Descartes'ın 'Aklın İdaresi İçin Kurallar'ı ne anlatıyor?
Erken Modern Felsefenin kurucusu Descartes, Aklın İdaresi İçin Kurallar isimli eserinde neler anlatıyor? İşte metin analizi
AYSU UZER
DESCARTES
Descartes, on yedinci yüzyılda yaşamış bir düşünür. Modern felsefenin kurucusu kabul ediliyor. Descartes, öncelikle modern felsefenin kurucusu olması yönünden önemli ancak Erken Modern Felsefenin ve sonrasındaki süreçlerin Rasyonel temellerini atması açısından daha da önemli. Bilim, matematik, metafizik ve epistemoloji alanlarında da çalışmalar yaptı. Onun düşüncesinin ortaya koyduğu temel felsefi yaklaşım, içerdiği çeşitli kavramsal ilişkiler ve teorik çerçeveler ile daha sonraki yıllarda büyük ölçüde kabul görecek bir sistemin de başlangıcı oldu.
Descartes, erken dönem çalışmalarından biri olan “Aklın İdaresi İçin Kurallar” metninde, çalıştığı tüm bu alanları kapsayabilecek sistemleştirilmiş bir düşünme biçimi analizi sunmaya çalıştı. Bu metinde okuyucuya düşünürken aklını nasıl kullanması gerektiğine dair bir kurallar manzumesi verdi. Kişiyi, eğer aklını bu sistemleştirilmiş kurallara uygun kullanmaz ise yapacağı felsefede ya da bilimde başarısız olacağı konusunda da uyardı. Aynı zamanda felsefe geleneği ile felsefe tarihi açısından çok önemli olacak bir epistemolojik hesaplaşmaya da girdi.
Daha sonra yazdığı geç dönem eseri olan “Meditasyonlar” isimli metninde Descartes öncelikle bilginin mümkünlüğünü ispatlamaya çalıştı. Ayrıca bu metnin sadece başlığı ile bile felsefe tarihinde çok eski olan bir geleneğe gönderme yaptı. Bir filozof olarak bu çalışmasının başlangıcı ile bitişi arasında kendisi için bir dönüşüm hedefledi. “Meditasyonlar” metninin iki önemli noktası vardı, bunlardan bir tanesi, pekin (certain) bilginin mümkün olduğunu göstermesi bir diğeri ise dünyada üç temel varlığın gerçekten var olduğunu ispatlaması. Bu üç temel varlık; ruh (soul-mind), tanrı ve maddi dünyaydı. Descartes bu çalışmalarında; akıl, bilgi ve inanç arasındaki kesin bir ayrımdan bahsetmedi, bu ayrımı ondan sonraki dönemlerde Kant ortaya attı. Descartes’ın çalışmaları üzerinden incelendiğinde, Descartes’dan sonra akıl ve imanın keskin bir çizgiyle birbirinden ayrılmasına kadar gelişen süreçte imanın da akıl ile saptanabileceği, inandığımız şeylerin akıl yoluyla temellendirilmesinin doğrulanabileceği görüldü.
AKLIN İDARESİ İÇİN KURALLAR
Descartes’in bu çalışmasının amacının, insan zihnini karşısına çıkan her şey hakkında doğru ve geçerli hükümler verebilecek şekilde yönlendirmesini sağlamak olduğu görülüyor. Birinci Kural’ın girişinde, “Okumanın sonu düşünceyi, karşısına çıkan bütün şeyler üzerine, sağlam ve doğru hükümler verecek şekilde idare etmek olmalıdır.” yazıyor. Descartes’e göre hüküm dediğimiz şeyler, belli birtakım kavramların (idea) birbirine yükle(mle)nmesi şeklinde oluşturuluyor. İki kavram birbirine eklenerek, hükümleri oluşturuyor, bu işlem basit bir özne-yüklem ilişkisi gibi düşünülebiliyor. Bu çalışmasında, hükümleri doğru hükümler (true judgement) ve sağlam hükümler (sound judgement) olmak üzere ikiye ayırıyor. Onun tanımlamasına göre, her doğru hüküm aynı zamanda bir sağlam hüküm olamıyor. İnsan zihni, hükümleri belli bir muhakeme sonucu ortaya çıkarıyor, önce bir öncülden diğerine daha sonra bunların devamında üçüncüye geçmek şeklinde hareket ediyor. Dolayısıyla argüman üretme usulü, öncekinin sonraki ile eklemlenmesiyle başka bir hüküm üretilmesi işlemi olarak tanımlanıyor. Bir önermenin hem doğru hüküm hem sağlam hüküm olabilmesi ise, içerdiği tüm öncül hükümlerin doğru olması gerekliliğine dayanıyor. Açıklamak gerekirse, bir hükmün sağlam hüküm olabilmesi için hüküm çıkarırken, takip edilen çizgideki her bir tekil hükmünde doğru olması gerekiyor. Bunlardan biri yanlışsa sonraki doğru olsa dahi ona sağlam hüküm denemiyor.
İlk kuralda, Descartes, insanların genellikle sanatlarda ve diğer günlük işlerde uğraşlarını konuların başkalığına göre ayırdıklarını ancak bilim söz konusu olduğunda bunun yanlış bir tavır olduğunu söylüyor. Ona göre bilimler, uğraştıkları konular birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, her zaman aynı ve bir kalan, değişmeyen bir şey olduğu için düşünceye sınırlar çizmeye gerek yoktu.
Bilimlerin toplamı ‘insan bilgeliği’ (human wisdom) denilen kavramı oluşturuyor; bu aynı zamanda evrensel (universal) olan. İnsan bilgeliği (human wisdom) olarak geçen bu kavram her zaman birdi (one) ve kendisiyle aynı (same) kalmaktaydı, bilimlerin hangi alanında çalışıldığı onun üzerinde bir fark oluşturmazdı. Nasıl ki güneş üzerine yansıdığı nesneye göre değişmiyorsa, insan bilgeliği de üzerinde çalışılan konuya göre değişmezdi. Doğru ve sağlam hüküm bahsedilen insani bilgelik kavramını mümkün kılıyordu. Dolayısıyla ona göre, zihinsel güçlerimize herhangi bir sınır dayatmanın anlamı yoktu. Böyle bir ihtiyaç da yoktu. Çünkü bir hakikatin bilgisi bizi başka bir hakikatin bilgisini keşfetmekten alıkoymaz; tam tersine, bir hakikatin bilgisi bizi başka hakikatlerin bilgisine de götürürdü. Descartes için, evrensel olan bu bilgelik, üzerinde çalışılan alan ne olursa olsun ya da söz konusu bilimin nesnesi ne olursa olsun, evrensel olandı; bir ve aynıdı. Ancak bilimler yalnızca kendi başlarına değerli olamazlardı. Her bir bilimin, kendisinin değerli olabilmesi için bu insan bilgeliğine katkı sağlaması gerekliydi. Ona göre, “Bütün başka şeylere kendilerine göre değil, bu bilgelikle ilgilerine bakarak değer vermek gerekir.” (Descartes, 1997) Descartes, bunu ilk kural olarak düşünüyor.
Yine Descartes’a göre, insanları hakikatin peşinden gitmesini sağlayacak olan doğru yolda gitmekten saptıracak birtakım şeyler vardı. Bunlar genel önemli gayeye giderken insanların aklını karıştıran özel gayelerdi. Bu noktada kişi ancak insan bilgeliği temel alırsa ve genel amacın içerisinde kalabildiği ölçüde bilimlere katkı yapabilirdi. Bilimler birbirleriyle iç içedirler ve birbirine bağımlıydılar, bu yüzden onları ayrı ayrı öğrenmektense bir bütünlük içerisinde öğrenmek daha kolaydı. “Bütün ilimler, öyle birbirine bağlıdır ki hepsini birden öğrenmek birini ötekilerden ayırmaktan daha kolaydır.” (Descartes, 1997) Kendisini bütün bilimlerin çalışmasına veren kişi de görecekti ki, hem bu bilimleri tek tek incelemiş olsaydı öğrenebileceğinden çok daha fazla şey öğrenmişti hem de tek tek bilimlerle uğraşanlardan fazla sonuca ulaşmıştı. Böylece bu ilk kural ile, hakikati hükümlerin özelliğine, evrensel bilgeliği bilimsel bilgiye eşitlemiş oldu.
İkinci kural, “Ancak düşüncemizin doğru ve şüphe götürmez bir bilgisini edinebildiği şeylerle uğraşmak lazımdır.” cümlesi ile açılıyor.
İkinci kural ile Descartes, hangi konular üzerinde çalışılacağının, neleri göz önünde bulundurarak kararının verileceğini açıkladı. Ona göre, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek, şüphesiz hale getirilemeyecek olan güç şeylerle uğraşmaktansa, onlarla hiç ilgilenmemek daha yeğdi. Sadece delilleri şüphesiz ve apaçık olan üzerine çalışmak gerekiyor, aksi halde olasılıklı olanın bilgisi bizi sürekli olarak kuşku duyulacak olana yönlendiriyor.
“Şimdiye kadar bilinen ilimlerden ancak aritmetik ile geometriye götürür.” (Descartes, 1997) Böylece aynı zamanda pozitif bilimlerin temellerini atmış oldu. Sağlam hükme, evrensel hakikate ulaşmak için kullanılacak iki yöntem vardı; deneyim(experience) ve çıkarım(deduction)dı. Tecrübelerin çoğunlukla aldatıcı olduğu, duyu organlarının, olanı olduğu gibi göstermediği ancak akla dayalı çıkarımlarla ve öncüllerin doğrululuğu ile varılacak ispatlarda, sağlam hükme varabiliyoruz. Şüpheci argümana göre algıladığımız şeyin gerçek olduğunu bilemiyoruz; algılama faaliyetinin gerçek olduğu doğru ancak algılama nesnesinin bir hayal ürünü, halüsinasyon, illüzyon olup olmadığı ya da o nesneden çıkarılan hükmün doğruluğu algılama faaliyeti ile belirlenemiyor. En önemli olan şey kanıtlayabileceğiniz, delilleri ile doğruluğunu ispatlayabileceğiniz hükümlerin üzerinde çalışmaktı.
Descartes için iki çeşit hüküm vardı; ampirik olanlar ve ampirik olmayanlar olmak üzere.
“Kar beyazdır.” dediğimizde ortaya koyduğumuz hüküm doğru iken aynı zamanda bu hüküm ampirik deneylerimize dayanmaktaydı. Yani dünya ile kurulan algı ilişkisi sonucunda ortaya çıkan deneyimlere dayalı olduğu için ampirik bir hükümdü, ampirik bir gerçekliğe tekabül ediyor. Doğruluk kavramı burada bizim algıladığımız nesne ile algımızın hükmü arasındaki eşlik ilişkisine dayanmış olur, yani; bir önermenin doğru olması, onun gerçek dünyaya tekabül ediyor olmasına dönüşür. Belli bir inancın veya hükmün bilgi olabilmesi için doğru olması gerekiyor. Böylece Descartes’in bakış açısında, ‘hakikat’ dediğimiz kavramın halihazırda hükümlerde bulunması gereken bir özellik olduğu sonucuna varıyoruz. Dolayısıyla, “Hakikatte, yalnız aritmetik ve geometriden başka bir şey öğrenmemek gerektiğini değil, fakat hakikatin doğru yolunu arayanların aritmetikle geometrinin ispatlarına eşit bir kesinlik ve şüphesizlik elde edilemeyen hiçbir şeyle uğraşmamaları gerektiğini çıkarmamız lazımdır.” (Descartes, 1997)
Üçüncü kurala gelindiğinde, “İncelemek istediğimiz şeylerde, ne başkalarının düşündüğünü, ne de kendimizin sandığını değil, açık ve apaçık olarak görebildiğimizi (sezgisini edinebildiğimizi) yahut da şüphesiz bir tümdengelim- dedüksyon ile çıkarabildiğimizi aramak lazımdır; çünkü ilim başkaca elde edilemez.” açıklaması ile başlıyor. Yani üzerinde çalışılan nesneler söz konusu olduğunda, kişisel düşüncelerden bağımsız olmayan ya da üzerinde ortak da olsa sanılar olan şeyler değil; apaçık görülebilen veya şüphesiz çıkarımsanılabilen nesneler tercih edilmeliydi. Bilginin elde edilmesinde tahmin kullanmak yanlıştı. Sadece açık bir şekilde sezebildiğimiz ya da kesinlik içinde inceleyebileceğimiz şeylerin çalışılması ve incelenmesi gerekliydi. Kişinin zihinde açık ve seçik var olabilecek şeylere atfediyor bu kavramı. Sezgi, aklın ışığından kaynaklanıyor ve tümdengelimden çok daha basit. Ona göre, insan zihni çalışırken tümdengelimsel yöntemde hata yapabilirdi ancak sezgide hata bulunmazdı. Kesinlik olabilmesi için, delil(evidence) olması gerekiyor. Delili, ispat yoluyla vermemiz gerekmeyen inançlar ise sezgiydi. Yani delili, kendinden menkul olan kavramlardı; üçgen kavramının üç kenarı olduğunu herhangi bir ispata ihtiyaç duymadan bilmek gibi. Yani bu önermelerin kendisinde bir ispat vardı, ancak üzerinde çalışacak kişilerin bu ispatları yeniden üretmesi gerekmezdi. Bu hükmün üzerinde kuşku duymadığımız bir inancımız vardı. Başka bir örneği inceleyecek olursak, düşünen insan, düşündüğünü biliyordu ve bunun üzerinde başka bir ispata ihtiyacı yoktu.
Formel mantık çerçevesinde argüman üretilirken, tümdengelimsel ve tümevarımsal iki ayrı çeşidi vardır. Tümdengelimsel argümanın ilk özelliği, çıkarımın zorunlu olarak öncülleri takip etmesidir. İkinci özelliği, tümdengelimsel bir argümanda çıkarım dediğimiz şey zaten öncüllerde gizlidir. Kişinin yaptığı şey yalnızca orada olanı görünür hale getirmektir. Üçüncü özellik ise, hükümlerin tümünün kesinlik içermesi durumunda, çıkarım da öncül hükümlerden çıkarınımsandığı ve onların kapsayıcılığı altında olduğu için, çıkarım da kendiliğinden kesinlik içermiş olur. Aritmetik ve geometride hükümlerin kendiliğinden doğru olmasının temeli bu çıkarım usulüne dayanır. Buna ispatlama (demonstration) da denir. Ve Descartes’e göre, tümdengelim (deduction) aslında tümevarım (induction)’ın tam karşıtıdır. Çünkü, tümevarım her zaman varsayımsal olandır, bir genellemeden ibarettir. Bu genellemede alt alta birtakım önermeler dizilir ve oradan bir çıkarım üretiriz. Ancak o çıkarım halihazırda o öncüllerin içerisinde bulunmaz. Geçmişte geçerli olan doğa yasaları gelecekte de geçerli olacak inancı buna örnek olarak verilebilir. Bundan önceki her gün güneşin doğudan doğması ve günün başlaması, yarın da güneşin doğacağı ve günün başlayacağı inancına sebep olur. Ancak bu yarın güneşin doğudan doğacağının kesin bilgisine sahip olabilmemizi sağlamaz. Sadece günlük hayatımıza devam edebilmemiz için bu gibi inançlara ihtiyacımız vardır. Yani doğa yasalarının geçmişte geçerli olması gelecekte de geçerli olacağı anlamına gelmez. Bu bir bilgidir, ancak kesinliği yoktur dolayısıyla ancak bir tahmindir.
Descartes’a göre tümevarım ve tümdengelim hali, insan zihninin çok önemli iki özelliğidir. Beşinci kurala gelindiğinde der ki, bu süreçlerin yönetilebilmesi için bir yönteme ihtiyacımız vardır. Ancak ona göre bu yöntem, tümdengelim ve tümevarım yapmayı öğretecek olan araç değildir. Çünkü bu süreçler, yöntemden daha temeldir, en basit ve en temel olan düşünce yetenekleridir. Zira aksi mümkün olsaydı, kurallarının bizim tarafımızdan öğrenilebilmesi de mümkün olmazdı. Onun peşinden gittiği ve kurmaya çalıştığı bir temel disiplin vardır. Bu temelde, tümdengelim ve tümevarım vardır. Bu disiplinde aritmetik ve geometri model olarak alınır çünkü kesinlik ve sezgi orada vardır, matematiksel sistemin modelini takip etmemiz lazımdır, ancak onun aradığı disiplin kurallı matematikten farklı olandır. Bu sistem, insan zihninin bir takım temel özelliklerini içermelidir ve bu disiplin hakikat bilgisini de olabildiğince genişletmelidir. Matematiğin kaygısı ölçü ve düzendir, söz konusu olan alan ne olursa olsun (sayılar, şekiller, yıldızlar ya da seste olduğu gibi.). Yani matematik ölçü ve düzen peşinden gidiyorsa, bu noktadan hareketle bu kurulacak sistemde de ölçü ve düzen peşinden gidilmelidir. Ona göre algıladığımız, baktığımız ve gördüğümüz dünyada bir düzen vardır. Ve bu düzen ölçülebilir bir düzendir, ancak bu ölçüm için bir genel disipline, bilime ihtiyaç vardır. Ve bu disiplinin adı “mathesis universalis”dir, evrensel bir mathesis yani evrensel düzenin tarifidir. Yöntemin ne olduğunun belirlendiği bu noktadan sonra, dünyanın düzenini belirleyebilecek bir bilimin üretilip geliştirilmesi gereklidir.
Ancak Descartes’e göre, biz bilincin (intellect) bilgisine varmadan hiçbir şeyin bilgisine erişemeyiz. Meditasyonlar isimli metninde bu temel noktadan çalışmasını sürdürecektir. Meditasyonlarda Descartes, kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu ve bunun tespitinin yöntemini açıklayacaktır. Hayal gücü, bilinç ve duyu algılarının önemli olacağı bu sonraki çalışmasında, önce kuşku yoluyla kesin olarak bildiğimizi düşündüğümüz hiçbir şeyi aslında kesin olarak bilmediğimizi gösterecektir. Ardından kesin olarak bildiğimiz tek şeyin bir ruh olarak var olduğumuz hükmü olduğunu ve bunun temelinde de sadece zihnin var olduğunu bilebileceğimizi ispatlar. Zihnin ürettiği herhangi bir hükmün değil, yalnızca bilincin kendisinin, işlevi; yani bu hükümleri kurabilmemiz için kullandığımız şey olması nedeniyle, var olduğunun tarafımızdan bilinebileceğini kanıtlar. Kelimenin katı anlamında doğruluk veya yanlışlık sadece zihinde olabilir; algıladığımız şeyin hükmü yanlışlanabilir, algıladığımız nesneyi yanlış olarak algılıyor olabiliriz ancak bir eylem olarak algıladığımız gerçeği yanlışlanamaz. Hayal gücü de bu şekildedir, hayal ettiğimiz, düşündüğümüz şeyi hayal ettiğimiz ya da düşündüğümüz eyleminin gerçekliği yadsınamaz.
Böylece yöntem dediğimiz şeyin temeli belirlenmiş olur. İnsan zihninin iki temel özelliği, tümdengelim ve tümevarım, olasılıklı olan bilgiye değil, Descartes için gerçek olan bilgiye, kesinlik içeren bilgiye ulaşmak için temel olan usuldür.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza