Nükleer felaketin kıyısında

ABD ve Kuzey Kore arasında yükselen kriz ve nükleer silahlarla yapılan tehditler endişe yaratıyor. Krizin savaşsız çözüme kavuşması da III. Dünya Savaşı’na yol açması da olasılıklar dahilinde.

Yayınlanma: 14.08.2017 - 20:37
Abone Ol google-news

Kuzey Kore, ABD topraklarına uzanabilecek balistik füzelere sahip olduğunu gösterdi ve bunlara uyarlanabilecek nükleer başlık geliştirdiğini iddia ediyor. ABD tepki olarak, Birleşmiş Milletler’den Kuzey Kore’ye yönelik çok ağır ticari, mali yaptırımlar geçirdi. Yaptırımlar, Kuzey Kore’nin demir, kömür, kalay madenlerinin, deniz mahsullerinin ihracatını yasaklıyor, toplam dış ticaretinin yüzde 30’unu etkiliyor, ekonomik sisteminin stresini artırıyor Stratejik B1B bombardıman uçakları Kore Yarımadası’nın üzerinde uçuyor. ABD, Güney Kore topraklarına çok gelişmiş füze savunma füzeleri koyacağını açıkladı. Kuzey Kore bin misli cevap vereceğini söyledi. ABD Başkanı Trump, “ABD’ye saygısızlık ediyorsun...

Benim dönemimde buna tahammül edilemez... Tarihin görmediği ateşi ve öfkeyi göreceksin” tehditleriyle cevap verdi. ABD ve Kuzey Kore yönetimleri arasında tırmanmaya başlayan bu garip söz dalaşı, nükleer silahlar kullanma tehditleri, dünyayı, ‘bir büyük savaşa’ kolaylıkla dönüşebilecek bir nükleer çatışmanın eşiğine getirdi. İlk bakışta mantık insana, dünyanın en zengin ve askeri olarak en gelişkin ülkesiyle, küçük, yoksul bir ülke arasındaki bir savaş olasılığının bir büyük savaşa dönüşmeyeceğini söylüyor: Ya küçük ülke diplomatik yollarla baskı altına alınır ya da büyük ülke, küçüğünü yangın yerine çevirerek kısa sürede savaşı bir sonuca ulaştırır. Gerçekten de İran ile yapılan nükleer enerji anlaşması, Irak’ta Saddam rejiminin başına gelenler bu mantığı destekleyen örnekler oluşturuyor. Yine de Irak savaşının, Irak’la sınırlı kalmadığını, bölgesel bir Sünni, Şii rekabetini tetiklediğini, El Kaide ve IŞİD gibi terörist örgütlere ebelik ettiğini görüyoruz. Diğer taraftan, Bir ABD-Kuzey Kore savaşının, hele nükleer bir boyut da kazanırsa, bu iki ülke ile sınırlı kalmayacağını, hızla genişleyerek bir III. dünya savaşına dönüşebileceğini düşündüren çok sayıda etken var.

İki lider iki rejim

Dikkatle bakınca gerek Washington’da Trump’ın gerekse de Pyongyang’da Kim Jong İl’in yönetimlerinin, gerçek bir savaştan olmasa bile en azından çok yankı yapacak savaş tehlikesinden yararlanmak isteyeceklerini kolaylıkla görebiliriz. Trump, başkan seçildiğinden bu yana ne otoritesini kurabildi ne de istikrarlı bir yönetim. Bu krizde de ne uzmanların bilgilerinden ne de kendinden önceki başkanların deneyiminden yararlanma eğilimi gösteriyor. Dahası, Rusya’nın Trump ailesiyle, Trump’ın seçim kampanyasındaki görevlilerle ilişkilerine, Rusya’nın ABD başkanlık seçimlerini etkileyip etkilemediğine ilişkin soruşturma derinleştikçe, Trump’ın azledilmesi ve yasal işlemle karşılaşması olasılığı giderek artıyor.

Diğer taraftan Trump’ın kendi tabanı içinde bile taraftar kaybetmeye başladığı, Cumhuriyetçi Parti’nin gelecek ara seçimlerde bir çöküşle karşılaşma korkusu Trump’ı tasfiye etmeye yönelik komplo senaryolarının tartışılmasına yol açıyor. Tam bu sırada, geçen pazar Virginia’da, Trump başkan olduğundan bu yana giderek daha da aktifleşen faşist hareketle, faşizm karşıtı güçler arasında patlak veren şiddetli çatışmalar, Trump’ın beyaz ırk üstünlüğü yanlısı faşistleri kınamaktan çekinmesi, Trump açısından gündemin acilen, başkanlık ve başkomutanlık otoritesini, ‘o düğmeye’ basma yetkisini herkese hatırlatacak yönde, değiştirilmesi gerektiğini gösteriyor. Kuzey Kore, 1950-53 savaşı bittiğinden bu yana sürekli askeri, siyasi ve ekonomik ambargolar altında, büyük ölçüde Çin ile kurduğu ekonomik ilişkiler üzerinden varlığını sürdürmeye çalışıyor. Kuzey Kore rejimi, ekonomisi bu uluslararası jeopolitik koşulların altında şekillendiğinden ne ciddi bir ekonomik gelişme sergileyebildi ne de kalıcı bir siyasi istikrar kazanabildi. Birincisi, 1950-53 savaşında, Kuzey Kore’nin tüm kentleri bombalanmıştı. ABD, Kuzey Kore savaşında, Vietnam savaşında kullanılandan çok daha fazla Napalm bombası atmıştı. Bu savaşın acıları Kore halkının anlığında hâlâ taze. İkincisi, savaş bir barış anlaşmasıyla değil, ateşkes ile sonuçlandı.

Kuzey Kore sınırlarının, ülkesinin güvenliğini sağlayamadı, uluslararası meşruiyetini kazanamadı. Sürekli ABD’nin ve onun müttefiklerinin ekonomik diplomatik yaptırımları altında yaşamak zorunda kaldı. Bu son yaptırımlar da adeta bardağı taşıran son damla oldu. Bu tarihsel koşullar altında, Kuzey Kore rejimi özellikle SSCB dağıldığında önemli bir desteği kaybettikten sonra, sürekli askeri kapasitesini, nükleer silahlar da geliştirerek artırmaya, bu kapasiteyi sürekli sergileyerek bir caydırıcılık yaratarak kendini güvenceye almaya çalıştı. Kuzey Kore’nin halkının, liderliği babadan oğula geçen baskıcı bir rejim altında, dış dünya ile ilişkileri son derecede kısıtlı bir biçimde yaşıyor olması, her sarsıntıda, rejimin istikrarı üzerine büyük bir soru işareti koyuyor, rejimin liderliğinin paranoyasını, aşırı tepki verme olasılığını artırıyor. Diğer taraftan rejimin dışa kapalı olması, uluslararası yorumcular açısından riskli, bir bilinemezlik yaratıyor, yanlış yorumlama olasılığını gündeme getiriyor. Özetle, ABD ve Kuzey Kore’deki ekonomik siyasi koşullar, bugünkü liderliklerinin özellikleri oldukça patlayıcı bir karışım oluşturuyor.

Düzen çözülürken

Birçok kez tartıştığımız gibi, işleyiş kuralları ABD liderliği altında oluşmuş, Batı merkezli ekonomik ve siyasi dünya sistemi çözülüyor. Sistemin düzeninden ve güvenlik mimarisinden sorumlu hegemonik ülke ABD, ne ekonomik ne de siyasi krizlere yönelik çözümler üretebiliyor, ne küresel ne de yerel düzeyde düzen getirebiliyor. Bu iktidarsızlığın yarattığı otorite boşluklarında hem yükselen güçlerin etkileri artıyor, hem de orta ve küçük çaplı bağımlı, azgelişmiş ülkelerin liderlikleri, güçleri aşan jeopolitik maceralara olanak verecek yeni manevra alanlarına kavuştuklarını düşünebiliyorlar. Bu yeni manevra alanlarına kavuştuklarını düşünen liderler, büyük güçler arasında birini öbürüne karşı dengelemeye çalışan, son tahlilde istikrarsız ve esas olarak kontrol edemeyecekleri karmaşıklıkla ilişkiler kurmaya çalışıyorlar. Bu karmaşık ilişkiler ağı tarihte “Tükidides tuzağı” olarak bilinen koşulların oluşmasını hızlandırabiliyor. Yunanlı tarihçi Tükidides (MÖ 469-395), Pelopones Savaşlarına yol aşan Atina Isparta rekabetini analiz ederken, savaşla sonuçlanma olasılığı çok yüksek bir durum tanımlaması yapıyor. “Tükidides tuzağı” denen bu durumun esas olarak iki bileşeni vardı. Biri yerleşik emperyal gücün, yükselmeye başlayan bir başka gücün gittikçe artan kapasiteleri karşısında korkuya kapılarak önleyici adımlar atmaya kalkışması. İkincisi de bu iki emperyal gücün, etki altına aldıkları ya da almayı amaçladıkları küçük devletlerle kurdukları karmaşık ilişkilerden dolayı arzu etmedikleri bir çatışmanın içine çekilme olasılığı.

Bir süredir, özellikle son mali krizden bu yana, jeopolitik uzmanları ABD ile bir tarafta Rusya, diğer taraftan Çin arasında “Tükidides tuzağını” anımsatan durumların şekillenmekte olduğuna işaret ediyorlardı. Böyle bir tuzağın Kuzey Kore etrafında şekillenmekte olduğunu düşünmek mümkün. ABD, Çin’in yükselmesinden, giderek Çin Denizi’nde ABD’yi bölgeden çıkarmayı amaçlayan bir biçimde etkin olmaya başlamasından korkuyor. Çin’in ekonomik, askeri ve teknolojik alanlarda dev adımlarla ilerlemesi bu korkuyu daha da besliyor. Bu ortamda Güney Kore, ABD’nin vazgeçmesi olanaksız bir müttefikidir. Kuzey Kore ise bugüne kadar hep Çin’in diplomatik koruması altında yaşadı. Çin devletinin dış politika eğilimlerini yansıtan Çin gazeteleri, Çin’in bu korumayı kaldırmaya niyetli olmadığını, Kuzey Kore’ye yönelik bir saldırı ya da rejim değişikliği girişimi durumunda, önlemek için müdahale edeceğini yazıyorlar. ABD’nin bölgedeki bir diğer çok yakın, adeta bağımlı müttefiki de Japonya. Japonya, ekonomik, teknolojik ve askeri olarak çok güçlü bir ülke. Henüz nükleer silahları yok ancak istediğinde edinebilecek teknolojiye sahip Japonya, hem Çin’in bölgesel olarak yükselmesinden hem de Kore’nin kendi topraklarına ulaşabilen nükleer silahlara sahip olmasından son derecede rahatsız. ABD ile Kuzey Kore arasındaki tırmanmanın hızla kontrolden çıkmasına olanak verebilecek bir diğer boyutu daha var. Bu tırmanma ABD’nin, kararlılığını ve refleks biçimlerini, zayıf ve güçlü yanlarını, yönetiminin iç çelişkilerini, özellikle Çin ve Rusya, hatta Almanya gibi yükselen güçlerin yaralanmasına olanak verecek biçimde gözler önüne sermeye başladı. Bu durum, ABD’nin zayıf görünmemek, zaaflarını gizlemek için, maksadını aşan ve hızla kontrolden çıkabilecek adımlar atması olasılığını artırmaktadır. Tüm bunları bir araya koyduğumuzda, tekrar başa dönersek, mantık insana, dünyanın en zengin ve askeri olarak en gelişkin ülkesiyle, küçük, yoksul bir ülke arasındaki bir savaş olasılığının, bir ‘Büyük Savaş’a dönüşme olasılığının düşük olduğunu söylüyor. Ancak, güçler dengesi ve Tükidides tuzağı gibi konjonktürlerin maddi bileşenleri, bu ‘mantığı’ etkisizleştirerek, tarafları istemedikleri bir yere doğru, örneğin askeri mantığın egemen olduğu bir tırmanma sürecine sürükleyebiliyor. Her şeye karşın, kötümserlikten sakınmak istersek şöyle de düşünebiliriz: ABD kurulu düzeninin, güvenlik yapılanmasının (pratik hükümet), Almanya Rusya ve Çin’in yeni bir savaştan yana olmaması önemlidir. Trump, kendi devlet aygıtı, Kuzey Kore de Çin ve Rusya gibi önemli müttefikleri tarafından dizginlenebilir. Ama ben yine de Trump gibi köşeye sıkışmış megaloman ve faşist karakterlerin, Kim Jong Un gibi babadan, dededen miras diktatörlerin, dünyaya zarar verme kapasitesini azımsamayalım derim.

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler