Fado, Fiesta, Pelé!

Geçtiğimiz yıl 80. yaşını deviren Edson Arantes do Nascimento, nam-ı diğer Pelé, Netflix imzalı bir belgeselle yeniden karşımızda.

Yayınlanma: 06.03.2021 - 16:00
Fado, Fiesta, Pelé!
Abone Ol google-news

Jose Mourinho’ya göre gelmiş geçmiş en iyi üç oyuncudan biri, bazı futbolseverlere göre ise oyunun ilkelliğinden faydalandığı için istatistikleri normalin üzerinde parlayan abartılmış bir süper star… Geçtiğimiz yıl 80. yaşını deviren Edson Arantes do Nascimento, nam-ı diğer Pelé, Netflix imzalı bir belgeselle yeniden karşımızda… Biyografik drama türündeki Pele: Bir Efsanenin Doğuşu’nun (Pelé: Birth of a Legend, 2016) ardından bu kez yaşamını, taçsız kralın kendi ağzından ve onu tanıyanlardan dinlediğimiz yapım, siyasi çizgiye yakınlığıyla da dikkat çekiyor.

Portekiz’in faşist diktatörü Oliviera Salazar’ın, bir kuram olarak ortaya koymamış olsa bile, ülkesini 36 yıl boyunca 3F denilen fado (Portekiz halk müziği), fiesta (eğlence) ve futbol ile yönettiği bilinir… Hatta 3F’le toplumu oyalarken arka planda iktidarının sınırlarını genişleten Salazar’ın, “Futbol olmasaydı ülkeyi bunca yıl yönetemezdim” dediği dahi rivayet edilir. Bilhassa 70’lerde totaliter rejimlerin sıklıkla bir iktidar aracı olarak kullandığı bu politika, 1964 askeri darbesi sonrası yeniden şekillendirilen Brezilya’da da kendisini gösterirken; Pelé belgeseli vesilesiyle futbol-iktidar ilişkisini yeniden düşünmemize yol açıyor…

Soğuk Savaş’ın kızıştığı ve ABD Başkanlarının birer birer ilan ettiği doktrinlerle “kızıl tehlikeye” karşı dünyanın her yerinde önlemler almaya başladığı bir dönemde, Monroe Doktrini’nden bu yana Latin Amerika üzerindeki hegemonyasını genişleten ABD politikalarının sola meyleden Brezilya’ya uzanması kaçınılmazdı. Öyle de oldu. 1963’te Guatemala ile başlayan ve bu ülkelerin tarihini, bir askeri darbeler tarihine çeviren ABD’nin desteğiyle, -ki bu belgeselde de vurgulanıyor- gerçekleştirilen darbe sonucunda Brezilya’da bir askeri diktatörlük kuruldu. Sol görüşlü İşçi Partisi lideri Joao Goulart’ın, Genelkurmay Başkanı Castello Branco önderliğindeki darbeyle indirilmesinin hemen ertesinde tüm ülkede özgürlükler kısıtlandı, insanlar işkenceye maruz bırakıldı; pek çoğu da ortadan kayboldu. Böylesi çalkantılı ve karanlık bir dönemde, Brezilya halkı için yegâne kaçış noktası futbol olurken, başa gelen generaller futbolun “afyon” özelliğini fırsat bilerek bu sporun, ülkenin milli kimliği haline gelmesini desteklediler. İşte Pelé belgeseli, girizgahında yer verdiği 1970 Dünya Kupası’yla paralel darbe görüntüleriyle, Brezilya’da futbolun söz konusu etkisini gündeme taşıyor ve bir sporcunun yükseliş öyküsünden ziyade, Pele’nin başarılarının Brezilya siyasal tarihine katkısını sorgulamayı deniyor.   

Belgeselin, 1970 Kupası’yla başlaması ve hatta yine onunla sonlandırılması pek tabii boşuna değil… Bu müsabaka, filmde 1950 milli başarısızlığını (Mongrel Kompleksi) ortadan kaldıran, ülkenin en iyi yıllarının başkahramanı haline gelen, ilham verici imajıyla ülkesinin adeta ulusal bir müessesesi olan Pelé’nin emekliye ayrıldığı kupa olarak gösteriliyor. Bir bakıma doğru. Ancak bundan daha fazlası var. Zira 1970 asıl etkisini, Pelé’nin şahsi mücadelesinden çok umutsuzluk içindeki Brezilya halkı ve güç kaybeden iktidar tarafında gösteriyor. Ülkenin en zalim diktatörü olarak anılan General Medici döneminde bir devlet meselesine dönüşen dünya kupasına o kadar önem veriliyor ki, kupaya katılacak teknik ekibin büyük bir çoğunluğu askerlerden oluşturuluyor. Belgeselde aksi iddia edilse de nihayetinde Pelé’nin başarıları ulusal iftiharla birleşiyor ve iktidar da fazlasıyla bundan nemalanmayı başarıyor. 

Bana göre, Pelé belgeselinin temel problemi de burada başlıyor. Çünkü eğer bir sporcunun hayatı hakkında bir belgesel çekiliyorsa ve senaryo, başkarakterin özel hayatından tümüyle uzak durarak, onun siyasi duruşunu “tarafsız” bir bakış açısıyla tartışma girişiminde bulunuyorsa, asgari düzeyde temize çıkarmanın ötesinde bir tavır sergilenmesi gerekir. Yönetmenler Ben Nicholas ve David Tryhorn, Pelé ile Medici’nin görüşmelerini ve birbirlerine sarılmalarını gösterdikten sonra kararı seyirciye bırakmak istemiş olabilir. Bir noktaya kadar kabul edilebilir bir yaklaşım. Ancak o zaman Pelé’yi yermedikleri gibi, savunmak için de “işkenceye maruz kalabilirdi” gibi söylemlerle aklamamalarını bekleme hakkına sahibiz. Bu belgesel, Pelé’nin özel hayatını, aşklarını, kişisel sorunlarını ele alsaydı ne Pelé’nin ne de filmin konumlandığı noktayı konuşmamıza gerek kalırdı. Fakat onca siyasi sorunun peşi sıra, tıpkı başkarakteri gibi rengini belli etmeyen bir yol izlediğinde samimiyet terazisinde ağırlığını kaybeden bir film olmaktan öteye geçemiyor.

Bununla birlikte, yakın zamanda gördüğümüz The Last Dance (2020), türün dikkat çekici örneklerinden Senna (2010), yine Pelé’nin kadim düşmanı Maradona’yı anlatan 2019 tarihli Diego Maradona gibi sporcuların hayatlarını konu alan biyografik eserlerin etkileyici emsallerini izledikten sonra Pelé’nin belgeselinin sıradanlığının daha fazla göze batmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ortalama bir futbol meraklısının halihazırda bildiği ve zaten Youtube’da bulabileceği maç görüntülerini, birkaç röportajla kurgulamanın ötesinde -ki bu yaklaşım bile tür için epey demode artık- bir yönetmenlik dokunuşu beklemekte haklı olduğumuza inanıyorum. Ve elbette hikâyenin dramatik yapısının, Pelé’nin gözyaşlarından daha fazlasına ihtiyacı olduğuna da… 

Tüm bu eksikliklerine rağmen Pelé belgeselinin, futbolseverlere nostaljik birkaç saat vaat ettiğini de unutmamak gerek. Belgesel türünde bir yenilik beklemiyorsanız, doğru bir tercih olabilir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler