Hızla geçtik Kazım’ın hayatından

Kazım Koyuncu’yu kaybedeli on yıl oluyor. 25 Haziran 2005’te aramızdan ayrıldığında geride şarkılar, sözler, hayatı güzelleştirmek için takındığı bir tavır, duruşunu hiç bozmayan bir insan portresi bıraktı. Uğur Biryol’un kaleme aldığı 'Kazım’ın Sevdası', Koyuncu’yu ailesinin ve arkadaşlarının dilinden anlatıyor. Elbette kendisinin ve Biryol’unkinden de...

Yayınlanma: 25.06.2015 - 14:40
Abone Ol google-news

Uğur Biryol’dan 'Kazım’ın Sevdası'

Hızla geçtik Kazım’ın hayatından

İstiklal Caddesi’nin iki yanında uzanan ağaçların “yürümeyi engelliyor” bahanesiyle kesilmediği ve Gezi Parkı’na “kışla yapma” inadıyla göz dikilmediği günlerdi. Caddenin bir köşesinden çıkarsa Kazım’ı görürüz ümidiyle kimi insanların İstiklal’i turladığı ve şansı yaver gidenlerin ona denk geldiği zamanlar... 

O vakitler Çernobil ara ara gündeme geliyordu. Bir taraftan Karadeniz’in derelerinin ve ırmaklarının nefesini kesecek HES’lerin temelleri atılırken öte yandan şimdilerde “temiz enerji kaynağı” gibi sunulan ve Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santralin propagandasına çoktan başlanmıştı. Ha bunlara Karadeniz Sahil Yolu’nu eklemeyi de unutmayalım. Kısacası memleket yine hareketliydi, Kazım’ın hep şikâyet ettiği sistem bir şekilde işliyordu. İşte o günlerden; iki yanı ağaçlı İstiklal Caddesi’nin bir köşesinde duyduğum cümle dün gibi aklımda: “Şimdi Taksim’in bütün mekânlarını gezip oralarda saatlerce otururuz ama ne dünyayı ne de memleketi kurtarabiliriz. Sadece dostlar ediniriz, sonra da hep beraber sokağa çıkarız…”

Dile kolay, 25 Haziran 2005’ten bu yana, yani Kazım’ın “ta başından beri gücüme gitti”(1) dediği hayata veda edişinin üstünden tam on yıl geçmiş. Bu on yılın ardından, üç senelik bir çalışmanın sonunda Uğur Biryol imzalı Kazım’ın Sevdası (Kazimişi Oropa) geldi. Aslında imza Biryol’a da ait değil, kendisini dinleyelim: “Kitabı yazan ben değilim, Kazım’ın kendisi. Benim fonksiyonum sadece anlatılanları ve söylenenleri bir araya getirmekten ibaret.” Kazım’ın Sevdası, geçmişe dair bir kitap gibi görünse de yüzü geleceğe dönük. Biryol’un deyişiyle “Kazım’ı ileride öğrenecek insanlara ışık tutmayı” amaçlayan bir anlatı.

“KENDİM OLMAK İSTİYORUM”

Sanal ve sosyal ortamlarda “herkesin herkesle çok iyi arkadaş olduğunu” iddia ettiği bugünlerde, Kazım’ı tanımaktan öte anlamak daha önemli sanki; Biryol, kitabı biraz da bu nedenle hazırlamış. Kazım’ı anlatanlarda da aynı tavrı bulabiliyoruz. Dolayısıyla kitap, Kazım’ı salt doğumgününde ve ölüm yıldönümünde değil, her zaman hatırlayan ve hatırlamak isteyenlerin emeğiyle ortaya çıkmış.
Kazım’la ilgili hatırlanması gereken şeylerin listesi uzun; Biryol, kalabalık ailesiyle giriyor söze. Pançol’la başlayıp Kazım'ın “Biz” duygusunu kazandığı ve kardeşliğin anlamını öğrendiği yıllara doğru yürüyor. Bol kardeşli aile ortamı, solcu bir baba, emekçi bir anne, tarihe ve müziğe meraklı Kazım’ın kemençe ustası Yaşar Turna’dan dinlediği ezgiler: Bu noktada “Kendim olmak istiyorum” diyen Kazım’la karşılaşıyoruz; ablası, arkadaşları, ağabeyi hep buraya dokunuyor.

Kazandığı üniversiteyi bırakıp kendini tamamen müziğe vermesi ilk başta pek anlaşılamıyor fakat yıllar her şeyi yerli yerine oturtuyor. Kazım’ın “kendi olma” veya “kendine dönme” hali de müzikle paralel yürüyor. Önceleri pek dikkatle eğilmediği Lazlığı, sonradan bir kilometre taşı oluyor. 2001’de söyledikleri önemli: “Laz olduğunu yüksek sesle söylemen pek hoş karşılanmaz. Ama şimdi ben de Lazlığımdan bahsederken milliyetçi bir noktayı kastetmiyorum. Milliyetçi olacak kadar salak bir insan olma ihtimalini görmüyorum kendimde (…) Lazların kendi dillerini, kültürlerini sonuna kadar yaşayabilmelerini istiyorum. Benim bu konuda Lazlara vereceğim destek, başkalarına vereceğim destekten daha az değil. Ama daha fazla da değil (…) Lazlığın, Karadenizliliğin verdiği başka bir durum var, ciddiye mi almıyorlar nedir? Bizim şarkı sözlerini, Laz fıkrası dinler gibi dinlediler galiba.”
Tabii anlattığı bu dönem, Ali Elver’le kurdukları Dinmeyen sonrasına denk geliyor. Yani Memedali Barış Beşli’yle oluşturdukları, dünyanın ilk ve tek Lazca rock grubu olan Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) yıllarına.

Kazım’ın hayatındaki önemli eşiklerden Zuğaşi Berepe de Biryol’un dediği üzere “gerçek bir deneme, özgün bir proje”; çılgınlık ve marjinallikten öte memlekete “müzikal ve kültürel katkı.” Va Mişkunan (Bilmiyoruz) ve İgzas (Gidiyor) gibi klasikleşmiş iki albüm çıkaran Zuğaşi Berepe, hemen her grubun başına gelen dağılma sürecini yaşarken “Neden?” sorusuna Kazım’ın verdiği yanıt manidar: “Lazlıktan.”

KAZIM’IN SOLOLARI

Biryol, Dinmeyen ve ardından gelen Zuğaşi Berepe dönemlerini, hem Kazım’ın hem de o zamanlar birlikte çalıştığı arkadaşlarının ağzından anlatırken daha bağımsız müzik yapmaya koyulan Kazım’ın portresini de çiziyor bir taraftan. Burada Kazım’a dair hatırlanması gereken bir gerçek beliriyor: Müzik sektöründe yer alıp da profesyonellik yerine amatör ruhla hareket eden; aslında sadece müzikte değil, bunu bütün yaşamına uyarlayan bir insan. Memleketine gidip türküler derlemesi de insanların arasında oluşu ve sokağa yabancılaşmaması da hep bu ruhla açıklanabilir.

“Laz sörfü” Viya, Karadeniz sahilinin doldurulmasına tepki göstermek için ilk solo albümünün de adı oluyor. Siyanürle altın aranan Artvin ve Bergama’ya, nükleer santral kurulması planlanan Akkuyu’ya, Gökova’da termik santral yapmaya çalışanlara iğneleyici bir selam Viya! Kazım’ın ömrü boyunca insan ve doğadan yana attığı zarı da simgeliyor adeta. Biryol, Kazım’ın Sevdası’nda bu öykülere geniş yer ayırırken şu notu düşmeyi de ihmal etmiyor: “Viya, Laz coğrafyasının her şeyini anlatma çabasıydı bir bakıma. Yoksulluk da vardı, umut da aşk da vardı, siyaset de.”

Biryol ve Kazım’ın arkadaşları, 2004’ün, Kazım'ın hayatında büyük bir dönüm noktası olduğunu, keza kısa süre önce müziklerini yaptığı “Gülbeyaz” dizisiyle daha büyük kitlelere ulaştığını ve o dizide kullanılan parçalardan bazılarının yer aldığı Hayde albümünün, onun tanınırlığını perçinlediğini de anlatıyor.

Ta başlarda bahsi geçen “kendi olma” durumu, günler ilerledikçe Kazım için daha anlamlı ve verimli bir hal alıyor. Karadeniz’den beslenen, bir ülkeye yayılan ve evrensel boyuta ulaşan bir müzik, tavır ve amaç: Bu üçlü, Kazım’da hatırlamamız gereken bir diğer yön. Elbette burada çok yalın ve bilgece bir hakikati de anımsamamızı sağlıyor Kazım: “İki tür hayat var. Seçim bizim… Biri meşru gibi gösteriliyor, TV’lerden bildiğimiz. Bir de herkesin görmediği hayat var. Galiba ben ikincisine ait bir yaşam sürüyorum. Kendimi Tanrı gibi hissetmiyorum. İstiklal’de elimi kolumu sallaya sallaya dolaşabiliyorum. Sokaktaki hayatın tadını çıkarıyorum.”

“BEN İNSANLARLA İYİ OLABİLİRİM”

Yalnızca ağır, hatta yıkıcı sonlara odaklanınca işin başını ve anlamını kaçırabiliyoruz: Mesela Kazım’ın yaşama dair havada kalmayan sözlerini ya da Trabzonspor’u sevmesinin altında yatan futbol sevdasını ve daha da önemlisi başkaldırıyı ya da Ali Elver’in Kazım’ı anlatan cümlelerini: “Şehirler arasında milliyetçilik yapıldığını duyduğunda bile gıcık olurdu. En kızdığı söylemler de aslında ‘Beyaz Türk’ söylemleriydi. Yukarıdan söyleme çok karşıydı, nefret ederdi. Kürtlerle ve bütün halklarla iyi ilişki kurmasının bir nedeni de bu.”

Ama sonlar da hayata dâhil. 2004 biterken en büyük fobisi gerçeğe dönüştüğünde Kazım, buna da kafa tutuyor, hatta “ha konser, ha kanser” diyerek yeni bir süreç başlatıyor. Bu noktada Biryol, sözü daha çok Kazım’ın yakın çevresine verip olayların nasıl geliştiğini aktarıyor. O günlerde Kazım’ın yanında ailesi, yakın dostları ve sadık dinleyicileri var. Kazım’sa “Ben insanlarla iyi olabilirim” derken sevgiyi en etkili tedaviden üstün görüyor.

Kazım’ın söz ettiği ve yaşarken epey hissettiği sevginin en yoğun biçimlerinden biri, tam on yıl önce bugün ve 27 Haziran 2005'te, bir daha ayrılmamak üzere geldiği Pançol’da ete kemiğe bürünüyor. Biryol bunu, “herkesin ölümü kendi dünyasında bir kıyamet gibidir tabii ama bazı insanların vedası sadece kendi dünyasıyla sınırlı kalmıyor” diyerek özetliyor.

Kazım’ın ölümünün ardından, pek çok kişinin onunla arkadaş olduğunu söyleyişi ve Metin Kalaç’ın deyişiyle zamanında yanında beliren “tuhaf insanların” sonradan katlandığı da bir gerçek. Kalaç, hatırlanması gereken bir şeyi daha gündeme getiriyor: “Kazım’ı kaybettikten sonra adı sanı duyulmamış bir sürü insan çıktı ortalığa. Yani Kazım’ın ölümünü kendine doğum günü ilan etmiş vicdansızlar var maalesef.”

Benzer bir şeyi Umay Umay da söylüyor: “Zaman zaman çevresinde gereksiz insanlar olabiliyordu ama bu da onun açık enerjili olmasının sonucudur yani. İyi niyetli, anlamaya, dinlemeye ve beklemeye hazır biri olmasından dolayı hayatına çok garip insanlar girdi.” Ama bütün bunların değiştiremediği önemli bir gerçeği de yine Uğur Biryol dile getiriyor: “Kazım’ın bize anlattığı belki de buydu aslında: Özünü bozmadan sesini duyurabilirsin, dilediğince…”

KAZIM’DAN KALANLAR…

Kazım’ın ardından yazılanın, söylenenin ve söylemediklerini dile getirenlerin haddi hesabı yok. Kazım’ın Sevdası, bunların hepsini bir bir önümüze koyuyor. Tabii başka şeyler de var; kimi kitabın satırlarında kimi satır aralarında…

Kazım, 25 Haziran 2005’te şarkılarla aramızdan ayrıldığında geride unutulmaz sözlerle, Karadeniz’in hırçın ve ayağı yere basan isyanından örneklerle, incelikli bir muhalefetle, şovenizme karşı duran zekâyla ve bir konserinden saatler önce “mekâna girmeniz için bilet yetmez, herkes en az bir kitap getirsin; kapıda durur, kitapsızları içeri almam” diyen inatla dolu anılar bıraktı.

Popüler kültürün nimetlerinden faydalanmayı aklından bile geçirmeyen Kazım’ı, sadece bir müzisyen olarak değerlendirmek de büyük eksiklik. İyi bir muhalif, doğayı savunan, dert yandığı sistemin talanına karşı sözü, müziği ve eylemiyle hayata (hayatımıza) katılan bir devrimciydi. Bugün Akkuyu’da ve Sinop’ta gözümüzün içine baka baka inşa edilmek istenen nükleer santrallere, Çernobil’in acısını en ağır biçimde yaşamış coğrafyanın bir ferdi olarak “Hayır” demeyi de vicdanın gereği sayıyordu.

Karadeniz’i komaya sokacak ve sularını kurutacak HES’lere karşı direndi, gerçek bir ucube olan Karadeniz Sahil Yolu’nu protesto etmek için sokağa çıktı. Bütün bunları yaptığı için onun deyişiyle “kimsenin kendisine puan yazmasını” beklemedi. Üstelik bazıları, hiç haddi değilken Kazım’dan puan silmeye bile kalkıştı!

Tüm dünya ve halklar adına barış dileyip savaşın önüne dikildiğinde, şarkıları dillere dolanmıştı. Şimdilerde ambalajını sağlamlaştırmak için otuz saniye dahi görünmeye razı olunan platformlardan, çağrıldığı sınırlı sayıdakilere gönülsüzce çıktığında haksızlığa, eşitsizliğe, çevre katliamına ve insanların öldürülüşüne karşı büyük bir cesaretle iki çift laf etmişti.

Memedali Barış Beşli’nin bir zamanlar dediği gibi Kazım, onu tanıyanlarda “parçalara bölünemeyen bir rüya gibiydi…” Kazım, hızla geçti hayatımızdan. Belki de biz onunkinden geçtik. Çünkü bizde bir Kazım kaldı ki öyle böyle değil. Kazım’ın Sevdası, işte o bizde kalan Kazım’ı, hem bilenlere hem de gelecekte onu tanımaya çalışacaklara anlatıyor.
Uğur Biryol, kitabı bitirirken inandığı doğrulardan vazgeçmeyen Kazım’ın bugün nerede durduğunu söylüyor: “Bu güzel yürekli insan, dünyada bir yerde olmaya gelmişti ve ölümünün üzerinden geçen on seneye rağmen hâlâ burada bir yerde bize hayatı sorgulamanın ama güzellikleri de yaşamanın anlamını şarkılarıyla göstermeye devam ediyor (…) İyi ki doğdun Lazi Bre… İyi ki şarkılar söyledin bize…”

Görüyor ve arttırıyorum; iyi ki tanıdık seni Kazım. Pançol’da buluşmak üzere…

[email protected]

Kazım’ın Sevdası (Kazimişi Oropa)/ Uğur Biryol/ İletişim Yayınları/ 208 s.

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler