'Güçlü ve akılcı ittifaklar zamanı'

Feminist, siyaset bilimci Prof. Dr. Fatmagül Berktay, sadece partiler arasında değil, demokratik kitle örgütleri alanında da akılcı, güçlü ittifaklar kurmak gerektiğinin altını çiziyor.

Yayınlanma: 14.06.2018 - 21:37
Abone Ol google-news

Feminist, siyasal bilimci Prof. Dr. Fatmagül Berktay, yaklaşık bir yıl önce İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevinden emekli oldu. Son dersinde ihraç edilen arkadaşlarından söz ederken, ‘son aylarda olup bitenler bana gerçekten çok ağır geldi. Sırasız ölüm gibi ağır geldi” demişti. O baskıdan biraz uzaklaşmak iyi gelse de hala çok üzüldüğünü ve öğrencilerini özlediğini söylüyor. Gençlerin çağırdığı bütün etkinliklere, katılmaya özen gösterdiğini dile getirerek, “Gençlerden ümit varım ben. Hiçbir zaman öğrencilerimin apolitik olduğunu düşünmedim. Dolayısıyla Gezi’ye de hiç şaşırmadım. Onlara güveniyorum. Çünkü sorguluyorlar. Mesele soru sormak.  Soru soran, düşünen insandan korkmayacaksın. O eleştirel bir akla sahip oluyor. Dindar kesimin içindeki sorgulayan genç kadınlar da çok önemli. Dindar genç erkekler de onlardan etkileniyor” diyor.  Berktay ile cinsiyet eşitliği meselesini, iktidarın ‘kadın dostu’ politikalarını, kadın mücadelesini konuşmak için bir araya geldik.
 
- Eşitlik yerine adalet kavramının öne sürülüyor olmasının nedeni nedir sizce?
 
Esas olarak evrensel bir nitelik taşıyan eşitlik talebini gündemden kaldırmak. KADEM’deki kadınlar ‘adalet eşitliği de içeriyor’ diyor. Onlar belki öyle anlıyorlardır. Ama eşitliğe karşı adaleti öne sürmenin belirli bir anlamı var. Bu, oranlı eşitlik anlayışıdır. Daha üstün sayılana daha fazla ‘eşitlik’, ya da tersi. Eski Yunan’dan beri bilinen bir şey. Bu anlayışa göre, adalet herkese ancak hak ettiğini tanımakla gerçekleşir. Örneğin Platon’a göre toplumda farklı nitelikleri ve görevleri olan farklı kesimler vardır ve bunlar arasında elbette hiyerarşik bir ilişki söz konusudur. Adalet, ancak o farklı kesimlerin kendi yerlerini/hadlerini bilip, kendi doğalarına ya da şimdiki moda deyimle “fıtrat”larına  uygun olan görevlerini yerine getirmeleriyle gerçekleşir. Yani aslında ‘eşit olmayana eşit davranmak adaletsizlik olur.’ Nitekim bir İslamcı yazar,  ‘kadın- erkek eşitliği erkeğe zulümdür’ diyordu. Toplumda kadın ve erkek tam anlamıyla eşit sayılmazsa, ya da erkek “bir derece üstün” sayılırsa o zaman eşitlik elbette  ‘erkeğe zulüm’ olur.  Adalet lafı kulağımıza hoş geliyor ama altında yatan gerçek maalesef bu.  Eşitliğe karşı adaleti çıkarmanın arkasında  ‘fıtrat’  sayılan verili toplumsal cinsiyet rollerinin kabulü var. Fıtrat nedir? Kadın ve erkek doğalarını sabit, değişmez kalıplar olarak kabul etmek. Bu kalıplara göre kadın duyguları, bedeni, doğayı temsil eder; erkek de aklı, kültürü ve uygarlığı… Dolayısıyla erkek kamusal alana, yönetmeye ve hükmetmeye ehil olarak görülür; kadın ise anneliğe, aileye, mahrem alana uygun görüldüğünden yönetilmeye ve hükmedilmeye ehildir. Şu sıralar sıkça tekrarlanan atasözü bu anlayışı çok iyi yansıtır: ‘Erkek baştır, kadın boyun; baş nereye isterse boyun oraya döner.’ Görüldüğü gibi kadın ve erkek ‘fıtrat’ları arasında hiyerarşik bir ilişki var ve bu değişmez kabul ediliyor. Değişmemesi erkek egemenliğinin işine geliyor. 
 
- Türkiye’de bu tartışmalar sürerken dünyada durum nasıl?
 
İstanbul Sözleşmesi’nin bazı maddelerinin değişmesi yönünde, çoğunluğu Doğu Avrupa ülkelerinden,  AB’ye 330 imzalı bir mektup gönderilmiş.  Sözleşmede, toplumsal cinsiyetin, toplumsal olarak inşa edilmiş bir olgu olduğu tanımı vardır, yani kadınlık ve erkeklik kalıplarının doğa ya da tanrı vergisi olmayıp değişebileceği vurgulanır,  İşte bu tanımın değişmesini istiyorlar. Türkçesi, ‘kadınlık ve erkeklik rolleri ve ilişkileri bildiğimiz biçimde devam etmeli’ diyorlar. Bunu, erkek üstünlüğü devam etmeli diye de okuyabilirsiniz. Sözleşme, toplumsal cinsiyetin eşitlikçi yorumlanması için devletlere sorumluluk yüklüyor. Bunun da değişmesini istiyorlar. Bu örnekler Türkiye’deki fıtrat, “eşitlik değil de adalet” , vb. tartışmalarının dünyada da karşılığı olduğunu gösteriyor, maalesef. Amerika’da Trump ve hempalarının cinsiyet eşitliği, kürtaj vb. konulardaki söz ve tavırlarına bakın. Ukrayna’da bazı erkeklerin ”kahrolsun toplumsal cinsiyet’ diye gösteri yaptıklarını biliyoruz. Neden? Çünkü toplumsal cinsiyet kavramı, verili kadınlık ve erkeklik kalıplarının değişmez olmadığı anlamını içerir. Evrensel eşitlik ve hakları savunanların ‘toplumsal cinsiyet eşitliğini’ vurgulamaları da zaten bu yüzdendir.
 
- Onlarca yıllık mücadeleyle kazanılmış haklar nasıl şimdi tartışma konusu olabiliyor?
 
Unutmayalim ki inlerce yıllık, derinlere işlemiş bir eşitsizlikle, ataerkil ön yargılarla mücadele ediyoruz.  Kadın hakları bütün dünyada hâlâ çok kırılgan. En kolay geri alınabilen haklar ve kazanımlar hep kadınlara ilişkin olanlardır. Bu İsveç’te de böyle, bizde beş beter böyle. Bunu bilip buna göre davranmak lazım. Yani çok uyanık olmak lazım. Kadınlar hak kazandıkça, o hakları kullanmaya başladıkça, bir tepki meydana geliyor. Erkekler ve erkek egemenliği direniyor, hatta intikam almaya, eskiyi ihya etmeye çalışıyor. Bir toplumda kadının statüsünü anlamak istiyorsanız öncelikle şunlara bakarsınız: Evlenme, boşanma, velayet, mülkiyet ve miras kuralları. Örneğin bir ‘Mağdur Babalar Derneği’miz var. Bu başlıkların hemen hepsinde bir geriye dönüş talep ediyorlar. Bu ‘mağdurlar’ açıkça, son 30 yıldır devletin hep kadınların yanında yer aldığını, kadınlara fazlasıyla haklar tanındığını ve bu yüzden haksızlığa uğradıklarını iddia ediyorlar. Nafaka vermek istemiyorlar, nafaka hakkı ve süresi kısıtlansın istiyorlar. Boşanma kadınlar için zorlaşsın istiyorlar. Boşanma durumunda eşit mal bölümü istemiyorlar, kadını ve aileyi koruyan yasanın değişmesini istiyorlar. Yani onlar da kadına eşitliğin erkeğe zulüm olduğunu düşünüyorlar. Kadınların son 30 yılda gerçekten önemli kazanımları oldu. Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu’ndaki değişiklikler mücadeleyle kazanılan haklar ve kadınlar da bu hakları kullanmak istiyorlar. Kendi ayakları üzerinde durmak, kendi hayatlarını kurmak istiyorlar. Tam da bunu yapmak istedikleri için öldürülüyorlar. Erkekler ne kadar ‘eğitimli’ de olsalar kadının itaat etmemesini kabullenemiyorlar. Erkek egemenliği içine doğduğu avantajları, imtiyazları kaybetmek istemiyor. Bir ‘erkeklik azalması’na uğradıklarını düşünüyorlar. Nitekim 8 Mart’ta bir gazetenin başlığı “Dünya Erkek Düşmanlığı Günü”ydü, devamında da ‘kadınlar erkekleri psikolojik olarak hadım etmek istiyorlar’ deniyordu. İşte bu algı kadınlara şiddet olarak geri dönüyor. Binlerce yıldır kadını kendi mülkü olarak görmeye alışmış erkekler kadının özgürleşmesini içlerine sindiremiyorlar. O “mülk” üzerinde boşanmış olsa bile hak iddia ediyorlar, dikkat edersen. Boşanmış olduğu kadını 10 yıl sonra başkasıyla evlenmeye kalktı diye öldürmesi bu yüzden.  Roma hukukuna göre bir şeye sahipsen eğer, onu yok etme hakkına da sahipsindir. Ataerkil eski Roma’da pater familias (aile reisi erkek) kadınlar, çocuklar ve köleler üzerinde mutlak mülkiyet hakkına sahipti. Ataerkil kültür içinde erkekler işte hâlâ kadınları, sahip oldukları ve ‘başkasına yar edilmeyecek’ mülkler olarak görüyorlar.
 
- Siyasilerin söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Cinsiyet eşitliğinin daha fazla olduğu toplumlarda siyasi iradenin bu konuda epey yol almış olduğunu görüyorsun. Siyasi irade eşitliği sağlamak açısından çok önemlidir. Hele de bizimki gibi ataerkil kültürün İslami kültürle iç içe geçtiği kültürlerde.  Germaine Tillion’un,  Kuzenler Cumhuriyeti adlı kitabında çok önemli bir tespiti vardır. Özellikle Doğu Akdeniz ve Orta doğu toplumlarında, tek tanrılı dinler, önceden var olan bir uygulamayı, töreyi kabul ediyorsa o uygulama daha da pekişir; buna karşılık ataerkil gelenekleri, töreleri yumuşatan kurallar getiriyorsa o zaman kazanan din değil, gelenek ve töre olur.  Örneğin İslamiyet kadınlara eşitsiz de olsa miras hakkı tanır ama o hakkın birçok bölgede hiç uygulanmadığını görürüz. Üstelik bu farzdır. Nisa suresinde bunu uygulamayanların ateşte yanacağı bildirilir. Ama erkekler, kadınlara miras hakkı tanımaktansa cehennemde yanmayı evla görüyorlar anlaşılan. Demek istediğim bugün Türkiye’de olup biteni sadece İslamcılaşma diye nitelendirmek çok indirgemeci ve olayın özünü kaçıran bir yaklaşım. Olayın özü bence bir tür erkeklik restorasyonu çabası. Umarım çaba olarak kalır! İslamcı bir söylemle sarılıp sarmalanması muhafazakar kesimlerin kulağına hoş geliyor tabii. Ama sadece onlara değil, seküler ve modern, kendini demokrat zanneden pek çok erkeğin de kulağına hoş geliyor maalesef. Ya da tepki duyup göstermiyorlar. Oysa sorun, aslında erkeklerin sorunu. Kadın hareketinin onca engele karşın verdiği mücadele ve elde ettiği başarılar, kadınlar harekete geçtiğinde nasıl bir güç oluşturduklarını gösteriyor. Son olarak Feride Acar’ın, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda fark yaratan 100 kişi arasında gösterilmesi hem kişisel olarak Feride Hoca’nın sabırlı mücadelesinin, dirayetinin ve bilgeliğinin görünür kılınması, hem de bir bütün olarak onun da 40 yıldır bir parçası olduğu kadın hareketinin başarısının yansıması. 
 
- Bütün bu tartışmaların odağındaki kadınlar ne durumda peki?
 
Paradoksal bir şekilde bir yandan da kadınlar güçleniyor. Kadın eğitimi artıyor, bilinci ve farkındalığı yükseliyor. Kadınlar kendi ayakları üzerinde durmak istiyorlar, kendi kararlarını vermek istiyorlar. Kısacası gerçek özneler olmak istiyorlar. Sadece seküler kesimde değil dindar kesimde de böyle. Artık kadınlar boyun eğmek, itaat etmek istemiyor. Ses çıkaran, baş kaldıran çok kadın var.  Ancak kendini ifade etmek, ses çıkarmak gerekli ama katiyen yeterli değil. Bütün ezilenlerin mücadeleleriyle birleşmek ve akılcı ittifaklar üretmek lazım.  Şimdi bütün dünyada kadın hareketinde kesişimsellik konuşuluyor. Feminizmin çeşitli ayrımcılık alanlarıyla kesişmesi ve ortak mücadelesi...  Sadece kadınlara yapılan baskıya karşı mücadele etmekle yetinmemek ve kadın hakları mücadelesinin demokrasi ile bağlantısını vurgulamak gerekiyor. Hele eril muhafazakar iktidarın mutlak bir tekelleşme peşinde koştuğu, kamusal alanı giderek daralttığı bir dönemde bu daha da önemli. Cinsiyet eşitliği mücadelesinin demokrasinin kalbinde yer aldığını, kendisine demokrat diyen herkesin görmesi gerekir.
 
 Bu tabloya göre feminist hareketin yeni bir eşikte durduğunu söyleyebilir miyiz?
 
Evet, kadınları gettolaştırma politikasına dur demeliyiz. Erkeklerin çoğunda da o fikir var, en demokrat olanlarında bile. “Sizin sorununuz, siz yapın, biz de sizi uzaktan destekleyelim.’ Öyle değil. Bence kadın hareketinin tüm ayrımcılık karşıtı mücadelelere el vermesi, ortak hedefler uğrunda birleşilebilecek herkesle ittifak kurması elzem. Bu, diğer kesimleri de kadın hakları konusunda tavır almaya yöneltecektir.  Bunu politik bir akılla yapmalıyız diyorum.  Cinsiyet eşitliği uğrundaki mücadele, her türlü ayrımcılığa karşı demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Kendi içimize kapanıp yalnızca kendi sorunlarımıza odaklanmak o bütünsel direniş mücadelesinden kopmaya yol açar ve kendi elimizle kendimizi gettolaştırmış oluruz. İktidarın istediği de tam bu diye düşünüyorum. Elbette bu, kadınların özgün sorunlarını göz ardı edelim ya da öteleyelim anlamına gelmiyor. Ancak bence mağduriyetler ya da ayrımcılıklar arasında bir hiyerarşi yok. Yani bir ayrımcılık diğerinden daha önemli ya da önemsiz değil; az önce sözünü ettiğim kesişimsellik de zaten böyle bir yaklaşım. Sonuç olarak bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu iyi analiz etmek ve ona göre akılcı politikalar geliştirmek, ittifaklar kurmak zorundayız.  Yıllardır tekrarladığımız ezberleri bırakmak zorundayız.  
 
-Kadın güçlendi ama baskı da arttı. Durum kadınlar açısından oldukça karmaşık ve zor görünüyor...
 
Tam da bu güçlenmenin öcü alınmak isteniyor gibi bir şey. Bir tür intikamcılık söz konusu. Ben muhafazakarlaşma falan değil, onun ötesinde bir geri gidiş olduğunu söylüyorum. ‘Erkeğin reis olduğu eski güzel günlere dönmek...’  Erkeklerin kafasında o var. Kadınlar bir yandan dışarıda çalışırlarsa güçlenirler diyoruz ki doğru, ama ekonominin kötüye gittiği, erkeklerin işsiz kalarak kendilerini güçsüz hissettikleri durumlarda, eğer aile sadece kadının getirdiği parayla geçiniyorsa, kadına yönelik şiddetin arttığını görüyoruz. Paradoksal bir durum ama gerçek. Çünkü erkek, ‘kadının eline bakmanın’ utancı içinde bir ‘erkeklik azalması’ yaşıyor ve bunun acısını gene kadından çıkarıyor. Gerçekten çok karmaşık, paradoksal şeyler… Bizim toplumumuzda çocukluktan itibaren sürekli şişirilen erkek egosunun beklentileri çok yüksek ama buna karşılık gelen bir ekonomik ve toplumsal durum yok.  Tam tersine erkek kadın karşısında güçsüzleştiğini hissediyor, bunu telafi etmek için de şiddete başvuruyor. Ortalıkta kol gezen militarist söylem, erkeklik ve kahramanlık güzellemeleri ise, aslında gerçekliğe tekabül etmeyen bir güçlü erkekliği ideolojik olarak sanki gerçekmiş gibi göstermeye yarıyor. Bu da militarizm ile erkek egemenliğinin ne kadar iç içe olduğunu bize bir kere daha gösteriyor.
 
-Feminist mücadele aynı zamanda bir dil ve kavramlar mücadelesi değil mi?
 
Dil, masum bir iletişim aracı değildir. Gerçekliği ve ideolojiyi inşa eder, yeniden üretir. Türkçe cinsiyet bakımından nötr bir dil olduğu halde binlerce yıllık deyimler ve atasözleri, kadının ikincilliğinin ve ezilmesinin doğallaşmasına hizmet ediyor, bunları yeniden üretiyor. Hollandalı feminist bir yazar, dünya dillerinde atasözlerini karşılaştırmalı olarak araştırmış. Ne ilginçtir ki, kadınlara ilişkin atasözleri hemen her dilde neredeyse aynı. Bizdeki,  ‘kadının saçı uzun, aklı kısa’nın  kelime kelime  aynısı  İsveççe’de var. Aslında şaşırmamak gerekir. Çünkü kadınlara karşı ayrımcılık, kadının insan sayılmaması her yerde var, dereceleri farklı olsa bile. Nitekim bir Rus atasözü bu insan saymama durumunu veciz bir şekilde ifade eder: ‘Karşıdan iki kişi geliyor sandım, meğerse bir adamla karısıymış’! En beteri böylece sürekli olarak aynı ideolojinin yeniden yeniden üretilmesi. Ama Türkiye’de bu konuda farkındalık artıyor. 8 Mart civarındaki reklamlara da yansıdı bu farkındalık. Feminist yazar Seda Kaya Güler’in son kitabının başlığı bence güzel özetliyor bu farkındalığı: “Bayan Değil, Kadın”.
 
-Sonuç olarak kadınların hiçbir zaman mücadaleyi bırakma ‘lüksü’ yok  diyorsunuz...
 
Olamaz. Bir an bile rehavete kapılma lüksü yok. En ileri sayılan toplumda bile en kırılgan haklar, kazanımlar hep kadınlara ilişkin olanlar. Tamam artık rahatız, geri gidiş olmaz diye düşünmek mümkün değil. Örneğin şu kürtaj meselesi, çok farklı toplumlarda sürekli yeniden ısıtılıp gündeme getiriliyor. Türkiye’de yasa değişikliğinin geriletilmesi konusunda başarı kazanıldı ama pratikte kamu hastanelerinde neredeyse hiç uygulanmıyor. Neyse ki, yakınlarda İrlanda bu konuda ileri bir adım attı ve referandum ile yasa yumuşatıldı. Kürtaj yasağı anneliğin yüceltilmesi olarak sunuluyor. Oysa kadına sadece anne olarak değer veren bir toplumda aslında birey olarak kadının statüsü çok düşüktür. Kutsal annenin öteki yüzü fahişedir. Bu kadınları da kendi aralarında bölmeye yarıyor. Bazı kadınlar annedir, kutsaldır, iyidir, itaatkardır; bazıları ise kötü kadındır, itaatsizdir, cadıdır ve hatta feministtir! Onlara şiddet uygulamak da mübahtır.  Çünkü kadına kadın olarak değer verilmiyor.
 
-Yıllarca feminizm üzerine çalışmış bir hoca olarak ülkedeki geriye gidiş sizi umutsuzluğa düşürüyor mu?
 
Özellikle genç kadınlar için üzülüyorum. Bizim kuşağımız uğraşa didine kendisi olmayı başarabildi, kazanımlar elde etti, pek çok bedel ödese de. Şimdiki genç kadınlar çok bunalıyorlar, kendilerini kalıplara sıkışmış hissediyorlar. Sadece genç kadınlar da değil, genç erkeklerin çoğu da öyle. Onlar da kendilerini cendereye tıkılmış gibi hissediyorlar. Toplumda gerontokrasi, yaşlı erkek iktidarı var ve bu iktidar kadın-erkek tüm gençler üzerinde baskı uyguluyor, onlara özgürlük tanımıyor. Hele yasalarda “Mağdur Babalar Derneği”nin istediği değişiklikler gerçekleşirse önümüzdeki yıllarda genç kadınların yaşayacağı Türkiye bugünkünü bile aratabilir. Gene de bununla mücadele edilebileceği kanaatindeyim. Bu mücadelenin dinamikleri de bu ülkede var, çünkü. Akılcı ve doğru politika ve ittifaklar bu açıdan belirleyici olacak.
 
-Bir eğitimci olarak nasıl bakıyorsunuz sürece?
 
Bizim çocuklarımız çok daha fazla dünya vatandaşı oldular. Eğitim ve iş anlamında dünyada rekabet edecek durumdalar. Ama bundan on yıl sonra üniversite mezunu olacak olanlar, bu müfredatla ve bu eğitim anlayışıyla hiçbir şekilde dünyayla rekabet edecek düzeyde olmayacaklar. Bu, bir bütün olarak toplumun gelişmesi açısından felaket. Geleceğimizi ipotek altına alıyor. İnsan esas onu düşünüyor. Son 30 yılın çok önemli kazanımları var. Dünya standartlarında ve dünyaya açık gençler yetişti bu memlekette. 15 yıl sonra ne olacak? Böyle giderse, kendi içine kapanmış, kendi kendisine ideolojik propaganda yapan ve büyüklenen, yani aslında kendisini aldatan bir toplum… Düşünmek bile istemiyorum. Ders kitaplarının cinsiyetçilikten arındırılması için ne kadar uzun ve zorlu mücadeleler verildi. Şimdi yeniden geriye dönüş oluyor. Gerçekten bunu mu istiyor bu toplum? Soru bu. Bu soru sadece kadınlarla ilgili bir soru değil. Onun fark edilmemesi insanın canını acıtıyor, ürkütüyor.
 
- İktidarın ‘kadın dostu’ politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Şiddet, kadın-erkek eşitsizliğinin sonucu ve en çarpıcı göstergesidir. Kadın ile erkek arasında güç eşitsizliği olduğu için vardır, yani bir iktidar sorunudur. Dolayısıyla şiddeti durdurmak ancak kadınları güçlendirmekle mümkün olur. Oysa iktidar ne yapıyor? Bir yandan her zamanki mantığıyla cezaları arttırıyor ama aynı zamanda sonuçta kadınların güçsüzleşmesine ve ayrımcılığın sürdürülmesine yol açacak politikalar izliyor. Kadını, evde ve aile içinde tutmanın, anneliğe yönlendirmenin yollarını arıyor.  Bunu da anneliği kutsallaştırarak maskeliyor. Ünlü din tarihçisi Mircea Eliade’nin tespitini hep akılda tutmak gerek : “Her kutsallaştırmanın ardında bir tahakküm saklıdır.” Kadına evlenmesi ve çocuk doğurması için teşvikler, büyük annelere torun bakım parası, uzun süren ücretsiz izinler, esnek çalışma, vb.  Bunlar ilk bakışta elverişli görünse de sonuçta hem kadın istihdamı azalıyor, hem de çocuk ve yaşlı bakımının tüm yükü kadınların üzerine yıkılıyor. Bu tümüyle, toplumsal cinsiyet rollerinin değişmemesi üzerine kurulu bir politika. Kadın evdeki rolünün dışına çıkmazsa, itaat etmesi de garantiye alınmış olur. Kapitalizmin de çok işine gelen bir şey, bu. Esnek çalışma ile güvencesiz, ucuz emek kaynağı oluyor kadınlar, üstelik yeniden üretimin yükü de onlara havale edilmiş, kapitalistler ondan da kurtulmuş oluyor. Yoksa kreş açmak, başka sosyal haklar tanımak zorunda kalacaklar ve maliyetleri yükselip kârları azalacak. Kadınlar da kısa vadede kendi çıkarlarınaymış gibi görünen bu politikaların sonuçta kendilerine veya kızlarına nasıl geri döneceğini göremiyorlar. Bu politikaların kadın dostluğuyla bir ilgisi yok, evrensel sosyal haklarla bir ilgisi yok.
 
-OHAL’de seçime gidiyoruz... Bu konuda neler söylersiniz?
 
Bu seçimlerin bir dönüm noktası olacağını düşünüyorum. Kadınlar da tayin edici olacaklar büyük ölçüde. Hükümet o yüzden kadınlara çok fazla esip üfürmüyor bu sıralar. Gerçekten kendi kaderimize sahip çıkmak istiyorsak elimizden geleni yapmak zorundayız. OHAL’de seçim olmaması gerekir; bunu söylemek için siyasal bilimci olmanız şart değil, sağduyu sahibi olmak yeterli. Demokrasi, arada bir yapılan göstermelik seçimlerden ibaret bir şey değildir. Tam tersine çağdaş demokrasi en başta iktidarın sınırlandırılması, güçler ayrımı, ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü demektir. İktidarın bu konulardaki söylemi demagojik ve pragmatik. Günü geçiştirmek için ‘alternatif gerçeklik’  üretiliyor. Hakikatten, olgulardan uzaklaşmanın, ‘alternatif gerçekliğe’ yani politik yalana başvurmanın totalitarizmin yolunu döşediğini bilmek için de siyaset bilimi hocası olmanız gerekmiyor. İSTANBUL

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler