Erol Manisalı: “Kontrollü kaos, bugün de yürürlükte!”
Prof. Dr. Erol Manisalı, Yüzleşme adlı kitabında, hem kendi üzerinden Türkiye’yi ve dünyayı hem de Türkiye ve dünya üzerinden kendini anlatıyor.
Türkiye’nin 1940’lardan, 50’lerden bugüne gelişindeki olaylar dizisi... Atatürk Cumhuriyeti’nden ve devrimlerden Batıcılığa, İslamcılığa, az gelişmişlik kısır döngüsüne dönüşümler, inişler, çıkışlar… Toplumsal örgütlenmeden kopuşlar, Köy Enstitülerinden, İmam-Hatip okullarına dönüşümde iç ve dış faktörlerin etkileşimleri... Prof. Dr. Erol Manisalı, Yüzleşme adlı kitabında, hem kendi üzerinden Türkiye’yi ve dünyayı hem de Türkiye ve dünya üzerinden kendini anlatıyor.
‘Ben kimim, onlar kim?’
- Yüzleşme, bir otobiyografi değil. Otobiyografik bir hareketle yakın tarihi, dünyayı ve ülkemizi koşut ele alarak yazıyorsunuz. Yani dünya ve ülkedeki gelişmelerin üzerinizdeki etkisi, sizin kimi olaylarda aldığınız aktif rol, karşılıklı o bütünleşme... Kitabın bu yapısını anlatır mısınız?
- Şunu göstermek istedim: Erol Manisalı bir birey. Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyor. O birey toplumsal parçanın küçük bir ünitesi, yakın çevresinde birebir muhatap olduğu oluşumların yanı sıra gözlemlediği daha makro düzeyde gelişmeler de var.
Yaşamımdan hareketle sadece benimle adeta özdeşleşen Kıbrıs değil çeşitli dönemlere damgasını vuran pek çok olaylar kesişiyor kitap. Darbeler, iktidar değişimleri, ekonomik bunalımlar, AET ile başlayan süreçten Avrupa Birliği’ne giden hat, sivil toplum örgütleri, bireysel mücadelelerim…
Birey Erol Manisalı ile toplumsal ilişkiler arasındaki önemli, önemsiz, az ya da çok tanınmış insanlarla, yakın ve uzak çevresiyle doğrudan ve dolaylı diyaloğunu, karşılıklı etkileşimi, ilişkiyi, o ilişkinin bugüne kadar nasıl bir düzlemde geliştiğini samimiyetle ortaya koymaya çalıştım.
Gündoğan’da zeytinlikler altında kaleme aldığım bu kitapta, ‘Ben kimim, onlar kim?’ diye sorguladığım da oldu. İçinde bireysel sorunlar var, siyaset var, yakın tarih var. Ekonomi başta olmak üzere kendim dahil bireylerin çelişkileri de kısmen yansıdı.
‘Yüzleşme, bir anılar dizisi’
- Yüzleşme’de hangi sonuçlara vardınız?
- Yüzleşme, bir anılar dizisi. Başkalarını anlatırken kendimi de anlatmış oldum. Ahmet’i, Ayşe’yi yazarken kendimi de yazmış oldum. Hem onlar benim üzerimden beni, toplumu gördüler hem de ben, onlar üzerinden onları ve toplumu yakalamaya çalıştım. Samimi bir yüzleşme çabasıdır. Kendimi aldatmadan, kendimi veya başkalarını pazarlamadan…
Ta lise döneminden bu yana beni tanıyanlar, Türk dostlarım ve Türkiye hakkında sık konuştuğum Andrew Mango gibi yabancı dostlarım şunu söylerdi; “Seninle konuşurken sanki Türkiye’yle konuşuyormuşuz gibi oluyoruz”. Garipserdim fakat bugün hak veriyorum.
Mango otuz sene önce bana derdi ki; “İngiltere’nin Avrupa’da işi ne? Benim çocuklarım bugün Amerika’da yaşıyor. İngiltere, Amerika’ya daha yakındır.” Aynı duyguyu yıllar önce görüştüğüm eski İngiltere Başbakanı Edward Heat’te de hissetmiştim. O kıta Avrupa bakış açısını...
1984-85’ten geldik 2020’ye! Brexit geliyor, İngiltere ayrılıyor. O günlerdeki “Bu İngiltere’nin Avrupa’da işi ne? Alman egemenliği altına mı giriyoruz acaba biz?” diyen adamı ben, bugün Brexit’te ta o zamandan yakalamış oldum. Hep karşılıklı etkileşimle baktım. Yani Edward Heat kendi toplumuna nasıl bakıyor, bir aristokrat olarak ortalama İngilizden, bir avamdan farkı ne? Onu görmeye çalıştım.
‘ABD ajanının arkadaşıymışım üstelik Rus bir balerini kaçırmışız!’
- Onlar sizin için ne düşünüyorlardı, Türkiye’yi sizin üzerinizden nasıl okuduklarını ifade ediyorlardı?
- Çoğu yüzüme açık olarak söylemeseler bile en açık konuşan üç dostum oldu: Bir tanesi İngiliz dostum Andrew Mango, sonra bir Alman profesör ve bir de 2004’te kendisinden yola çıkarak kaleme aldığım “Manastırdaki Amerikalı” kitabımın kahramanı John Meultke. Hatta Hürriyet’e sürmanşet olmuştuk.
Hürriyet’in bana bir yakıştırmasıydı o zaman Safa Kaplan isimli bir gazeteci, kitabın kapağında 1981’de Cihangir’de çekilmiş bir fotoğraf var. Bir Anadol araba, iki kapısı açık. Bir kapıya John Meultke bir kapıya ben yaslanmışım. Hürriyet’in sürmanşetinde “Rus balerini böyle kaçırdı” yazıyordu.
Altında da “Prof. Erol Manisalı, 1981’de ünlü Bolşoy Balesi’nin İstanbul turunda Rus balerin Galina Çursina’yı ABD’ye kaçıran ajanın arkadaşı olduğunu yazdı.” İçerideki manşette de “Rus balerini kaçıran ABD ajanı arkadaşımdı” yazıyordu. Aslında arabanın arkasında eşim Nuriye Hanım oturuyor, Galina Çursina değil. Resmi çeken de Meultke’ydi’nin eşi Irene.
Şimdi anlıyoruz ki muhtemelen o zamanki sızmış FETÖ’cülerin ta o zamanlardan yıpratma alıştırmaları, kendilerince sicil yaratma atakları... O zaman düşünmüyoruz tabii, vay gazetecilik hatası, sansasyon yaratmak için böyle yapmış diyoruz ama bugün aslında onun başka siyasi amaçlarının da olabileceği olasılığını net şekilde görebiliyoruz.
‘Ulusalcılığım eşitlik ve dengeye dayanır!’
Arkadaşlıklarıma dönersek; hepsi de benim ulusalcı görüşümün ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Benim ulusalcılık tanımım genel tanımdan anlaşılandan farklıdır. Ben ulusalcılığı bir aydının ulusal çıkarlarını diğer ülkelerle karşılıklı çıkarlarla dengeleri sağlayacak şekilde yürütmesi olarak görürüm.
Bizdeki geleneksel ülkücü ulusalcılar üstünlük olarak görürler. Ben onu üstünlük değil, eşitlik ve denge olarak yorumlarım. İki sözcük benim için kutsaldır eşitlik ve denge! Hem bireysel hem uluslararası ilişkilerde hayatım boyu üzerinde durduğum iki kavramdır. Öğrencilerim, asistanlarım da böyle bir düzlemi gözetmişimdir.
‘Ağaç keseni şikâyet ederim!’
İnsani boyutu asla göz ardı etmem. Odak noktasında bireyin bir toplumda vatandaş olması, bir ülkenin uluslararası ilişkilerde, uluslararası milletler topluluğunda eşit bir ülke gibi muamele görmesi.
Kimseyle bireysel kavgam olmamıştır, şahsi çıkarım için kimseyi şikâyet etmemişimdir. Üç olay hariç o da ağaç kestikleri için. Burada, Kıbrıs’ta ve Bodrum’da oldu, gereksiz yere ağaç kesenleri şikâyet etmek zorunda kaldım. Yani bireysel çıkar için değil kamu yararına olan bir güdüyle hareket ettim.
İzcilik ve Vefa yılları…
- Sık sık yinelediğiniz bir şey de izciliğiniz... Hayatınızın pek çok bölümüne bir arayüz gibi yansımış.
- Ben yavrukurt olarak başladım. Oymak başı izciye hep şunları telkin eder: Gereksiz yere bir çiçeği koparma, ağacın dalını kırma. Her gün üç tane iyilik yapacaksın. Bir de ailede herkes öğretmendi, eşim Nuriye Hanım da emekli öğretmendir. Bir oğlum da akademisyen. Çok uzun yıllar önce içselleşmeye başlayan duygular, bilinçle ilerledim. Vefa Lisesi’ndeyken altı lise bir araya gelerek Türkiye Deniz İzcileri Birliği’ni kurduk.
Ömürlük arkadaşlar… Demet Taner, Turgay Olcayto, Necla Arat, Mehmet Dülger, Gönül Çapan…
- Yaşamınızın Vefa Lisesi döneminin önemini anlatır mısınız?
- Orada Kültür Kolu Başkanı oldum. Her hafta sonu şiir günleri, edebiyat günleri, münazara adı altında tartışmalar düzenlerdik. O arkadaşlarımla hâlâ görüşüyorum.
Demet Taner, Çamlıca Kız Lisesi Kültür Kolu Başkanı’ydı; Turgay Olcayto, İstanbul Erkek Lisesi Kültür Kolu Başkanı’ydı; Necla Arat, İstanbul Kız Lisesi Kültür Kolu Başkanı’ydı; Mehmet Dülger, Galatasaray Lisesi Kültür Kolu Başkanı’ydı; Gönül Çapan Üsküdar Amerikan Kültür Kolu Başkanı’ydı. Bu o dönemin lise öğrenciliğinin ne kadar etkin olduğunun göstergesidir.
‘Reşat Ekrem Koçu ve Cavit Orhan Tütengil hocalarımdı’
Reşat Ekrem Koçu, Cavit Orhan Tütengil gibi hocaların öğrencisiydim. Tütengil hem fakülteden hocam hem sonradan öğrendim ki eşi de hısmım oluyormuş.
- Nasıl bir insandı Cavit Orhan Tütengil?
- Pırlanta gibi bir insandı. İnsani, kibar. Kimseyi kırmayan, kırmaktan imtina eden bir yapısı vardı. Çevresine çok duyarlıydı. Kütüphanelere gelenlerle sohbet eder, ne okuduklarını sorar, kitapları değerlendirirdi.
‘68’da taşlayanlardan biri de İsmail Kahraman’dı!’
- Vefa Lisesi’nden başlayarak özellikle İktisat Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarınız hep Türkiye’nin değişim, dönüşüm, sancılı aralıklarına denk geliyor. Bir yandan da siyasi ve toplumsal gelişimin de içindesiniz.
- Gırtlağıma kadar hem de. Demokrat Parti’nin totaliterleşmesi, 27-28 Nisan olayları... O olaylar sırasında okulda Beyazıt’ta iç avlu içinde hapis kaldık. Yürüyüşlere katılıyordum. 1969’da taşlananlardan biri de benim Dolmabahçe’de. Düldül arabamla “Yankee Go Home” levhaları taşıyordum. Taşlayanlar arasında eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman da vardır.
Türkiye Milli Gençlik Teşkilâtı (TMGT) yılları…
- Türkiye Milli Gençlik Teşkilâtı (TMGT) döneminizi nasıl anıyorsunuz?
- Alp Kuran başkandı. TMGT’de dış ilişkiler sorumlusuydum. Yani resmi bir görevim vardı. Türkiye’yi Avrupa Konseyi’nin gençlik örgütü Council European Yought Comminities’de (CENYC) temsil ettim 1962’den 1969’a kadar.
19 Avrupa Konseyi üyesi içinde Türkiye’yi temsil ettim, benden önce de Mehmet Ali Birand temsil etmişti. Cumhuriyet’ten Şükran Soner vardı. Şükran benim oradan arkadaşımdır. Sosyo politik bir görevdi. Avrupa Konseyi her iki ayda bir düzenli toplantı yapardı. İki ayda bir Avrupa Konseyi üyesi olan ülkelerin hepsine gittim Türkiye’yi temsilen.
68’liler…
- Unesco bursunu kazanıp London School of Economics’te (L.S.E.) okuduğunuz dönemi ne zaman?
- Hemen hemen aynı dönemdedir. Çünkü Londra’da burslu okurken de oradan Strasburg’a toplantılarına gidiyordum. Hem okuyordum hem TMGT görevimi sürdürüyordum. Tam o dönemlerde Avrupa tabii 68’ler ekonomiden kültüre her alanda dönüşüm halindeydi. Öğrenciler sokaktaydı, protestolar vardı. Londra ve Paris başı çekiyordu. L.S.E.’de biz odak noktasındaydık.
Sonra karşımızda Andrew Mango’nun BBC Türkiye bölümünün başında olduğu bina vardı. Hilmi Yavuz oradaydı, bizlerden sonra Uğur Dündar’lar oraya staja geldiler. Hilmi Yavuz’la orada tanıştım. Yakın dost olduğum Andrew Mango bana BBC’nin radyosunda beş altı defa konuşma yapma olanağı sağlamıştı. Türkiye-Avrupa ilişkileri konusunda konuşmalardı.
Batıcılık ve Batılılık arasındaki aptalı oynayanlar!
- Batıcılık, Batılılık ve Siyasal İslam boyutları arasındaki çelişkileri üreten kısır döngü! 1990’dan bu yana yayımladığınız kitap ve makalelerinizde işlediğiniz temel konuların başında.
- AKP’nin bu noktaya gelmesinin sorumluları arasında Batıcılık ve Batılılık arasındaki aptalı oynayanlar başta gelir. Ben, Gümrük Birliği’nde bunun kavgasını verdim. Türkiye’yi AB’ye sokan değil ilerde girmemesine de yol açabilecek tek yanlı bağlantılara evet denmemesi için mücadele ettim.
Tansu Çiller, beni Sait Halim Paşa Yalısı’na davet etti. Dönemin Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın da var. Birine Tansu birine Sayın Karayalçın diye hitap ederek diyorum ki, “Bakın bu, bir kumalık anlaşmasıdır. Kuma olarak gidersen bir daha medeni nikâh olmayacaktır. Bunun için kuma yapıyorlar.” 13 tane madde var hepsini sayıyorum, nesnel bir şey söylüyorum. Karayalçın anlamazlıktan geliyor, aptalı oynuyor.
Sakınık yoldaşlar: Çiller, Gül, Erdoğan!
Tansu, bile bile Batıcı olduğu için imzalıyor. ABD, Türkiye’yi o tek yanlı Batı Bloku’nda sağlam tutmak için Tansu’ya imzalatıyorlar ki o da belgeli. Mehmet Ali Birand, Sıcak Yaz kitabında yazdı; Richard Holbrooke, Tansu’ya mektup gönderiyor Emre Gönensay kanalıyla; “Tansu Çiller, Gümrük Birliğini imzala arkanda biz varız” diye. Tansu Çiller 6 Mart 1995’te imzaladı, son noktayı da 2004’te, Abdullah Gül koydu.
- Çiller, Gül, Erdoğan… Sakınık yoldaşlar gibi! Şeklen hatta az da olsa fikren farklı görünen...
- Doğru. Batıcılar, Türkiye’de İslamcıların yolunu açmışlardır. Tansu Çiller, Batılı değil Batıcı kafadadır. Tansu Çiller’ler, Batıcılar, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ların gelmesine ortam hazırlamışlardır.
Middle East Business and Banking dergisi…
- Middle East Business and Banking dergisi.. Eşiniz Nuriye Hanım da çalıştı.
- Aylık bir dergiydi ve ilk sayısı 1982’de yayımlandı tam on yıl çıktı. Niye çıktı? 1979’da İstanbul Üniversitesi’ndeki Avrupa ve Ortadoğu ve Araştırma Merkezi’nin başkanı oldum ve 2007’de emekli oluncaya kadar başkan olarak etkinliklerimi sürdürdüm. Bizde bir Ortadoğu dergisi çıkarmak gerektiğini düşündüm çünkü hep başka ülkelerin var bizim yok ki olmalıydı.
Hürriyet’ten Oktay Ekşi’ye gittim falan kimse ilgilenmedi. Sonra akademisyen arkadaşlarla konuştum, olur dediler ama tabii hamallığı bana kaldı. Aynen Kıbrıs Araştırmalı Vakfı’nda istemediğim halde başkan yapılmam gibi. Eşim Nuriye Hanım bu derginin yanı sıra 1984-1994 yılları arasında düzenlediğim, her yıl en aza dört ayımı alan Uluslararası Girne Konferansları’nın organizasyon komitesinde de yer aldı.
‘Dergiyi on yıl çıkardık’
İngilizce yayımladığımız Middle East Business and Banking’i on yıl çıkardık. Bristol kâğıda, renkli, cebimden finanse ederek çıkarttık. Yurtiçi ve yurtdışı abonelerimiz vardı. Düzenli yazan ben ve eşim Nuriye Hanım dışında üç dört kişi vardı fakat genel anlamda Şarık Tara’dan Gülten Kazgan’a, yabancı diplomatlardan büyükelçilere, genel sekreterlere kadar yazmayan kalmadı. Kapattığım zaman bir sürü mektup geldi, niye kapattınız, biz Türkiye’yi oradan takip ediyoruz diye. Amerikan Kongre Kütüphanesi bile aboneydi. Avustralya’dan Japonya’ya kadar kurumlar, üniversiteler aboneydi. Haber kısımlarını eşim Nuriye Manisalı hazırlıyordu. Türkiye’yi kötülemeyen konuları sağduyulu ele alan bir dergiydi.
Oktay Ekşi: ‘Bizim patron para getirmeyen işe girmez!’
Kapanırken Oktay Ekşi’ye gittim, “Dergiyi Hürriyet grubuna bağışlayayım, siz hazırlayıp çıkarın, ben gönüllü danışmanlığınızı da yaparım” dedim, yıl 1994. Oktay Ekşi, “Erol, bir soru. Bu dergi para getiriyor mu?”. “Hayır” dedim. “Bizim patron para getirmeyen işe girmez” dedi. Ciltler yaptırdım. Bir seti (on cilttir) Koç Üniversitesi’ne armağan ettim. Bir seti Vefa Lisesi Mezunları Derneği’ne bağışladım, açık arttırmayla 20 bin TL’ye sattılar iki yıl önce. Eyüboğlu Okulları aldı. Bir seti de bende.
‘Abdullah Gül’ün tezi çok iyiydi!’
- Doktora tezinin jürisinde yer aldığınız Abdullah Gül’ün tez konusu neydi?
- Türkiye-Ortadoğu Ticari İlişkileri.
- Tezi nasıl bulmuştunuz?
- Çok iyi bir tezdi. Birinci elden bilgilerle hazırlanmıştı. Fakat Abdullah’la tanışmam onun doktorası öncesine dayanıyor. 1979’da birkaç ay süreyle Sakarya Üniversitesi’nde, cuma günleri ders vermiştim. Bana bir asistan verdiler. Asistan Abdullah’tı. Hatta bir seferinde beni rektörlüğün arabasıyla İstanbul’dan aldı şoförle birlikte. Sonra birkaç seferinde de Arifiye tren istasyonunda iniyordum Sakarya’ya en yakın duraktı. Abdullah arabayla gelip beni istasyondan alıyordu.
‘Gül hemen hiç konuşmazdı, sessizdi!’
- Ne gözlemliyordunuz onunla ilgili?
- Hemen hiç konuşmazdı, kapalıydı. Sonra diğer profesörlerle otururken o da yemekte kenarda oturur, hiç konuşmazdı, sessizdi. Abdullah bir iyilik yaptı; 1996’da Erbakan Başbakan olduğu zaman tabii çok yoğun, bir yere pek gidemiyor. Denktaş, Ankara’dan para alıyor maaşları ödemek için ve Erbakan’la görüşmek istiyor. Ama Erbakan bir türlü vakit bulamıyor.
Telefon ettim Abdullah’a bir günlüğüne de olsa Erbakan’ı Kıbrıs’a gelmeye ikna etmesi için. Bu talebim üzerine Erbakan’ın Kıbrıs’a gidip Denktaş’ı ziyaret etmesini sağladı. Bunun ayrıntılarını Denktaş’ın Öbür Yüzü adlı kitabımda da yazdım.
Liderlerle dişe diş mücadele!
- Görüşmekten öte bir hukuk kurduğunuz önemli siyasi liderler arasında hemen herkes var.
- İnönü hariç sonrasındaki hepsi diyebilirim. Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan…
- Bu isimlerin hepsi kendi üsluplarınca birer dinamik! Nasıl bir iletişim kurdunuz?
- Dişe diş! Hepsinin beni davet gerekçesi ayrıydı. Demirel, ilk, Pendik’teki yazlık evine ben, Emre Gönensay, Asaf Savaş ve Tansu Çiller’i çağırdı. Tansu, Demirel’le ilk defa orada tanıştı ve zamk gibi yapıştı! Demirel’le buluşmalarımızda Türkiye ve dünya ekonomisi konuşurduk. Yasaklı dönemleriydi, geri dönmeye çalışıyordu bu nedenle de etrafına popüler insanları topluyordu.
‘Demirel çok daha akılcı ve ulusal çizgiye çok daha yakındı’
Özünde saydığım o liderlerin hepsi kapitalist ama Demirel çok daha akılcı ve ulusal çizgiye çok daha yakındı. Bunu zaten 1961 Anayasası sonrasında iktidara geldiğinde Sovyetler Birliği’nden aldığı geniş kredilerle 1964-1971 arasındaki DPT uygulamaları ile ortaya koydu.
Ve ana tesisleri Aliağa’dan Seydişehir Alüminyum’a, Petkim’e, İskenderun Demir-Çelik’e kadar hepsini yaparak Batı kapitalizmi dışında Sovyetler Birliği’nin parasal ve teknolojik yardımıyla yaparak bu ulusalcı kimliğini Demirel fiilen ortaya koydu. 12 Mart darbesi de ABD tarafından ‘planlamacı Demirel’e karşı yapılmış bir harekettir. ABD’nin Soyvetler’e bu kadar yaklaşanı yaşatmayız mesajıdır.
‘Çiller, güç maksimizasyonlu bigisayar gibidir’
Özal, Yeniköy’deki evine ilk çağırdığında ANAP’ı kurmak üzereydi. Beni ANAP’a davet etti. “Biz, soldan da alıyoruz. Karmadır bizim parti. Siz de gelin.” demişti, ben de teşekkür ederek reddettim tabii. Gümrük Birliği’nin imzalanması konusunda dişe diş kavga ettik. O dönem Cumhuriyet’te, Milliyet’te aleyhinde çok ağır yazılar yazdım.
Özal, Türkiye’yi Batı kapitalizmine adapte etme ve ABD’de, 1973’te Washington Uzlaşısı adı altında sermaye çevrelerinin ABD’yi dünya genelinde kapitalizmin doğal patronu yapıp, dünya ticaretini serbestleştirme, iktisadi sınırları kaldırma operasyonunun bölgedeki ve Türkiye’deki misyonerliğini üstlendi. Buna birebir şahit olanlardanım.
Ecevit’le birkaç kere görüştük. Ecevit, işçi hakları, insan hakları, demokratik sol çizgiden baktığı için ‘yerli üretici korunmalıdır’ı savundu daima. Toprak İşleyenin Su Kullananındır yaklaşımı doğrultusunda baktı.
Tansu Çiller, bana göre güç maksimizasyonuna göre kendini programlamış ve programlanmış bir bilgisayar gibidir. Gücünü maksimize etmek için her şeyi yapar ki yaptı da.
‘O Tayyip bu Tayyip! Dediğini de yaptı!’
Tayyip Erdoğan ile bir yemekte görüştük 1994’te. İstanbul’un yeni belediye başkanıydı. O aralar Türk-Japon ilişkileri konusunda yazılar yazıyorum. Japon Başkonsolos Sheraton’da altı kişilik bir yemek daveti veriyor. Ben de bir akademisyen olarak davetliyim. Özel hazırlanmış bir masadayız, Japon kültürüne atfen ayaklarımız aşağı sarkıyor bir boşluktan sanki yerde oturur gibiyiz, öyle bir hava vermişler. Çok komikti.
Tayyip yanımda, genç. Doğrudan hitap ederek, “Tayyip, sizin partinizde (Refah Partisi) Şevki Yılmaz diye bir adam var. Atatürk’le ilgili ileri geri konuşuyor. Niye partiden atmıyorsunuz?” diye soruyorum. Peçeteyi kaldırdı ve gözümün içine baka baka şöyle yanıt verdi: “Erol Bey, biz onlar sayesinde daha güçlü hale gelip iktidar olacağız”. O Tayyip bu Tayyip! Dediğini de yaptı!
‘ABD, işleri sık sık batırır!’
- Ergenekon…
- ABD’nin ve istihbarat örgütlerinin istedikleri dozajlarını elbette yine onların ayarlayacakları kontrollü kaostur. Bugün de Türkiye’de yürürlüktedir. ABD bu ayarlamaları yaparken dozu sıklıkla kaçırmış, eline yüzüne bulaştırmış, batırmıştır. Vietnam, Afganistan, Irak… Türkiye mi eksik bırakılır!
ABD ve istihbarat örgütlerinin yanı sıra bu kontrolcü kaosçular arasında Batıcı dinciler de vardır Yeşil Kuşak’ın mensubu olmuş. O kaosu yarattılar. Hatta içeri alındıktan sonra insanlar birbirini yemeye başladılar. Ben bunu yaşadım. Birtakım arkadaşlarım benle ilişkileri sürdürürken bir kısmı korkup saklandılar.
‘Yaşasın, Erol Hoca kansermiş!’
- İçeride sağlık sorunlarıyla mücadele ettiniz.
- Altı rektör, bir düz profesör benim evim basıldı. Anormal bir dünya tabii! Ergenekon’un da en pis dönemiydi. O dönem Türkiye’yi ve bölgeyi anlamak için çevrilmiş bir belgesel film gibiydi. Mustafa Balbay, Fatih Hilmioğlu, ben aynı odada kaldık. Fatih, doktor olduğu için benim sağlığımla da ilgilendi sağ olsun.
Bir de ben daha önce 2003 ve 2007’de iki kez beyin kanaması geçirmiştim. Aileniz ayrı cefa çekiyor, eşim 15 kilo verdi, bir oğlum askerdeydi. Dolayısıyla sadece kendiniz değil esas dışarıya insan üzülüyor. Hastaneye gitmek istiyorum sağlık sorunlarım var, göndermiyorlar falan. FETÖ’cüler ellerinde kalmayayım diye ameliyat sonrası tutuksuz yargılanmak üzere tahliye ettiler.
Kanser olduğumu duyduğunda Mustafa’nın “Yaşasın, Erol Hoca kansermiş!” cümlesi de tarihe geçen bir çığlık! O cümle faşizmin ne kadar vurucu olduğunun göstergesidir. Mustafa’nın kitabında da vardır o anları. Ben de Ergenekon Kumpasında Yaşadıklarım adlı kitabımda da anlattım.
‘Bugün Türkiye, cam bir fanus gibi!’
- Ülkenin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz ekonomiden siyasete?
- Bugün Türkiye, iktidarın Siyasal İslamcı politikalarının Türkiye’de ve bölgede nasıl emperyalist güçlerle ayrılamaz biçimde, karşılıklı olarak kenetlenip birbirlerinden kopmak isteseler bile kopamayacaklarını gösteren bir fanus gibi. Türkiye’ye baktığım zaman bütün figürlerde o fanusu görüyorum. Camdan, içi çok net görülebilen ve kendim de orada dolaştırıldığım için iyi bildiğim bir fanus.
O azgelişmişlik kısırdöngüsü dediğimiz şey o kadar derin bir çöplük ve mezbele ki; siyasetçisi de, işadamı da, akademisyeni de, gazetecisi de, sanatçısı da şu veya bu biçimde içinden çıkamıyor, istemese de üzerine bulaşıyor. Bataklığa batmış insanın yürüyememesi gibi. Dıştan serbest gibi görünüyorsun, sandığa gidiyorsun, oy veriyorsun ama ayağın bataklıkta ilerleyemiyor, kendini kurtaramıyorsun.
Toplumsal bıkkınlık ve Kanalistanbul…
- Toplumdaki bıkkınlık düzeyini nasıl yorumluyorsunuz?
- Bir kıpırdanma var. O dediğin bıkkınlık düzeyinin demokratik ve sivil örgütlenmeyi getirmesi gerekiyor. Tarımdan sanayiye, üniversiteden medyaya, sanat çevresinden diğer düşünce alanlarına bataktan kurtulmanın tek yolu budur. Demokratik ve sivil toplum örgütlenmesi güç demektir.
- Kanalistanbul…
- Bu salı günkü yazım Arap Baharı’ndan sonra Karadeniz Baharı başlığını taşıyor. Çünkü aynen Büyük Ortadoğu Projesi’ni Karadeniz’e Türkiye üzerinden yaydırıp; Rusya, İran ve Çin’in Avrupa’yla bağlarını oradan ABD kopartmak istiyor.
Erol Manisalı’nın bastonları… Broşürü basılıyor!
- Bastonlar… Bu tutkunuz ne zaman, nasıl başladı?
- Şöyle başladı; ilk asistanlık odamdan itibaren masamın karşısında dedemin hâkim olunca aldığı ve bana bıraktığı baston hep asılı dururdu. Bir de izcilikten gelen merakım dolayısıyla gittiğim yerlerde, ülkelerde, seyyarlarda hep dikkatimi ilk onlar çekmiştir. Şu anda 90 bastonum var., Neredeyse yarısını ben yaptım atölyemde. Kimin bütünüyle ben yaptım kimini de parçalar alıp birleştirerek, bulduğum gövdelere eklemleyerek yaptım.
Kobra başlı bastonum da var, Sherlock Holmes başlıklı bastonum da. Kimi biberlikleri topuz yaptım kimi bastonlara. Sedef kakmalı olanlar var. Dut, ceviz, gül, meşe ağaçlarından pek çok bastonum var. Bir broşür bastırıyorum tüm bu bastonlarıma ilişkin.
53 tanesi resimlendi, altlarına kimlikleri yazıldı. Bristol kâğıda tam renkli olarak dostlarıma dağıtacağım. Kalıcı olmasını istiyorum. Envanteri çıksın istiyorum.
Kirk Douglas’a Avrupa Konseyi’ni anlatmak
- Kirk Douglas…
- 1964’te İnönü’nün Başbakan olarak “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de onun içinde yerini alır” demesinden sonra beliren anti-Amerikan havayı telafi etmek için Amerika’dan gönderilen ünlü aktör Kirk Douglas, İstanbul’a geldi. Rumeli Caddesi’ndeki bir lokalde, Ayşe Cebesoy’un da bulunduğu Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nin temsilcisi olarak bir toplantı yapıldı. Orada verilen kokteyle ben de katıldım. Kirk Douglas ile sohbet etme fırsatım oldu. Yakamda Avrupa Konseyi’nin rozeti vardı. Douglas, “Bu nedir?” diye sordu, söyledim. “Avrupa Konseyi nedir?” diye sordu. Bilmiyordu. Anlattım.
Yüzleşme / Erol Manisalı / Cumhuriyet Kitapları / 87 s.
En Çok Okunan Haberler
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Müge Anlı'nın eşine yeni görev
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti