Şuursuz gazetecilerden işkenceye övgüler

13 Aralık 2017 Çarşamba

İki “gazeteci”...
Ekranda soğukkanlılıkla işkenceden bahsediyorlar.
Şu anda gözaltında ya da tutuklu olan darbe şüphelilerini konuşturmanın yolları nedir...
Onları mahkemelerde yargılayıp vakit kaybetmek yerine ailelerinden birileri öldürülerek nasıl ağızlarından laf alınır, işbirliğine nasıl ikna edilebilirler...
Tıpkı yemek tarifleri verir gibi heyecanla bunları konuşuyorlar.
Birisi ballandıra ballandıra anlatıyor uygulanabilecek korkunç işkence yöntemlerini...
Öbürü iştahla, onaylayarak dinliyor karşısındakini.
Sırtlarını iktidara dayamışlar, ekranda açık açık işkenceyi övüyorlar.
Bu halleriyle tıpkı “The Act of Killing” (Öldürme Eylemi) belgeselinin, anlattıklarıyla kan donduran şuursuz kahramanlarına benziyorlar.
Neden bahsettiklerinin, neyi hayal ettiklerinin, neyle övündüklerinin sanki farkında değiller.
The Act of Killing”, bundan yarım asır önce Endonezya’da devlet adına komünist avına çıkan ve sayısız insanı bir binanın tepesinde telle boğarak cesetlerini sokaklara atan aşırı sağcı bir paramiliter örgütün artık yaşlanmış üyelerinin o eski günleri ve işledikleri cinayetleri güle oynaya anlattıkları müthiş bir belgesel.
Kötülüğün ve vahşetin nasıl sıradanlaşabildiği üzerine kurgulanmış.
Olaylar mağdurların tarafından değil, suçluların gözünden aktarılıyor.
O zaman yaşananların doğruluğundan ya da ahlakından hâlâ en ufak bir şüphe duymayan kahramanlar, kameranın önüne geçiyorlar ve çok doğal bir şekilde o eski günlerin canlandırmasını yeniden yapıyorlar.
Bundan elli yıl önce “komünistler kötüdür ve öldürülmeleri gerekir” diye düşünen ve bu fikirlerinin hâlâ arkasında olan iki katilin, zamanında neler yaptıklarını neşeyle anlattıkları o belgeseldeki kahramanlar...
Bugün televizyon ekranlarında politik muhalifleri konuşturmak için her türlü işkencenin yapılması gerektiğini anlatabilen bir Cem Küçük’ten ve onu onaylayarak dinleyen bir Fuat Uğur’dan daha korkunç değiller.
“Cinayet işlemek dünya üzerindeki en kötü suçtur, fakat burada asıl önemli olan suçluluk duymamanın bir yolunu bulabilmektir. Bana kalırsa cinayet işlemek için en önemli şey düzgün bir mazeret bulmaktır” diyor filmdeki katillerden biri.
Sorsanız, aynı cümle bugün bu ülkede “gazetecilik” yapan o iki insanın ağzından da aynen çıkacak.
Sinema önünde karaborsa bilet satıcılığı yapan bir çetenin ipsiz sapsız iki elemanıyken....
Devlet adına çalışan paramiliter gücün bir parçası olan...
Devletin onlara verdiği görevi hiçbir yüzleşme, sorgulama, şüphe yaşamadan harfi harfine uygulayan...
Bunu yaparken de basınla ve askerle ve polisle ortaklık kuran...
Ve kendilerini ülkelerini seven kahramanlar sanan o genç adamların yaşlılığından bize yansıyan korkunç gerçeklik...
Şu zamanda bu ülkede bir televizyon ekranında yeniden aynı parlaklıkla belirebiliyorsa...
O Endonezyalı iki adamın ve olaya dahil olan diğer kahramanların Kanadalı yönetmen Joshua Oppenheimer’e içtenlikle ve şuursuzca anlattıkları o hikâye...
Sadece onların değil, ne korkunçtur ki, bizim de gerçek hikâyemizdir.
Ve bir zamanlar yaşanıp bitmemiş, hâlâ bu ülkede ve hatta başka bir sürü yerde de yaşanmakta demektir.
Bir belgeselin kan donduran gerçekliğiyle paralel bir gerçekliği bugüne taşıyan o hastalıklı ve tehlikeli irade biliyoruz ki şu anda burada cehaleti yüreklendiren iktidarın aklını temsil ediyor ve cüretinin bedelini ödemedikçe iyice cesaretleniyor.
Unutmayın...
Bir ülkede devletin içeridekilere işkence yapmasından daha kan dondurucu olan şeyler vardır:
Gazetecilerin işkence çığırtkanlığına soyunması...
Ve herkesin bunu olağan sayması.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yanık saraylar 4 Ağustos 2021
Patron çıldırdı 30 Temmuz 2021

Günün Köşe Yazıları