Uyuyunca geçmeyecek

04 Eylül 2015 Cuma

O korkunç görüntü bilgisayar ekranına düşmeden az önce, o gün yayımlanan yazıma gelen itirazları okuyordum.
Çoğu küfürlü, çoğu sövmeli, hepsi sitemli...
Askerliğin ve vatan için savaşmanın ve sınırların ne anlama geldiğini bilmediğimi; tarihi doğru okuyamayan aptal bir aydın olduğumu söylüyorlardı.
Birisi “Aslında iyi kalpli de bir insansın, neden böyle şeyler yazıyorsun” diyordu.
İşte onlar tam bu cümleleri kurarken denizde boğulan o mülteci çocuğun küçücük uslu bedeni, yaşadığım yerin çok yakınında bir sahilde karaya vuruyordu.
Bu dehşetengiz görüntünün anlattığı gerçekle yüzleşmek bile, biliyorum, geniş kitleleri savaşlardan zerre kadar soğutmayacak.
Herkes o an o fotoğrafa bakıp kendi çocuğuna sıkıca sarılacak...
Ama kimse sınırların ve askerlerin ve savaşların ve ülke bütünlüklerinin dünyadaki enerji kaynaklarını ele geçirme ihtirasıyla gözü dönmüş sisteme kulluk etmekten başka bir işlevi olmadığı gerçeği ile o an arasında bir bağ kurmayacak.
Hayaller gerçeklerden daha etkileyicidir.
Ama gerçekler de hayallerden daha korkunçtur.
O yüzden tarihi, gerçeği gösteren o sert ve net fotoğraflardan değil, vahşeti aklayan hamasi bir savaş edebiyatından okuturlar çocuklara.
Ve o edebiyat bizi bu korkunç dünya düzeninde, kendi sınırları içinde, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya ve kurulmuş düzeni korumaya terbiyeler. Bu sayede yakın bir ülkeden gelip uzak ülkelere kaçmaya çalışan yığınla insan, kucaklarında sıkı sıkı sarıldıkları çocuklarıyla hayatlarımızın üzerine basa basa denizlerden denizlere, topraklardan topraklara, ölümlerden ölümlere göç ederler.
Biz kör oluruz.
Bizim gündüzleri derin nefesler alarak keyifle yürüdüğümüz kırçıl patikalardan, gece yarısı nefeslerini tutup korku içinde koşarak geçerler.
Biz kör oluruz.
Bizim altında seviştiğimiz yıldızlara son bir kez bakarak kadere küfrederler.
Biz kör oluruz.
Gündüz huzurlu kulaçların denizi, ay karanlığında korkulu çırpınışların kâbusu.
Biz o denizde yüzüyoruz; onlar aynı denizde ölüyorlar.
Savaştan kaçmanın kaderiyle, savaşı kanıksamanın aymazlığı bir olmuş insanlığı dört bir koldan boğuyor.
Bu gece de, biz yakamozlara bakıp gülüşürken sadece birkaç kilometre ötemizde doğduğu toprakların yangınını içinde taşıyan ve o yangının aleviyle birlikte aslında bizim insanlığımızı da yakan yığınla can, ölümüne bir yolculuğa çıkacak.
Ayaklarında plastik sandaletler, sırtlarında birer küçük çanta, ceplerinde az para, yanlarında biraz su, biraz bisküvi, hayallerinde hiç bilmedikleri bir ülke, kucaklarında çocukları, kâbuslarında doğdukları toprak...
Bir daha hiç geçmeyecekleri dikenli bir patikadan denize doğru yürüyecekler.
Boş pet şişeleri mezar taşı gibi arkalarında bıraka bıraka kayalıklardan denize inecekler.
Bir ihtimal tekinsiz göç yolunda sulara devrilip çırpınarak ölecekler.
Onların ölmesi doğal, uzaktan gelen müzik sesi olağan.
Gece onlara başka, bize başka.
Aslında her şeyi biliyoruz.
Ama susuyoruz.
Herkes kendi gecesini yaşar.
Ne zaman ki...
Bir mülteci çocuk boğulur.
Onun ufak ve uslu ve cansız bedeni karaya vurur.
Anca o zaman, o da bir an, durup hep birlikte biraz ağlarız.
Sonra geçer.
Oysa Pavese şöyle der:
Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçecekmiş gibi gelecek.
Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçmeyecek.”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yanık saraylar 4 Ağustos 2021
Patron çıldırdı 30 Temmuz 2021

Günün Köşe Yazıları