Özgür Bir Kadın Olmak Nasıl Hissettirir?
Otuz yılı aşkın bir süredir yayımlanan American Masters Documentary serisinin yeni bölümü How It Feels To Be Free, işte tüm bu sorulara yanıt veren göz kamaştırıcı bir belgesel.
Evde, işyerinde, sokakta… Tanınan ya da tanınmayan, bekar ya da evli, kariyer sahibi ya da eğitimsiz, dünyanın herhangi bir ülkesinde ya da içinde bulunduğumuz coğrafyada… Kadın olmak nasıl hissettirir? Veya şöyle soralım; özgür bir kadın olmak nasıl hissettirir?
Otuz yılı aşkın bir süredir yayımlanan American Masters Documentary serisinin yeni bölümü How It Feels To Be Free, işte tüm bu sorulara yanıt veren göz kamaştırıcı bir belgesel… Ayrımcılığın dün ve bugün, ırk veyahut köken fark etmeksizin dünyanın hemen her kültürüne sindiğini sert bir biçimde yüzümüze çarpıyor ve mühim bir ayrıntıya dikkat çekiyor: Afro-Amerikalıların sivil haklar hareketinde neden daha çok Martin Luther King’in, Malcolm X’in, W. E. B. Du Bois’nın isimlerini duyuyoruz? Neden Lena Horne, Abbey Lincoln, Nina Simone, Diahann Carroll, Cicely Tyson ve Pam Grier’in kamera önünde verdikleri mücadele hak ettiği ilgiyi görmüyor?
Ruth Feldstein’in aynı adlı kitabından Yoruba Richen yönetiminde sinemaya uyarlanan belgesel, sanat dünyasına egemen olan temsil kalıplarını kırmakla kalmamış, aynı zamanda ikonik birer sanatçıya ve aktiviste dönüşmüş bu kadınların hakkını teslim ediyor. Akademi ödülünü ilk kez kazanan bir siyahi kadın oyuncu olan Hattie McDaniel’dan, Halle Berry’ye uzanan geniş bir yelpazede Afro-Amerikalı kadınların sanat ve siyasetteki mücadelelerini hiç bilmediğimiz yönleriyle keşfetmemizi sağlayan filmin anlatıcıları ise yine bu hareketin içinde yer alan aktivist isimler… Alicia Keys’den Samuel Jackson’a, yazar, yönetmen, oyuncu pek çok ismi bir araya getiren yapım, Hollywood’un altın çağından günümüze uzanan “siyah” bir yolculuk aynı zamanda… Girizgahını, kendisini yeni bir Marilyn Monroe haline getirmek isteyenlere karşı savaş açan müzisyen ve aktris Abbey Lincoln’ın The Girl Can’t Help It’teki (1956) performansıyla yapan film, daha ziyade sanatçıların arşiv görüntüleri, rol aldıkları filmler ve elbette anlatıcıların anıları eşliğinde ilerliyor.
Belgesel, sinemanın doğuşundan itibaren ırkçı klişeleri besleyen filmlerden parçalar sunarken, siyahi kadınların ekranda ve bu yolla sahnedeki temsillerinin nasıl evrildiğine tanıklık etmemizi sağlıyor. Üç bölümde ilerleyen ve söz konusu sanatçıların politik bakımdan “uyanışları”, savaşımları ve nihayetindeki zaferleriyle sonuçlanan film sayesinde hepimizin tanıdığı bu isimlerin arka planda verdikleri mücadelelerini öğreniyoruz. Kariyer sahibi olmanın pek hoş karşılanmadığı, hatta sektörün varlıklarına dahi hazır olmadığı yıllarda, daha önce hiç yapılmamış olanı yaparak risk alan bu kadınların her biri sanatın ve eğlencenin aynı zamanda politik bir eylem olarak görülmesi bakımından da büyük katkılar sağlıyorlar. Sözgelimi MGM ile yaptığı sözleşme ile siyahi kadınların salt hizmetçi rolüyle temsil edilmelerine karşı ilk savaşı başlatan Lena Horne, ilkin kendisi gibi bu stereotipler altında ezilenler tarafından yalnızlaştırılıyor, ardından da dönemin McCharty rüzgarında cadı avına dahil edilerek cezalandırılıyor.
Oscar’a aday gösterilen ve Tony ödülü kazanan aktris Diahann Carroll, güzelliğine rağmen beyaz kadınlarla eşit fırsatlara sahip olamayıp ayrımcılığın canlı bir emsali haline gelirken, Foxy Brown rolüyle 70’lerin ilk siyahi kadın aksiyon oyuncusu olarak sinema tarihine adını yazdıran Pam Grier ve hatta Cicely Tyson bu köklü tarihsel klişeleri yerle bir eden isimler oluyorlar. Küçük yaşta girmek istediği müzik akademisi tarafından reddedilen dahi müzisyen Nina Simone, politika ve sanatın iç içe geçebileceğini göstererek müzikleriyle insanları harekete geçirirken, kendisini salt bir bedenden ibaret görenlere karşı duran ve yerleşik temsil biçimlerini kendi kurallarıyla yeniden şekillendiren Abbey Lincoln’ın zincirlerinden kurtuluşuna tanıklık ediyoruz.
Bu bağlamda, bilhassa Halle Berry’nin Oscar ödülü kazandığı dönemde yaptığı konuşmanın siyahi kadınların temsili için nasıl bir köşe taşı olduğunu yeniden hatırlatan belgesel, günümüzde Kamala Harris’le yeni bir zafer daha elde eden siyahi kadınların bu noktaya nasıl geldiklerini etkileyici bir anlatıyla birleştirerek sunuyor. Belki süresi bir parça daha kısa olabilirdi ancak kendi adıma, sinema tarihinde çıktığım bu hüzünlü fakat bir o kadar hayranlık uyandırıcı yolculuğun göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini söylemeliyim. Belgesele de adını veren Nina Simone parçasına atıfla; umarım bir gün her kadın tümüyle özgür olmanın nasıl hissettirdiğini öğrenebilecek kadar şanslı olur…
How It Feels To Be Free’yi, Blu TV’de izleyebilirsiniz.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- Colani’nin arabası
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Milletvekilleri Genel Kurulu terk etti!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama