“Terra Incognita: Silo
Apokaliptik öyküsünü Platon’un mağara alegorisini dayandıran Silo gerçeği etkileyici biçimde sorgulatıyor.
“Neden burada olduğumuzu bilmiyoruz. Silo’yu kimin yaptığını bilmiyoruz. Silo’nun dışındaki her şey neden böyle, bilmiyoruz. Ne zaman güvenle dışarı çıkabileceğimizi bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, o günün bugün olmadığı...”
Latince, bilinmeyen bölge anlamına gelen “terra incognita”yı çağrıştıran bir yerde, gelecek bir zamanda, kendilerinin bile neden orada olduklarını bilmedikleri bir medeniyetin kapılarını aralayan bu sözlerle açılıyor Silo. İngilizce karşılığı olan hangar ya da ambar gibi isömiyle müsemma bir yapı içinde ilk anda ana karakter olduğunu düşündüğümüz Şerif Holston’la (David Oyelowo) tanıştırıyor. Kamera, ucu bucağı olmayan bir binanın içerisinde dolaştıktan sonra kendisini bir hücreye kilitleyen Holston’a odaklanıyor ve ağzından şu sözler dökülüyor: “Dışarı çıkmak istiyorum.”
Apple TV’nin, Hugh Howey’nin aynı adlı post apokaliptik bilim kurgu serisinin ilk kitabından dizileştirdiği Silo, dünyaya yayılan bir zehir nedeniyle yeraltında yaşamak zorunda kalan Silo halkının üzerinde temellendiriyor öyküsünü. Yüzlerce kattan oluşan ve aşağıya indikçe sınıfsal farklılıkların yüzeye çıktığı bir sistemde fazlasıyla Sovyetleri andıran bir mimari üslupla ve gri renk paletiyle tasarlanan uygarlık dışarı çıkmayı en büyük suç addeden “antlaşma”yla yıllardır bir sığınakta yaşıyor. Birkaç kuşak önce saklandıkları bu yerde kurucuların koydukları kurallar çerçevesinde sakince yaşamlarını sürdüren insanların “sahte bilinçle” yaratılmış bir ideoloji içerisinde yaşadıklarını ise çok geçmeden anlıyoruz. Marx’ın ideolojilere eleştiri getirirken toplumsal gerçekliğin saklanmasında ve toplumun üzerinde kurulan hakimiyetin meşrulaştırılması amacıyla kullanıldığını söylediği “sahte bilinç” kavramı gibi Silo kurucuları da tarihlerinin silindiğini ve dışarı çıkmanın herkesi öldürebileceğini ve en güvenli yerin Silo olduğunu söylüyorlar. Ve bunu da Platon’un mağara alegorisine atıfla dış dünyayı gösterdikleri bir ekran üzerinden gerçekleştiriyorlar. Platon’un ünlü mahkumları gibi gördüklerinin “gerçekliğine” ve yalnızca o kareden ibaret olduğuna inanan Silo halkı sorgulamanın yasak olduğu bir düzende “itaat edenlere” dönüştürülüyor.
İLK GÜNAH
Silo’nun öyküsünü Şerif Holston’la başlatması anlamlı çünkü Şerif’in eşi Allison’ın (Rashida Jones) dış dünyaya duyduğu ilgi ve sisteme yönelik kuşkusu ki, küçük isyanından önce masada duran kırmızı elmanın varlığı bile “llk günah” şeklinde okunabilir, onun peşi sıra dalga dalga yayılmaya başlıyor. İşte bu noktada seyircisini ana karakteri Julliet’le (Rebecca Ferguson) tanıştıran Silo her olayla katmanlanan öyküsünü gerilim dolu, çoğu zaman klostorofobik bir anlatıya çeviriyor. Aceleci davranmadan, titizlikle inşa ettiği kasvetli, paslı, kirli atmosferi içerisinde, her bir karakterine yer ve zaman ayıran dizinin bu tavrı elbette üzerinde yükseldiği yapıttan ileri geliyor ancak dizinin yaratıcılarının da Silo evreninin tasavvurunda başarılı olduklarının altını çizmek gerek.
Henüz ilk dört bölümünü izlediğim Silo özellikle kentte elektriklerin kesildiği ve bize “görüntünün çarpıtılabilirliğini” hatırlatan kısacık sekansta günümüze ve çağdaş dünyanın hakikatle ilişkisine yönelik göz kamaştırıcı bir kinaye yükleniyor. Ve tam o anda, Marc Ferro’nun, görüntünün “güvenirliği” üzerine yazdıkları anlam kazanıyor.*
*Marc Ferro, Sinema ve Tarih, Ayrıntı Yayınları, ss.12-14.
Puanım: 7.5
En Çok Okunan Haberler
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!