Hapishane Mektupları

20 Ağustos 2023 Pazar

“Canım annem,

Bugünlerde seni çok düşündüm. Geçirdiğin tüm sıkıntıların ardından, sana bu yaşında vermek üzere olduğum acıyı düşündüm. 

Her şeye karşın benim gibi güçlü olman, sonsuz sevginin ve iyiliğinin tüm şefkatiyle beni affetmen gerekir. Senin, sıkı durduğunu ve sabırlı olduğunu görmek, bu ıztırap sırasında bana da güç verecektir. Bana bunun için güvence ver. 

Ben sakin ve huzurluyum. Moral olarak her şeye hazırdım. Fiziken de önüme çıkacak güçlükleri yenmeye ve dengemi korumaya gayret edeceğim. 

Karakterimi biliyorsun. Her zaman neşeli bir espri kaynağım vardır. Onunla yaşamaya ve ayakta kalmaya gayret edeceğim….

Canım annem, daha fazla devam edemeyeceğim. Başka mektuplar yazdım, çok şey düşündüm ve uykusuzluk beni yordu. 

Herkesi teskin et, onlara taşranın küçük, dar ve aşağılık ahlak anlayışının üstünde olmaları gerektiğini söyle. 

Beni ne olursa olsun sevin ve hatırlayın. 

Hepinizi öpüyorum. Sevgili annem, sana sarılıyor ve sonsuz öpücükler yolluyorum. Nino”

Nino, Antonio’nun kısaltılmışı. 

Antonio da Antonio Gramsci. 

Yıl 1926. Bundan bir asır önce. 

Mussolini rejiminin en büyük kurbanlarıdan olan Antonio Gramsci komünist partiden taze vekil olmuş. 

Komünistlerin parlamento oturumlarında boy göstermesini istemeyen diktatör, komünist parti vekillerinin şak; dokunulmazlıklarını kaldırıyor. Tak; Gramsci hapsi boyluyor. 

Aynı zamanda çok ciddi bir entelektüel ve yazar olan Gramsci, hapishane yıllarını bundan böyle araştırma ve yazıya vakfediyor. Ardında bıraktığı yapıt, demokrasiye geçişle birlikte Hapishane Mektupları adı altında yayımlanıyor. 

Üstteki mektupta yazar en kötü hapishane koşullarında dahi annesini bir yandan teskin etmeye çalışırken bir yandan da keza gene annesini dönemin baskın “Canım hapisteyse mutlaka hak edecek bir şeyler yapmıştır” zihniyetine karşı mücadeleye çağırıyor. 

Gramsci’nin “Hapishane Mektupları” tam bu nedenlerle 20. yüzyılın klasiklerinden biri sayılıyor. Entelektüel ve ebedi değerinin ötesinde evrensel insani kodlara ayna tuttuğu ve dönemine tanıklık ettiği için ölümsüz eserler arasında zikrediliyor. 

BARIŞ’I DÜŞÜNDÜM

Tutuklanmasının ardından eşi Giulia’ya yazdığı şu mektup örneğin:

“Bana, ikimizin de çocuklarımızın büyüdüğünü görecek denli genç olduğumuzu yazmışsın. Beni her düşündüğünde lütfen bunu hatırla. 

Hep olduğu gibi güçlü ve cesur olacağına eminim. Çocukların sağlıklı şekilde büyümeleri ve sana layık olabilmeleri için, bundan böyle geçmişte olduğundan da güçlü olman gerek. 

Çok düşündüm. Güven depolamak için geçmişi gözden geçirdim. Gelecekteki yaşamımızın nasıl şekillenebileceğini düşlemeye çalıştım. 

Güçlüyüm ve güçlü olacağım. Seni çok seviyorum. Küçük çocuklarımızı yeniden görebilmeyi istiyorum… Antonio.”

Hapse giren her gazeteci ve aydınla birlikte, Gramsci’nin insani kırılganlıklarını ve sevdikleri nezdinde beslediği tüm duyguları, kaygıları, hassasiyetleri yansıtan bu cezaevi mektuplarını hatırlıyorum. 

Köşe komşularımdan sevgili Barış Pehlivan’ın arkasından da böyle oldu.  

Bu genç arkadaşımızın sevgi bağlarından ve bir daha hiç yaşanamayacak yıllarından çalınan güzellikleri ve duyguları düşündüm. Biricik eşinin, annesinin ve okul çağına girmemiş tek kızının Silivri zindanlarında büyüyecek özlemini tahayyül ettim.  

Başka coğrafyalarda bir asır öncesinde yaşanan trajedilerin, ülkemizde hâlâ bu kerte güncel olmasına bir daha yandım.

KÜLTÜREL HEGEMONYA ÜZERİNE

Gramsci’nin “Hapishane Mektupları” ile akla düşen bir kavram daha var: “Kültürel hegemonya”

Bu ünlü eseriyle kavramı ilk kez dolaşıma sokan yazar, “öteki” sayılanların alanının, sade cebirle değil kültürel enstrümanlarla da nasıl şekillendirildiğini ve sınırlandığını anlatır. 

Tek tip görüş, düşünce, inanç, değerler etrafında bir örnek kalıba dökülmesi amaçlanan yurttaşların; sanatçı ve entellektüeller yardımıyla nasıl bir “kültürel hegemonya”da biçimlendirildiğini irdeler Gramsci. 

Merdan Yanardağ ile Sezen Aksu’nun gündeme gelen son davasında da keza Gramsci’yi anmadan edemedim. 

“Yetmez ama evet” referandumuna meşhur “iki cihanda lekeli” sözleriyle damga vuran Aksu; AKP’nin “kültürel hegemonya”sını kurmasında en işlevsel isimlerden biri olmuştu.

Aksu bu sebeple mezara dek kendisini izleyecek bu etkiyi hatırlatan ve program yaptığı TELE1’de gündeme getiren Yanardağ’ı meğerse dava etmiş. Ve hapisteki gazeteciyi 30 bin TL talebiyle icraya vermiş. 

Keza 9 yıl önce Aksu, “iki cihanda lekeli” beyanını hatırlattığı için Yılmaz Özdil’i de -5 yıl hapis talebiyle!- dava etmişti. 

Popçu belli ki bu söz demetinin hatırlatılmasından hoşlanmıyor. 

Oysa o ifade AKP’nin “kültürel hegemonyası”nı inşa yıllarında çok belirleyiciydi. Sadece en İzmirli ve en özgürlükçü pop sanatçımızın “yetmez ama evetçi”liğine şaşmakla kalmamış, aynı zamanda sanatçının çok dünyevi bir oylamada dolaşıma soktuğu bu “ahiret yargısı çağrışımıyla” dumura uğramıştık. 

Keskin bir yol ayrımının ifadesi olan bu deyim, popüler kültürün başkalaşmasının birinci dereceden simgesi olmuştu. 

Kültürel hegemonya tam da böyle bir şey. 

AKP hegemonyasına kültür dünyasından en iri tuğlalardan birini taşıyan Sezen Aksu, bugün hapisteki bir gazeteciyi icraya vermek suretiyle bu işlevi sürdürmekten hâlâ -heyhat- kaçınmıyor!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yurttaşlara mektup 28 Nisan 2024
Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları