Sonun başlangıcı

03 Mart 2016 Perşembe

“İmparatorluk 1592-1839 arasında çift beygirli bir araba hızıyla gerileme yolunda gitmişse, 1839-1869’da (Tanzimat sonrası dönemde) tren hızıyla koştu” demiş vaktiyle Ziya Paşa...
Ziya Paşa, bugün yaşananlara tanık olsa; 2002-2016 arasını herhalde süper sonik jet hızıyla yaşanan bir gerileme olarak tanımlardı…
Bugün içinde bulunduğumuz -adını koyalım- “devlet krizi”, Cumhuriyet Türkiyesi’nin dinamiklerini aşarak, bizi dosdoğru Osmanlı’nın son dönemindeki bunalımların içine savuruyor.
O kertede bir geri gidiş söz konusu.
Osmanlı’nın son yıllarına damga basan tüm büyük çalkantıların özünde, hükümranın keyfi yönetimini denetleyen bir “anayasacılık” atılımı yatmıyor muydu?
Birinci ve İkinci Meşrutiyet; hükümdarın sözünün tartışmasız kanun olduğu “mutlakiyet” anlayışına son vermek için girişilen serüvenler değil miydi?
Sıfıra sıfır, elde var sıfır...
Dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta hemen şimdi aynı yer.
Ayen beyan “90 yıllık enkaz” diye tanımladıkları cumhuriyet rejiminde, nerdeyse “meşrutiyete karşı mutlakiyetçilik” kıvamında bir kavga var.
Bir yandan da bu yaşananlar alabildiğine gerçek ötesi geliyor.
Çünkü “Nasıl olur?” diye düşünmeden edemiyor insan: “Nasıl olur da koskoca 150-200 yılın birikimi bu denli kolay berhava olur/olabilir?”

Erkler tek elde
Ama kendini “devletin ve hükümetin başı” şeklinde gören muktedir -Başdanışman Mustafa Akış patronunun konumunu böyle özetliyor- sözünün üzerine hiç söz kabul etmiyor.
AYM’ye Can Dündar ve Erdem Gül kararı bağlamında “uymuyorum ve saygı duymuyorum” şeklinde çektiği rest, fiilen “yargı, yasama ve yürütme”yi tek elde, kendi elinde toplaması anlamına geliyor.
Bu artık bir ince ayar “demokrasi”/“hukuk devleti” kavgası değil.
Savrulunan yer, bilinen “anayasal devleti” koruyup koruyamamak meselesi.
Anayasayı tanıyıp tanımamak arasında tayin edici ve çok kalın bir çizginin aşılması söz konusu.
Bunu ben söylemiyorum, İstanbul Barosu söylüyor.
Baronun açıklamasında damardan, “Cumhurbaşkanı bağlı kalmak ve uygulanmasını gözetmekle yükümlü olduğu anayasayı tanımadığını beyan ederek esasen onu ilga etmekte, ortadan kaldırmaktadır ki bu son derecede vahim bir durumdur” deniyor.
Niye? Çünkü anayasal bir kurum olan AYM’nin devlet başkanı tarafından son kertede “uyulur görülmemesi”/“tanınması”; AYM’nin gözetmekle yükümlü olduğu anayasayı da işlevsizleştiriyor.
Parlamenter sistem nasıl -ister beğenin ister beğenmeyin iradesiyle- bir “bekleme odası”na alındıysa; anayasa da aynı yöntemle “bekleme odası”na alınmış görünüyor.

Bilinen Türkiye’nin sonu
Türkiye’de büyükelçilik yapmış olan bir Batılı diplomata, hâlâ Ankara’da olsa.. krizi nasıl merkezine rapor edeceğini soruyorum:
Muhatabım “Bir Rubikon nehrinin geçildiğini ve Erdoğan’ın artık buradan geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini yazardım” diyerek sorumu yanıtlıyor ve ekliyor:
“Bu bilinen Türkiye’nin sonudur. Buradan Türkiye nereye gider, biz bilmiyoruz ve kestiremiyoruz. Bildiğimiz tek şey bunun çok tehlikeli bir yol olduğudur.”
‘Devlet krizi’ tanımına katılıyor musunuz?”
“Evet, çünkü Türkiye son üç yıldır, özellikle Gezi’den bu yana bitmek bilmeyen ve ucu görünmeyen kademeli bir kriz yaşıyor. Son AYM kararlarıyla kopan fırtına, bize korkarım sonun başlangıcında olduğumuzu ilan ediyor.”
“Sonun başlangıcıyla tam olarak neyi kastediyorsunuz?”
“Türkiye’nin son yüzyılda ait olduğu ve parçası olduğu evrenden ayrılmasını!”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Boş koltuk 5 Mayıs 2024
Yurttaşlara mektup 28 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları