sorununu koymaya zorluyor, hem de, Almanya savunma harcamalarını hızla artırmaya başlamışken...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları