‘Köy şehirden beter oldu’
Yaşar Kemal'in 18 Şubat 1960 tarihinde Cumhuriyet'te çıkan 'Neden Geliyorlar' röportajını yeniden yayımlıyoruz.
'Düşelim yollara, dedik. Tarlalarımızı köyde kalanlara beş aşağı, beş yukarı sattık. Düştük yollara...’
Yusuf, Çeliktepenin aşağısında kerpiç karıyordu. Çimen yeşili gözlüydü. Yüzü çok çekmişlerin karışıklığı içindeydi. Konuşması, çok görmüşlerin konuşkanlığındaydı. Geldi yanıma oturdu:
“Eskiden bu kadar çok gelmezlerdi şehire” dedi. “Neden gelsinler ki? Akıllarını mı yitirmişler ki? Adam sıkışmayınca yuvasını terkeder de bu belâya eyvallah eder mi? Benim azıcık tutar dalım olsaydı, dönüp de bakmazdım bile İstanbula. İstanbulluların olsun İstanbulları. Bizim için İstanbul, İstanbul değil. Başka yerde kazanabilsem parayı, vallahi billahi adımımı atmam İstanbula. İşte gelip oturmuşuz buraya. Ne farkı var burasının bizim köyden? Suyu desen yok. Çeşmeler şakır şakır akmıyor. Bizim köyün hiç olmazsa suyu vardı.
Ne bileyim ben, ben söyleyim de sen anla... Burasının hiç mi hiç köyden farkı yok.. Saat dörtte kalkıp, yaya yollara düşüp, ta buradan Yedikuleye fabrikaya gidiyorum. Akşam da yaya dönüyorum çoğu zaman. Buradakilerin çoğu da yaya düşerler yola, sabahın alacakaranlığında. Köyde de sabahın alacakaranlığında böyle yola düşer, tarlaya giderdik. Eskiden ne diye gelsinler İstanbula? Eskiden giydikleri elbiselere kadar kendileri yaparlarmış. Yağları, etleri, sebzeleri hep kendilerindenmiş... Dışarıdan, çarşıdan bir iğne, bir de tuz alırlarmış. Yaşarlarmış bol bolamadı. Tarlaları kendilerine yetermiş ki, nohut, mercimek, fasulye, arpa, buğday, yulaf, soğan, sarımsak ekerlermiş. Eker biçer, kaldırır, artanını da satarlarmış. Babam, dedem aklını mı yitirmiş ki, köyünü babaocağını bıraksın da buraya gelsin. Ben neden geldim, sana onu bir bir söyleyim de ibret için yaz. Yaz da okusunlar ki, okusunlar.
‘Herkesin tarlası bölünmüş’
Babam öldüğünde biz sekiz kardeş kaldık. Evde tam yirmi beş nüfus kaldık. Halimiz vaktimiz yerindeydi. Kapımızda koyunlarımız, atlarımız, eşeklerimiz, ineklerimiz, öküzlerimiz vardı. Babam ölür ölmez biz birbirimize düştük. Sanki kardeş değil, düşmanız. Uzun zaman birbirimize konuşmadık. Sonra tarlayı, malları pay ettik. Her birimiz ayrı ayrı evler yaptırdık. Babadan düşen payın çoğu evlere gitti. Tarla da yirmi dönümden az. İki yılda babadan kalmış elde avuçta ne varsa, hepsini tükettik. Bu zaman eski zamana benzemez. Hiç benzemez. Köy şehirden beter oldu. Elbiseyi çarşıdan alıyorsun. Yağı, sabunu, gazı, her şeyi şehirli gibi çarşıdan satın alıyorsun. O zaman da buna para dayanmıyor. Köy dediğinde rahat yaşayacaksın, eskiler gibi rahat, hiç bir şeyini çarşıdan almıyacaksın. Elde avuçta hiç bir şey kalmayınca şaşırdık kaldık. Tarla da hiç mahsul vermedi mi o yıl. Köyde son yıllarda herkes de benim gibi. Bizim gibi yani. Herkesin tarlası bölünmüş. Kimseninki yetmiyor. Anlamıyorum kardaş, tarlalar da eskisi gibi verimli değil. Sanki bizim köy şehir olmuş. Köylü de diyor ki, köy böyle şehir olunca, biz ne yapalım köyde? Düşelim yollara, dedik. Tarlalarımızı köyde kalanlara beş aşağı, beş yukarı sattık.
‘Ben önce Sivas’a sonra Kayseri’ye düştüm’
Düştük yollara.. Ben önce Sıvasa, sonra Kayseriye düştüm. Fabrikalarda çalıştım. Kayseride işim iyiydi. Ama ev kirası belimi büküyordu. Önce de şehiri hep garipsiyordum. Köy, tarlalarımız, atlarımız hiç gözümün önünden gitmiyordu. Şimdi unuttum. Hem de iyice unuttum. Ölüncüye kadar köyümüz hiç aklımdan çıkmaz sanırdım. Bir çıktı ki, bir daha aklıma gelmiyor. Kayseride işim iyiydi, diyordum. Çok iyiydi ama kazancım hep ev kirasına gidiyordu. Tutunamadım. Duydum ki, bizim köylülerin İstanbulda işi iyi, ben de varayım gideyim İstanbula, dedim. Geldim ki İstanbula, bir inşaat, bir inşaat, almış yürümüş. Para dersen etekle. Ha gayret Yusuf, dedim. Çalışmanın, bir ev bark sahibi olmanın sırası. Bu günü de kaybedersen, ömrü billah ev sahibi olamazsın. Dört ay çalıştım. Bir kuruşunu bile boşa sarfetmedim. Şu tepeyi bizim hemşeriler tutmuşlar. Uydurduk bir gecekondu Allah sayesinde. Dört tane çocuğum var arkadaş. Dördü de oğlan. Şehire geldiğime memnunum. Çok çektim. Çalışmaktan imanım gevredi ama, gene de memnunum. Az da olsa, kazandığım para yetmese de gene memnunum.
Bunu söylerken gözleri parlıyordu. Yukarıdan bir kadın geliyordu. Onu gösterdi. Karısı olduğunu söyledi.
“Bu bizimki” dedi. “Bu da çalışır. Evlere gider çalışır. Önce ağırına gidiyordu ya şimdi alıştı. Elin evinde çalışmak zor, ağır. Ama çalışmamız gerek.”
Kadın geldi. Yere bir tabak koydu. Bir de ekmek çıkını.
Sonra bana.
“Hoş geldin safalar getirdin, kardaş” dedi. “Yemeği çok getirdim, ikinize de yeter.”
Yusuf:
“Biz, gece demez, gündüz demez karı koca çalışırız. Kazandığımız parayı da çarçur etmeyiz. Bu karı benden çok kazanır. Dünya avrat dünyası kardaş... Biz paraları iyice biriktirince, dört çocuğun dördünü de büyük adam edeceğiz. Maşallah çocukların hepsi de akıllı. Zehir gibi. Vallahi şehirli oğlanlardan daha cin gibi. Fatma, dedi ki, bir yerde çalışıyor, o evin bizim Ali kadar bir çocuğu varmış, daha iki lâfı bir araya getiremiyormuş. Bizim Aliyi dersen, Memo türküsünü radyo gibi söylüyor. Maşallah çocuklar çok akıllı.”
Kadın hep umutlu, hep ışıltılı gülüyor. Derin, kara kara gözleri var. Işık gibi bahtiyar gülüyor. Çok da genç gösteriyor. Belki yirmi beşinde dersin. Ama dört çocuğu var. Esmer, genç kız gibi. Duruşu, oturuşu öyle. Elleri güzel. Uzun parmakları ince.
Köy dediğinde rahat yaşayacaksın, eskiler gibi rahat, hiç bir şeyini çarşıdan almıyacaksın. Elde avuçta hiç bir şey kalmayınca şaşırdık kaldık. Tarla da hiç mahsul vermedi mi o yıl. Köyde son yıllarda herkes de benim gibi. Bizim gibi yani. Herkesin tarlası bölünmüş. Kimseninki yetmiyor. Anlamıyorum kardaş, tarlalar da eskisi gibi verimli değil. Sanki bizim köy şehir olmuş. |
Büyük bankaya para koyduk
“Çok şükür koca Allahımıza,” dedi kadın, “çocuklarımız akıllı.. Çok şükür. Verene kurban olayım. Şu İstanbulda çok çektik ama, para da biriktiriyoruz. Büyük bankaya koyduk. Daha da çok koyacağız.”
Yusuf:
“Çocuğun büyüğünü doktor yapacağım. Bizim Sancağa göndereceğim. Orada çok olur hastalık. Çok para kazansın, geri gelsin İstanbula ki hayat yaşasın. Bizi de yaşatsın. Birisini tüccar yapacağım. Onun okuması iktiza etmez. Benim kadar bilirse yeter.. Birisini de şoför yapacağım. Varsın taksi çalıştırsın. Hiç bir zaman işsiz kalmaz akıllı olursa. Bizim köyden Kâzım gibi. Askerlikte şoför çavuşuydu, şimdi iki tane taksisi var. Birisini de gönlüme göre okutacağım. İstediği kadar okusun, şerefli bir adam olsun. En küçük Musa oğlan. En akıllısı. Kafalı adam olsun... Dört kişi, çalışan dört kişi, bir adamı beslemeğe gücümüz yetmez mi? Varsın o da canının istediği gibi olsun...”
Kadın:
“Varsın o da gönlünün istediğini olsun,” dedi inançla. “Dört kişinin çalışması ona artar da yeter bile.”
‘Tarlalarını sel almış’
Yusuf:
“Evvel zamandan gelen bir hikâye var. Hikâye de değil ya, olmuş. Çok zengin bir kişi varmış. Gündeşlioğlu derlermiş adına. Bir gün düşünde ak sakallı bir derviş gelmiş, demiş ki ona, eeey Gündeşlioğlu, demiş, sana bir devlet kuşu var, gençliğinde mi istersin, kocalığında mı? Gündeşlioğlu, düşünmüş düşünmüş, kocalığımda isterim o devlet kuşunu, demiş. Sabahleyin kalkmış ki, bütün malları ölmüş, tarlalarını sel almış gitmiş. Öğleye karşı da evine ateş düşmüş, yakmış. Çırılçıplak kalmış seninki ortada. Ama kocayıp da aksakala erince, eli ayağı tutmaz olunca bir zengin olmuş, bir zengin olmuş ki, olmaya gitsin. Ayağını uzatmış yatmış. Öyle değil mi avrat? Biz de kocalığımızda onun gibi... Sakla samanı, gelir zamanı. Biz de kocalığımızda ayaklarımızı uzatıp yatacağız. Çok çalıştık, canımızı verdikse de işte iyi günler geldi, diyeceğiz. Doktor olan çocuk bize Adada bir ev alacak. Tüccar boğazımıza bakacak... Ötekilerin her biri de bir işimizi görecek.”
Kadın:
“Gençlikte çalışasın ki, yaşlılıkta... Ben, o günleri görecek olmasam ne der de gider, ellerin evinde hizmetçilik ederdim. Akşamlara kadar belim bıkınım kırılırdı. Kazandığımın bir kuruşunu ne demeye yemezdim. Bir eve gel de kardaş çocukları gör. Her biri bir nur parçası...”
Yusuf:
“Vallahi nur parçası.. Gel kardaş bir eve de gör turnalarımı.”
“Gelirim,” dedim.
Yemeğe oturdu Yusuf. İri, pütür pütür, çok çalışmış elleri vardı Yusufun. Ortalıkta güneş vardı. Toprak kırmızıydı. Bir yanı yeşile batmıştı. Yeşillerin üstünde güneşe çıkmış böcekler. Ötede bir fabrikanın bacası tütüyordu. Üstümüzden bir jet geçti bütün hızıyla. Havayı yardı. Kadının kara gözlerinde ışıltılı bir umut. Toprakta, Yusufta umut vardı.
Bir kaç gün sonra Yusufun çocuklarını, turnalarını görmeğe gideceğim.
Boşalan Köyler, dolan şehirler
Ne olursa olsun, ne derlerse desinler, isterse köylerine, kurağına, ot bitmezine düşman olsunlar yüzlerinde gurbetin çöreklenmiş acısı var.
İçinizde, Hopadan, Rizeden, Trabzondan, Giresundan Karadeniz vapurlarına binip de İstanbula gelen var mı? O varupların merak edip de güvertelerine, başını uzatıp şöyle bir bakanınız var mı? Güvertelerin, ambarların manzarası inanılmıyacak bir şeydir. O kadar ağzına kadar doludur ki ambarlar, güverteler bir ayak basacak kadar yer bulamazsın. Kokudan, pislikten yanına yaklaşamazsın. Üstüste, insanlar köylerinden, ana topraklarından kopup bir daha dönmemek üzere İstanbula, gurbete dökülürler. Bunun acısını bilen bilir.
Sonra Anadolu trenleri, Doğu Ekspresi... Birinde koridorlardan geçecek yer bulamamış, pencereden atlamıştım. Sırtı yorganlılar üstüste uyumuşlardı koridorda
Böylesi yolculuklar bir gün, iki gün değil, bir hafta, on gün sürüyor. Ve buna dayanılıyor.
Önce mevsim gurbetçileri geliyorlar. Bir yıl, beş yıl geliyorlar. İstanbula alışıp, kendilerine burada bir yer sağlıyorlar, arkadaş ediniyorlar, ondan sonra gidip ailelerini getiriyorlar. Birdenbire, ev-ocak, köyden kopup da şehre akın eden çok az kimse var.
Anadolu oldum olası gurbetçi
Ne olursa olsun, ne derlerse desinler, isterse köylerine, kurağına, ot bitmezine düşman olsunlar yüzlerinde gurbetin çöreklenmiş acısı var. Bu, belki de yokluktan, daha bir iyice yerlerine oturamamalarından.
Anadolu oldum olası gurbetçi. Gurbet üstüne çıkarılan türküleri, hikâyeleri bir araya toplasan ciltler olur. Kimbilir bunan sonra daha ne kadar gurbet türküsü çıkarılacak? Ne kadar gözü yaşlı, bağrı köz köz hikâye uydurulacak?
Gurbetçiler yalnız İstanbula, İzmire gelenler değil... Küçük kasabalar da gurbetçilerle dolu. Örneğin bizim kasabaya, Kadirliye, yıllardan beri dağlardan, Toroslardan insan akını olur. Hemen hemen çok kasaba da böyledir. Onlara da yakın köylerden akın... Bu böyle gidecek olursa, toprak böyle bakımsız kalırsa, ormanlar yanıp da bir tane yağmur düşmezse toprağa Anadolu kaynaşacak, oradan oraya vuracak başını, orada aç kalıp buraya gelecek, buradan oraya... Daimi bir göç.. Eskiden beri gurbetçiydik ya, bundan sonra besbeter olacağız.
Ver yansın edeceğiz gurbet türkülerine.
Dadaloğlu gibi:
Çıktım yücesine seyran eyledim Cebel önü çayır çimen görünür Bir fırkat geldi de coştum ağladım Al yeşil bahçeli Kaman görünür Şaştım hey Allahım, ben de pek şaştım Devrettim Akdağı Bozoka düştüm Yozgatın üstüne bir ateş saçtım Yanar oylum oylum duman görünür. Diyenler bir gün gelecek, yücesine çıkıp yurtlarını seyretmeyi unutacaklar. Ağaç büyütmeyi, ekin ekmeyi, biçmeyi unutacaklar. Fabrika dumanları, mekikleri, volanları, gürültüleri arasında kendilerine yeşilsiz, topraksız, acı pırıltılı bir dünya kuracaklar. Dünyaları kendilerine tatlı, acı, efsaneli, şiirli olacak... Bir gün çok uzak yılları ansıyanlar da çıkacak içlerinden belki. Diyecekler ki, biz nerden gelmişiz biliyor musunuz? Eğinin kayalığından, Sivasın çatlamış bozkırından diyecekler. Belki de çok eskiden kalmış bir gurbet türküsünü tadına, acısına varmadan mırıldanacaklar.
‘Köyüme giderim, köyüme kurban olurum’
Habibe teyze doksan yaşında. Bir gurbetçinin ninesi. Gurbetçi Osman inşaatlerde kalorifercilik ediyor. Ayda da üç yüz liradan fazla kazanıyor. Ninesini de canı gibi seviyor. Ninesi de onu seviyor.
- “Habibe Teyze sen niçin geldin?”
- “Geldim ya gideceğim.”
Torunu Osman kulağıma eğildi:
- “Aldırma” dedi. “Geldi geleli her gün ben yurduma gideceğim, der” dedi. “Ben onu göndermem. Nereye gidecek? Kim bakacak ona?”
- “Niçin gideceksin oraya Habibe teyze? Kimin kaldı ki köyde?”
Sağ elinin beş parmağını açtı:
- “Beş kişim var orada” dedi.
- “Beş kişi mi?”
- “Ne sandın ya. Sonra da köylülerim var orada. Beni çok severler. Benim köye geleceğimi bir duysalar, tâ su yolunda karşılarlar beni. Çok çok severler beni. Çok severler yavru. Ben de onları severim.”
“Gidemezsin nine oraya. Sana el bir gün bakar, iki gün bakar.”
- “Hani beş kişim var, diyordu?”
- “Beş kişim dediği, ölmüş beş oğlunun mezarı.”
- “Öyle mi Habibe teyze?”
- “Öyle ya. Onları yalnız orada koyup da nasıl buralarda dururum? Varır gider de köyümde ölürüm.”
Bu konu üstünde Habibe nineyle çok konuştuk. “Köyüme giderim, köyüme kurban olurum” diyor da hiçbir şey demiyor. Torunu Osman da onun inadına tatlı tatlı gülüyor.
Habibe nineden ayrılırken, anladım ki, ne Osman, ne kimse Habibe nineyi burada tutamayacak. Bağlasalar durmayacak. Varıp gidip de köyünde ölecek. Habibe ninenin bu isteğine başta torunu Osman, orada bulunan bütün genç gurbetçiler şaşıyor, gülüyorlardı. Anlamıyorlardı onu.
Rizeden, Trabzondan, vapurların güvertelerine sıkışıp, binbir bela içinde şehirlere akacaklar. Sürünecekler. Fakat bir yolunu bulacaklar. Bayburtun, Sivasın, Konyanın kıracı boşalacak, fabrikalara dolacak. Ama nerede fabrika diyeceksiniz. Olacak.
BİTTİ
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- 6 asker şehit olmuştu
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi